
Tarihte 25 şubat olayları
Ocak – Şubat – Mart | ||||||
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 |
8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 |
15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 |
22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 |
29 |
Olaylar
- 1836 – Samuel Colt, ürettiği silahın (Colt tabanca) patentini aldı.
- 1921 – Kızıl Ordu’nun Gürcistan’ı işgali: Kızıl Ordu Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e girdi.
- 1925 – Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapıldı: Din politikaya alet edilemeyecek ve bu suç vatan hıyaneti sayılacak.
Hıyanet-i Vataniye Kanunu | |
---|---|
Bölgesel kapsam | ![]() |
Kanun numarası | 2 |
Kabul tarihi | 29 Nisan 1336 ve 30 Recep 1338 (1920) |
İlga tarihi | 12 Nisan 1991 |
Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Türkiye’de 29 Nisan 1920’de çıkarılan ve 12 Nisan 1991’de yürürlükten kaldırılan vatana ihanet suçuna dair bir yasadır.
Tarihi
Türkiye’de vatana ihanet suçu ilk kez Büyük Millet Meclisi (Bugünkü adıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi) tarafından 29 Nisan 1920’de çıkarılan 2 numaralı Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile düzenlenmiştir. Bu kanun uyarınca, “Yüksek hilâfet ve saltanat makamını ve padişahın korunmuş memleketlerini ecnebilerin elinden kurtarmak ve taarruzları def etmek maksadına matuf olarak teşekkül eden Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine isyani tazammun eden sözle, fiille veya yazı ile muhalefete veya ifsadatta (halka yolunu saptırmakta) bulunan kimseler vatan haini sayılırlar,” (Madde 1) “Fiilen vatan hainliğinde bulunanlar asılarak idam edilir.” (Madde 2) “Vaiz ve hitabet suretiyle alenen ve çeşitli zeminlerde söz ve hareketleriyle vatan hainliği cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki yazı ve resimlerle yayanlar geçici küreğe konulurlar.” (Madde 3) “Vatana ihanet sanıklarının yargılanması en çok 24 gün içinde karara bağlanır (Madde 7) ve temyiz edilemez.” (Madde 8)
TBMM tarafından çıkarılan ikinci kanun olan Hıyanet-i Vataniye Kanunu, İttihat ve Terakki hükûmetince Birinci Dünya Savaşı sırasında çıkarılan Hıyanet-i Askeriye Kanunu’ndan esinlenmiştir. Belirgin amaç, o aşamada henüz otoritesi ve meşrutiyeti tartışmalı olan TBMM’ye yönelik muhtemel direnişleri kırmaktır. Bu kanunu daha iyi uygulamak için 18 Eylül 1920’de kurulan İstiklal Mahkemeleri, 1923’e kadar olan dönemde 1000 ila 1500 arası idam kararı vermiştir.[1]
15 Nisan 1923’te çıkarılan 335 sayılı Kanun’la, Saltanatın İlgasına İlişkin Kanun’a ve TBMM’nin meşruiyetine yayın yoluyla muhalefet etmek vatana ihanet kapsamına alınmıştır.[2]
25 Şubat 1925’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na eklenen bir madde ile “dini ve mukaddesatı siyasi amaçlara esas ve alet etmek maksadıyla cemiyet kuranlar” da vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır.
2 sayılı Hıyanet-i Vataniye Kanunu 12 Nisan 1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu düzenlemesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.
Günümüzdeki durum
Günümüz Türk ceza hukukunda vatana ihanet suçu tanımlanmamıştır. Ancak Türk Ceza Kanunu’nun devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak, düşmanla işbirliği yapmak, devlete karşı savaşa tahrik, temel milli yararlara karşı hareket, askeri tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketleri yararına anlaşma, düşman devlete maddi ve mali yardım konularını işleyen 302-308. maddeleri, geleneksel olarak vatana ihanet kapsamına giren suçları içerir.
- 1932 – Adolf Hitler, Alman vatandaşlığına kabul edildi. Böylelikle 1932 yılında yapılacak olan, Weimar Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılması mümkün oldu.
Weimar Cumhuriyeti
Deutsches Reich
Alman İmparatorluğu
|
|||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
1918-1933 | |||||||||||
Slogan
Slogan:Einigkeit und Recht und Freiheit (Türkçe:”Birlik ve Adalet ve Özgürlük”) |
|||||||||||
Millî marş
Das Lied der Deutschen Almanların Şarkısı |
|||||||||||
![]() 1930’da Almanya
|
|||||||||||
![]() Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman eyaletleri
|
|||||||||||
Başkent | Berlin | ||||||||||
Yaygın dil(ler) | Almanca | ||||||||||
Hükûmet | Federal anayasal yarı başkanlık cumhuriyeti | ||||||||||
Cumhurbaşkanı | |||||||||||
|
|||||||||||
Şansölye | |||||||||||
|
|||||||||||
Yasama organı | Reichstag | ||||||||||
• Devlet konseyi
|
Reichsrat | ||||||||||
Tarihî dönem | Savaş arası | ||||||||||
|
|||||||||||
Yüzölçümü | |||||||||||
• Toplam
|
468.787 km2 | ||||||||||
Nüfus | |||||||||||
• Sayılan
|
62.411.000 | ||||||||||
Para birimi | 1919-1923 Papiermark 1923-1924 Rentenmark 1924-1933 Reichsmark |
||||||||||
|
|||||||||||
|
Makale serilerinden |
Almanya tarihi |
---|
![]() |
Weimar Cumhuriyeti (Almanca: Weimarer Republik), Almanya’da, Philipp Scheidemann’ın 9 Kasım 1918 tarihinde cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmesi ile başlayıp 30 Ocak 1933 tarihinde Adolf Hitler’in şansölye olmasına kadar süregelmiş döneme verilen isimdir. “Weimar Cumhuriyeti” adı tarih yazımı için kullanılan bir terimdir. Bu adın kaynağı, I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkılması sonucu lağvedilen Alman monarşisi yerine millî meclisin yeni anayasayı oluşturmak için 1919 yılında toplandığı Weimar kentidir. Parlamenter demokrasiye dayanan bir rejimin kurulmuş olduğu bu dönemde “Deutsches Reich” yani Alman İmparatorluğu adı muhafaza edildi. Almanya’da liberal demokrasi yerleştirmek için yapılan bu ilk girişim, yoğun sivil anlaşmazlıkların ve ekonomik sorunların olduğu bir dönem getirdi.
Kasım 1918’de monarşinin yıkılması ve Ocak 1919’daki anayasa yapıcı Alman Ulusal Meclisi seçimleri sonucunda İmparatorluk’tan Weimar Cumhuriyeti’ne geçişte devamlılık sağlandı. Hatta belirli bir ölçüde monarşi kurumu, değişik bir biçimde sürüyordu: Halk tarafından seçilen İmparatorluk Başkanı makamı öylesine kuvvetli yetkilerle donatılmıştı ki, daha o zamanlar bir “imparator yedeğinden” ya da bir “yedek imparatordan” söz ediliyordu. İmparatorluktan ahlaki olarak da bir kopma olmadı. Savaş suçu sorusuyla ilgili olarak ciddi bir hesaplaşma gerçekleşmedi, halbuki (veya çünkü) Alman kayıtları açık bir dille konuşuyorlardı: İmparatorluk yönetimi, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ın öldürülmesinden sonra uluslararası krizi bilinçli olarak tırmandırmıştı ve böylece I. Dünya Savaşı’nın çıkmasında baş sorumluluğu taşıyordu. Yapılmayan savaş suçu tartışmasının devamında Almanya’nın savaşta suçsuz olduğu miti doğdu. Bu mit, hançerleme miti ile birlikte (buna göre, anavatandaki hainlik Almanya’nın yenilgisine neden olmuştu) ilk Alman demokrasisinin yasallığının alaşağı edilmesinde katkı sağladı. Almanya’nın 28 Haziran 1919’da imzalamak zorunda bırakıldığı Versay Barış Antlaşması neredeyse bütün Almanlar tarafından büyük haksızlık olarak algılandı. Bunun nedenleri, Alman İmparatorluğu ve müttefiklerinin savaş suçlusu oldukları gerekçesiyle dayatılan, özellikle yeni kurulan Polonya yararına olan toprak kaybında; tazminat şeklindeki maddi yüklerde; sömürgelerin kaybında ve getirilen askeri sınırlamalarda yatmaktadır. Avusturya’nın Almanya ile birleşmesinin yasaklanması da haksızlık olarak görülen maddeler arasındaydı. Habsburg Monarşisi’nin yıkılmasıyla büyük Almanya çözümünün gerçekleştirilmesi için ana engel kalktıktan sonra, Viyana ve Berlin devrim hükûmetleri her iki Almanca konuşan cumhuriyetin derhal birleştirilmesine karar vermişlerdi. Bu talebin popülerliğinden her iki taraf da emindi. Versay ve Saint Germain Antlaşmaları’ndaki birleşme yasağı büyük Almanya düşüncesinin tekrar kuvvetlenmesine engel olamadı. Bu düşünce, eski imparatorluk fikrinin bir rönesansı ile birleşti: Almanya tam da askeri olarak yenilmiş ve yenilginin sonuçları altında acı çekmekte olduğundan, geçmişin olduğundan güzel bir şekilde yansıtılmasına inanmaya müsaitti. Orta Çağ’ın Kutsal Roma İmparatorluğu bir ulusal devlet değil, evrensel iddiası olan uluslar üstü bir oluşumdu. 1918’den sonra bu mirasa öncelikle, siyasi sağdaki güçler göndermede bulunuyorlardı. Almanya için yeni bir ileti belirlemişlerdi: Almanya, Avrupa’da düzenleyici güç olarak Batı demokrasilerine ve Doğu Bolşevikliğine karşı öne çıkmalıdır. Parlamenter demokrasi olarak Weimar demokrasisi yalnızca 11 yıl yaşayabildi. 1930 Mart sonunda sosyal demokrat Hermann Müller başkanlığındaki son çoğunluk hükûmeti, işsizlik sigortasının iyileştirilmesiyle ilgili bir tartışmadan ötürü dağıldı. Şimdiye kadarki büyük koalisyonun yerine Katolik Merkez siyasetçisi Heinrich Brüning başkanlığında, 1930 yazından beri İmparatorluk Başkanı, Mareşal Paul von Hindenburg’un olağanüstü hal düzenlemeleri yardımıyla hükûmet eden bir burjuva azınlık hükûmeti geçti. 14 Eylül 1930’daki parlamento seçimlerinde Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) en güçlü ikinci parti konumuna yükseldikten sonra, hâlâ daha en güçlü parti olan sosyal demokratlar (SPD), Brüning hükûmetini tolere etmeye başladı. Bu sayede İmparatorluk’ta sağa kayışın önüne geçilmesi ve SPD’nin, Brüning’in partisi Katolik Merkez ve burjuva demokratlarla birlikte iktidarda olduğu, en büyük tek devlet Prusya’da demokrasinin korunması amaçlanıyordu. İmparatorluk Parlamentosu, başkanlığa bağlı olağanüstü hal sistemine geçildiğinden beri, yasama organı olarak İmparatorluğun meşruti monarşisinde olduğundan daha az söz hakkına sahipti. Parlamentosuzlaştırma seçmenlerin giderek devre dışı bırakılması demekti ve işte bu, parlamento karşıtı sağ ve sol grupların güçlenmesine yol açtı. Bundan en fazla nasyonal sosyalistler yararlandı. Sosyal demokratlar Brüning’i düşürdüklerinden beri Hitler kendi hareketini, “Marksizm’in” gerek bolşevik ve gerekse reformist tüm oyun türlerinin halka uygun tek seçeneği olarak tanıtabilmişti. O, şimdi ikisine de çağrıda bulunabilecek durumdaydı: Bu arada gerçekten başarısız olan parlamenter demokrasiye karşı yaygınlaşmış çekinceli tutuma ve erken otuzlu yıllarda Brüning, Papen ve Schleicher hükûmetlerinin üçünün de politik etkisini kaybettirdiği, Bismarck zamanından beri tasdik edilen ve genel eşit seçim hakkı şeklinde vücut bulan halkın katılım hakkına. Böylelikle Hitler, Almanya’nın eş zamanlı olmayan demokratikleşmesinden; yani, demokratik bir seçim hakkının erken başlatılmasından ve hükûmet sisteminin parlamenter temele geç kavuşmasından en çok faydalanan kişi oldu.
Hitler’in yönetici olduğu dönemde 1919 tarihli Weimar Anayasası teknik olarak II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yürürlükten kaldırılmadı. Ancak 1933 yılında nasyonal sosyalist hükûmetin düzenlemeleri tipik “demokratik” sistemin mekanizmalarını tahrip etti, o yüzden 1933 yılı Weimar döneminin sonu olarak kabul edilir.
Ad ve simgeler
Weimar Cumhuriyeti, anayasasını kabul eden Meclis 6 Şubat 1919’dan 11 Ağustos 1919’a kadar Weimar’da toplandığı için bu şekilde adlandırılmıştır, ancak bu isim ancak 1933’ten sonra yaygınlaşmıştır.
Weimar Cumhuriyeti, 1919 ile 1933 yılları arasında Alman devletine verilen isimdi. “Deutsches Reich” (Alman İmparatorluğu) terimi resmi olarak muhafaza edildi, ancak bu dönemde neredeyse hiç kullanılmadı. Katolik Merkez Partisi olarak da bilinen Alman Merkez Partisi “Deutscher Volksstaat” (Alman Halk Devleti) terimini tercih ederken, Almanya Sosyal Demokrat Partisi “Deutsche Republik” (Alman Cumhuriyeti) terimini tercih etti. “Republik von Weimar” (Weimar Cumhuriyeti) terimi ilk kez 1929 yılında Adolf Hitler tarafından yapılan bir konuşma sırasında dile getirilmiş ve terimin yaygınlaşması 1930’ları bulmuştur. Tarihçi Richard J. Evans, “Deutsches Reich” teriminin Orta Avrupa’daki tüm Almanca konuşanları kapsayan güçlü bir Alman devleti imajını çağrıştırdığını ve bunun da Nazi sloganı olan “tek Halk, tek İmparatorluk, tek Lider” ile örtüştüğünü belirtmektedir.
Bayrak ve arma
Eski siyah-kırmızı-altın üç renk Weimar Anayasası’nda ulusal bayrak olarak adlandırılmıştır.[6] Nazi Partisi’nin iktidarı ele geçirmesinin ardından 1935 yılında kaldırılmıştır. Arma başlangıçta 1849 tarihli Paulskirche Anayasası tarafından getirilen ve Kasım 1911’de ilan edilen “Reichsadler “e dayanıyordu. 1928 yılında Karl-Tobias Schwab tarafından yapılan yeni bir tasarım ulusal arma olarak kabul edilmiş, 1935 yılında Nazi “Reichsadler”i ile değiştirilene kadar bu arma kullanılmış ve 1950 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti tarafından yeniden kabul edilmiştir.
Tarih
I. Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914 ile 11 Kasım 1918 tarihleri arasında gerçekleşti ve bu süre zarfında 70 milyondan fazla askeri personel seferber edildi; savaş 20 milyon askeri ve sivil ölümle sona erdi- milyonlarcasını oluşturan 1918 İspanyol gribi pandemisinden kaynaklanan ölümler hariç- bu da onu tarihteki en büyük ve en ölümcül savaşlardan biri haline getirdi.
Avrupa’da ve dünya çapında birçok cephede dört yıl süren savaşın ardından, Ağustos 1918’de son Müttefik taarruzu başladı ve Almanya ile Merkezi Güçler’in konumu kötüleşerek barış talep etmelerine yol açtı. İlk teklifler Müttefik Devletler tarafından reddedildi ve Almanya’nın durumu daha da umutsuz hale geldi. Yaklaşan askeri yenilginin farkındalığı 1918-1919 Alman Devrimi, 9 Kasım 1918’de cumhuriyetin ilanı, Kayzer II. Wilhelm’in tahttan çekilmesi ve Almanya’nın teslim olması, İmparatorluk Almanyası’nın sonunu ve Weimar Cumhuriyeti’nin başlangıcını işaret eder.
Kasım Devrimi (1918–1919)
Ekim 1918’de Alman İmparatorluğu, seçilmiş parlamentonun yetkilerini arttıran bir anayasa reformu geçirdi. Aynı ayın 29’unda Kiel’de, 1917 Rus Devrimi’ndeki Sovyetler model alınarak İşçi ve Asker Konseyleri kurmaya başlayan denizciler arasında bir isyan patlak verdi. Devrim hızla Almanya geneline yayıldı ve katılımcılar çeşitli şehirlerde can kaybı olmadan askeri ve sivil güçlerin kontrolünü ele geçirdi.
O dönemde, esas olarak işçileri temsil eden sosyalist hareket iki büyük sol partiye bölünmüştü: acil barış görüşmeleri çağrısında bulunan ve Sovyet tarzı bir komuta ekonomisini savunan Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD) ve savaş çabalarını destekleyen ve parlamenter sistemi tercih eden Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), aynı zamanda “Çoğunluk” Almanya Sosyal Demokrat Partisi (MSPD) olarak da bilinir. İsyan, konseylerin Sovyet tarzı istekleri nedeniyle yerleşik ve orta sınıflar arasında büyük korkuya neden oldu. Merkezci ve muhafazakar vatandaşlar için ülke komünist bir devrimin eşiğinde gibi görünüyordu.



Philipp Scheidemann Reichstag binasından Alman Cumhuriyeti’ni ilan ederken
7 Kasım’a gelindiğinde devrim Münih’e ulaşmış ve Bavyera Kralı Ludwig III’ün kaçmasıyla sonuçlanmıştı. MSPD tabandaki desteğinden faydalanarak hareketin ön saflarında yer aldı ve Kayzer II. Wilhelm’in tahttan çekilmesini talep etti. Wilhelm reddedince, Baden Prensi Max bunu yaptığını açıkladı ve Hohenzollern Hanedanı’nın başka bir üyesi altında bir naiplik kurmaya çalıştı. MSPD’de kendi kendini atayan bir askeri uzman olan Gustav Noske, daha fazla huzursuzluğu önlemek için Kiel’e gönderildi ve Kiel kışlasındaki isyancı denizcileri ve destekçilerini kontrol etme görevini üstlendi. Devrimci mücadele konusunda deneyimsiz olan denizciler ve askerler onu deneyimli bir politikacı olarak karşıladı ve bir uzlaşma için pazarlık yapmasına izin vererek üniformalı devrimcilerin ilk öfkesini yatıştırdı.
9 Kasım’da MSPD üyesi Philipp Scheidemann Berlin’deki Reichstag binasında, monarşi mi yoksa cumhuriyet mi sorusunun ulusal bir meclis tarafından yanıtlanması gerektiğine inanan MSPD lideri Friedrich Ebert’in öfkesine rağmen “Alman Cumhuriyeti “ni ilan etti. İki saat sonra, komünist Spartakusbund’un (Spartaküs Birliği) eş lideri Karl Liebknecht tarafından Berliner Stadtschloss’ta “Özgür Sosyalist Cumhuriyet” ilan edildi. İmparatorluk Şansölyesi Baden Prensi Max yetkilerini gönülsüzce kabul eden Friedrich Ebert’e devretti. Ebert ve Hugo Haase liderliğinde üç MSPD ve üç USPD üyesinden oluşan “Halk Temsilcileri Konseyi” adında bir koalisyon hükûmeti kuruldu. Geçici bir bakanlar kurulu olarak hareket etmeye çalıştı, ancak iktidar sorunu cevapsız kaldı.
11 Kasım’da Compiègne’de Alman temsilciler tarafından bir ateşkes imzalandı ve Müttefikler ile Almanya arasındaki askeri operasyonlar fiilen sona erdi. Bu, Müttefikler tarafından herhangi bir taviz verilmeksizin Almanya’nın teslim olması anlamına geliyordu; deniz ablukası tam barış şartları kabul edilene kadar devam edecekti. Kasım 1918’den Ocak 1919’a kadar Alman siyaseti, farklı grupların kontrol ve güç için mücadele ettiği bir akış halindeydi.
Kriz yılları (1919–1923)
Birinci Dünya Savaşı sonrası Alman siviller için korkunçtu, çünkü ciddi gıda kıtlığı 1923’e kadar dört yıl boyunca devam etti. Haziran 1919’da deniz ablukasının kaldırılmasına rağmen, savaşın neden olduğu sıkıntılar on yıl boyunca devam etti. Alman yetkililer, ulusun giderek artan açlığıyla mücadele etmek için, 1915’te ülke çapında domuz katliamı (Schweinemord) gibi çoğu son derece başarısız olan aceleci kararlar aldı. 1922 yılında, Versay Antlaşması’nın imzalanmasından üç yıl sonra, ülkedeki et tüketimi savaş döneminden bu yana artmamıştı. Acı ve ıstırabın devam etmesi Weimar otoritesini olumsuz bir şekilde gösterdi ve kamuoyu başarısızlığının arkasındaki ana kaynaklardan biri oldu. Ekonomik kayıplar, Müttefiklerin Versay Antlaşmasına kadar Almanya’ya uyguladığı abluka ile de ilişkilendirilebilir, zira Müttefikler çoğu Almanın karşılayamayacağı düşük seviyelerde mal ithalatına izin vermişti. Antlaşma 28 Haziran 1919’da imzalandı ve kolayca dört kategoriye ayrıldı: toprak sorunları, silahsızlanma talepleri, tazminatlar ve suçun devredilmesi. Almanya, 1921 yılına kadar 20 milyar altın mark, yani yaklaşık 4,5 milyar dolar ödemeye ve tartışmalı “Savaş Suçluluğu Maddesini” kabul etmeye zorlanmıştır. Bu antlaşma, devam eden ekonomik krizle birlikte, kısa bir süre sonra Almanya’da aşırı milliyetçi hareketlerin yükselişine katkıda bulundu.

Rheinland’ın Müttefikler tarafından işgali 11 Kasım 1918’de Almanya ile yapılan ateşkesin ardından gerçekleşti. İşgalci ordular Amerikan, Belçika, İngiliz ve Fransız kuvvetlerinden oluşuyordu. 1920 yılında, Fransa’nın yoğun baskısı altında, Saar, Ren Eyaletinden ayrıldı ve 1935 yılında yapılan bir plebisite kadar Milletler Cemiyeti tarafından yönetildi ve bölge Alman İmparatorluğuna geri verildi. Aynı zamanda 1920’de Eupen ve Malmedy bölgeleri Belçika’ya devredildi. Kısa bir süre sonra Fransa, Rheinland’ı tamamen işgal ederek tüm önemli sanayi bölgelerini sıkı bir şekilde kontrol altına aldı.
Tazminatlar da savaş sonrası dönemde önemli bir konuydu. Almanya’nın ödemekle yükümlü olduğu gerçek tazminat miktarı 1921 Londra Programı’nda kararlaştırılan 132 milyar mark değil, A ve B Tahvillerinde öngörülen 50 milyar marktı. Tarihçi Sally Marks, 112 milyar marklık “C tahvillerinin” tamamen hayali olduğunu, Almanya’nın çok daha fazlasını ödeyeceğine dair kamuoyunu kandırmaya yönelik bir araç olduğunu söylüyor. Gerçekte 1920’den 1931’e kadar (ödemelerin süresiz olarak askıya alındığı dönem) yapılan toplam ödeme 20 milyar mark, yani yaklaşık 5 milyar ABD Doları ya da 1 milyar sterlindi. Bunun 12.5 milyarı nakitti ve çoğunlukla New York bankerlerinden alınan kredilerden geliyordu. Geri kalanı ise kömür ve kimyasal maddeler gibi mallardan ya da demiryolu ekipmanları gibi varlıklardan oluşuyordu. Tazminat faturası 1921’de Müttefiklerin talepleri temelinde değil, Almanya’nın ödeme kapasitesi temelinde belirlendi.
Hiperenflasyon, savaş sonrası yıllarda da önemli bir sorundu. Savaş sonrası ilk yıllarda enflasyon endişe verici bir oranda artıyordu, ancak hükûmet borçları ödemek için daha fazla para bastı. 1923 yılına gelindiğinde Cumhuriyet, Versailles Antlaşması’nın gerektirdiği tazminat ödemelerini artık karşılayamayacağını iddia etti ve hükûmet bazı ödemelerde temerrüde düştü. Bunun üzerine Fransız ve Belçikalı birlikler, Ocak 1923’te Almanya’nın o dönemdeki en verimli sanayi bölgesi olan Ruhr bölgesini işgal ederek çoğu madencilik ve imalat şirketinin kontrolünü ele geçirdi. Grev çağrısı yapıldı ve pasif direniş teşvik edildi. Bu grevler sekiz ay sürdü ve hem ekonomiye hem de topluma daha fazla zarar verdi.
Siyasi kargaşa: siyasi cinayetler ve iktidarı ele geçirme girişimleri

Weimar Cumhuriyeti hem soldan hem de sağdan muhalefetle karşılaştı. Almanya Komünist Partisi gibi gruplar tarafından temsil edilen radikal sol, iktidardaki Sosyal Demokratları komünist bir devrimi engelleyerek işçi hareketinin ideallerine ihanet etmekle suçladı ve Cumhuriyeti yıkmaya çalıştı. Öte yandan, çeşitli sağcı gruplar Alman İmparatorluğu gibi otoriter bir monarşiyi tercih ederek her türlü demokratik sisteme karşı çıktı. Bazı sağcılar, özellikle de eski subaylar, Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinden Sosyalistleri ve Yahudileri sorumlu tutuyordu.
Sonraki yıllarda merkezi hükûmet, Reichswehr’in desteğiyle Almanya’nın şehirlerinde patlak veren şiddet olaylarına sert bir şekilde müdahale etti. Sol, Sosyal Demokratları devrim ideallerine ihanet etmekle suçlarken, ordu ve hükûmet tarafından finanse edilen Freikorps grevci işçilere karşı şiddet eylemlerinde bulundu.
Weimar Cumhuriyeti’ne karşı ilk büyük meydan okuma 1919’da bir grup komünist ve anarşistin Münih’te Bavyera hükûmetini ele geçirmesi ve Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etmesiyle geldi. Ayaklanma, solcu güçleri bastırmak için para alan eski askerlerden oluşan bir grup olan Freikorps tarafından acımasızca bastırıldı.
1920’de Kapp Darbesi sırasında 12.000 Freikorps askeri Berlin’i işgal etti ve sağcı bir gazeteci olan Wolfgang Kapp’ı şansölye olarak atadı. Ulusal hükûmet, Kapp hükûmetinin sadece dört gün sonra çökmesine yol açan bir genel grev çağrısında bulundu.
Mart 1921’de Ruhr bölgesinde bir işçi ayaklanması başladı ve 50.000 kişi bir “Kızıl Ordu” oluşturarak eyaletin kontrolünü ele geçirdi. Düzenli ordu ve Freikorps isyanı bastırdı. SPD liderleri, sosyalist bir rejimin kurulmasından yana olan USPD destekçileri tarafından yönetilen isyanı desteklemedi.
Ağustos 1921’de Maliye Bakanı Matthias Erzberger ve Dışişleri Bakanı Walther Rathenau Konsolosluk Örgütü üyeleri tarafından öldürüldü. Bir Yahudi olan Rathenau, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile 1922 Rapallo Antlaşması yoluyla Almanya’nın izolasyonunu kırma çabaları nedeniyle de hedef alınmıştı. Buna karşılık hükûmet bir “Cumhuriyeti Savunma Yasası” çıkardı ve kurbanlar için halka açık büyük cenaze törenleri düzenledi. Ancak sağcı devlet suçluları faaliyetlerine devam etti ve imparatorluk muhafazakârlığından etkilenen yargıçlar tarafından verilen hafif cezalar Cumhuriyeti daha da zayıflattı.
Altın Dönem (1924-1929)

Gustav Stresemann 1923’te 100 gün boyunca Reichskanzler ve 1923’ten 1929’a kadar Goldene Zwanziger (“Altın Yirmiler”) olarak bilinen Weimar Cumhuriyeti’nin göreceli istikrar döneminde dışişleri bakanı olarak görev yaptı. Bu süre zarfında ekonomi büyüdü ve sivil huzursuzluk azaldı. Stresemann, 1923’te Rentenmark’ın piyasaya sürülmesiyle Alman para birimini istikrara kavuşturmak için çalıştı ve bu da Weimar Cumhuriyeti ekonomisine olan uluslararası güveni daha da artırdı.
Almanya’nın tazminat yükümlülüklerini yerine getirmesine yardımcı olmak için 1924’te Dawes Planı oluşturuldu ve Amerikan bankalarının Alman bankalarına Alman varlıklarını teminat göstererek borç vermesini içeriyordu. Almanya ayrıca Rapallo Antlaşması aracılığıyla Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişkiler kurdu ve Fransa, Belçika, İngiltere ve İtalya ile Locarno Antlaşması imzaladı. Bu, Almanya’nın uluslararası konumunu iyileştirdi ve 1926’da Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesine yol açtı.
Bu dönemde ticaret arttı ve işsizlik azaldı, ancak Stresemann’ın reformları Weimar Cumhuriyeti’nin altında yatan zayıflıkları tam olarak ele almadı. Siyasi durum, sık sık hükûmet değişiklikleri nedeniyle istikrarsızdı ve Amerikan finansına artan bağımlılık kısa ömürlü oldu. Büyük Buhran özellikle Almanya’yı derinden etkiledi.
1920’ler aynı zamanda Almanya’da Weimar kültürü olarak bilinen, edebiyat, sinema, tiyatro ve müzikte yaratıcılığın arttığı kültürel bir rönesansa sahne oldu. Özellikle Berlin’deki kültürel ortam, kapitalist aşırılıkların reddi ve devrimci değişim çağrısı ile damgasını vurdu.
Yenilenen kriz ve gerileme (1930-1933)

1930-1933 yılları arasındaki dönem Almanya için yeni bir kriz ve gerilemeye işaret ediyordu, zira ülke Büyük Buhran’ın başlangıcından ağır bir şekilde etkilenmişti. Almanya’da Gayri Safi Milli Hasıla ve fiyat endeksi bu dönemde ciddi bir deflasyon ve durgunluk yaşadı. İşsizlik oranı da yükselerek 1932’de %30,8’e ulaştı. Bu ekonomik çalkantı, Nazi Partisi’nin 1928’de toplam oyların %3’ünden 1933’te %44’üne yükselmesinin de gösterdiği gibi, birçok seçmenin radikalleşmesine yol açtı. Komünist Parti (KPD) de desteğini artırarak istikrarsız bir koalisyon sistemine ve artan siyasi şiddete yol açtı.
1930’da Şansölye olarak atanan Heinrich Brüning, ekonomiyi istikrara kavuşturmak amacıyla bir deflasyon politikası uyguladı. Ancak Reichstag’da çoğunluğun desteğini alamaması, anayasanın Reichspräsident’e verdiği olağanüstü hal yetkilerini (Madde 48) kullanarak parlamentodan bağımsız bir şekilde yönetmesine yol açtı. Bu durum onu Reichspräsident Paul von Hindenburg’a bağımlı hale getirdi. Reichstag’ın Reich maliyesinde reform yapılmasını öngören bir tasarıyı reddetmesi, Reichstag’ın feshedilmesine ve Eylül 1930’da NSDAP’nin oyların %18,3’ünü kazanmasıyla Reichstag’da önemli bir değişimle sonuçlanan bir genel seçime yol açtı. Cumhuriyet yanlısı çoğunluğun oluşması imkansız hale gelmiş, bu da siyasi istikrarsızlığa ve nihayetinde Nazi lideri Adolf Hitler’in 1933’te iktidara yükselmesine yol açmıştır.

Weimar Cumhuriyeti’nin sonu

Weimar Cumhuriyeti’nin sona ermesi, 1933 yılında Hitler’in şansölyeliğinin yükselişine işaret ediyordu. Hitler, 30 Ocak 1933 sabahı kısa bir törenle Şansölye olarak yemin etti. Ancak iktidara gelmesinden sonraki bir hafta içinde hükûmet muhalefeti bastırmaya başladı. Sol partilerin toplantıları yasaklandı ve ılımlı partilerin üyeleri tehdit edildi ve saldırıya uğradı. Yasal görünümlü önlemler Şubat ortasında Komünist Parti’yi bastırdı ve Reichstag milletvekillerinin açıkça yasadışı bir şekilde tutuklanmasını içeriyordu.
27 Şubat 1933’te Reichstag binası yanarak yerle bir oldu ve bu olay başlangıçta Hollandalı konsey komünisti Marinus van der Lubbe tarafından gerçekleştirilen bir kundaklama eylemi olarak suçlandı. Ancak 2019 yılında, önde gelen bir Nazi dönemi Alman tarihçisi tarafından gizlenen bir yeminli ifade ortaya çıkarıldı. 1950’lerde Nazilerin paramiliter SA biriminin eski bir üyesi, Reichstag yangınının olduğu gece, Van der Lubbe’yi revirden Reichstag’a götüren SA grubunun bir parçası olduğuna ve burada “garip bir yanık kokusu ve odalardan yükselen duman bulutları” fark ettiklerine yemin ediyordu. Der Lubbe SA tarafından zorla oraya getirildiğinde yangının zaten çıkarılmış olması ve Nazi hükûmetinin bu olayı iktidarı ele geçirmek için hemen kullanması, birçok çağdaş tarihçinin SA’nın kundaklamada sahte bayrak saldırısı olarak rol oynadığını doğrulamasına yol açmıştır. Hitler yangından KPD’yi sorumlu tutmuş (Van der Lubbe parti üyesi olmamasına rağmen) ve Hindenburg’u ertesi gün Reichstag Yangın Kararnamesini yayınlamaya ikna etmiştir. Kararname, Weimar Anayasası’nın 48. maddesine atıfta bulunuyor ve sivil özgürlüklere ilişkin bir dizi anayasal korumayı “süresiz olarak askıya alarak” Nazi hükûmetinin siyasi toplantılara karşı hızla harekete geçmesine, Komünistleri tutuklamasına ve öldürmesine olanak tanıyordu.
Hitler ve Naziler, seçmenleri etkilemek için Alman devletinin yayın ve havacılık olanaklarından büyük ölçüde yararlandı, ancak bu seçim NSDAP-DNVP koalisyonu için 16 sandalyelik yetersiz çoğunluk sağladı. NSDAP, 5 Mart 1933’te yapılan Reichstag seçimlerinde 17 milyon oy aldı. Komünist, Sosyal Demokrat ve Katolik Merkez oyları sağlam kaldı. Bu, Weimar Cumhuriyeti’nin son çok partili seçimi ve 57 yıl boyunca tüm Almanya’da yapılan son çok partili seçim oldu.
Hitler, farklı çıkar gruplarına hitap ederek Weimar Cumhuriyeti’nin süregelen istikrarsızlığına kesin bir çözüm bulunması gerektiğini vurguladı. Artık Almanya’nın sorunlarından Komünistleri sorumlu tutuyor, hatta 3 Mart’ta onları ölümle tehdit ediyordu. Eski Şansölye Heinrich Brüning, Merkez Partisi’nin herhangi bir anayasal değişikliğe direneceğini ilan etti ve Reichstag yangınının soruşturulması için Cumhurbaşkanı’na başvurdu. Hitler’in başarılı planı, artık Komünistlerden arınmış olan Reichstag’dan geriye kalanların kendisine ve Hükûmete kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermesini sağlamaktı. Şimdiye kadarki Başkanlık Diktatörlüğü böylece kendisine yeni bir yasal biçim verecekti.
15 Mart’ta yapılan ilk kabine toplantısına Reichstag’da azınlığı temsil eden iki koalisyon partisi katıldı: Naziler ve Alfred Hugenberg liderliğindeki DNVP (288 + 52 sandalye). Nürnberg Duruşmalarına göre, bu kabine toplantısının ilk gündem maddesi, anayasanın izin verdiği ve %66 parlamento çoğunluğu gerektiren Yetki Kanunu aracılığıyla karşı devrimin nasıl gerçekleştirileceğiydi. Bu yasa Hitler’i ve NSDAP’yi sınırsız diktatörlük yetkileri hedefine götürecekti ve götürdü de.
Hitler 15 Mart’taki kabine toplantısında, kabineye Reichstag’ın onayı olmadan yasa çıkarma yetkisi verecek olan Yetki Kanunu’nu sundu. Bu arada Naziler için geriye kalan tek soru, Katolik Merkez Partisi’nin Yetki Kanunu’nu destekleyip desteklemeyeceğiydi. Onların da desteğiyle yasa 23 Mart 1933’te 444 lehte ve 94 aleyhte oyla kabul edildi ve Hitler ile Nazi hükûmetine diktatörlük yetkileri vererek Weimar Cumhuriyeti’nin resmen sonunu getirdi. Bu durum Hitler’in Reichstag’ın onayı olmadan yasalar çıkarmasına ve kendisini bir diktatör olarak kabul ettirmesine olanak tanıyarak siyasi muhaliflerin zulme uğramasına, ortadan kaldırılmasına ve Holokost’un başlamasına yol açtı.
Sonuçlar
1933 tarihli Yetki Kanunu yaygın olarak Weimar Cumhuriyeti’nin sonu ve Nazi döneminin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu yasa kabineye Reichstag veya Başkan’ın onayı olmadan yasa yapma ve Weimar Anayasası’na aykırı yasalar çıkarma yetkisi veriyordu. Mart 1933 seçimlerinden önce Adolf Hitler, Paul von Hindenburg’u Reichstag Yangını Kararnamesi’ni Madde 48’i kullanarak yayınlamaya ikna etmişti; bu kararname hükûmete “habeas corpus haklarını […] basın özgürlüğünü, örgütlenme ve toplanma özgürlüğünü, posta, telgraf ve telefon haberleşmesinin gizliliğini” kısıtlama yetkisi veriyor ve arama emirlerini ve müsadereyi “aksi belirtilmedikçe yasal sınırların ötesinde” yasallaştırıyordu. Bunun amacı Komünistlerin hükûmete karşı herhangi bir eylemde bulunmasını engellemekti. Hitler, Yetki Kanunu’nun hükümlerini diktatörlüğüne başka kaynaklardan gelebilecek olası muhalefeti önlemek için kullandı ve bunda çoğunlukla başarılı oldu: Yetki Kanunu’nun kabulünü takip eden aylarda NSDAP dışındaki tüm Alman partileri yasaklandı veya kendilerini feshetmeye zorlandı, tüm sendikalar feshedildi ve tüm medya Reich Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’nın kontrolü altına alındı (Frankfurter Zeitung hariç). Reichstag daha sonra Hindenburg tarafından feshedildi ve Kasım 1933’te NSDAP’ye meclisin tam kontrolünü veren tek partili bir erken seçim çağrısı yapıldı.
1919 Anayasası hiçbir zaman resmen yürürlükten kaldırılmadı, ancak Yetki Kanunu’ndan sonra o ölü bir kelime olduğu anlamına geliyordu. Reichstag, Alman siyasetinde aktif bir oyuncu olmaktan fiilen çıkarıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sadece ara sıra toplandı, hiçbir tartışma yapmadı ve sadece birkaç yasa çıkardı; tüm amaçlar için Hitler’in konuşmaları için sadece bir sahneye indirgendi. Alman parlamentosunun diğer meclisi (Reichsrat) Şubat 1934’te resmen lağvedildi; bu karar, yetkisi altında çıkarılan herhangi bir yasanın her iki meclisin kurumlarını etkileyemeyeceğini öngören Yetki Kanunu’nun açıkça ihlaliydi. Ancak o zamana kadar Naziler kendi kendilerinin yasası haline gelmişti ve bu eylemlere mahkemede hiçbir zaman itiraz edilmedi.
2 Ağustos 1934’te Hindenburg akciğer kanserinden öldü ve böylece Nazilerin tam hakimiyetinin önündeki tüm engeller ortadan kalktı; Hindenburg’un ölümünden bir gün sonra Hitler Kabinesi “Reich’ın En Yüksek Devlet Makamına İlişkin Kanun “u kabul ederek Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini yeni “Führer ve Reich Şansölyesi” makamına devretti ve ona herhangi bir kontrol ve denge imkanı olmaksızın tüm Reich üzerinde tam güç verdi. Bu hamle daha sonra son derece demokratik olmayan bir referandum ile onaylandı. Bu, 1936’da Rheinland’ın yeniden askerileştirilmesi ile birlikte Weimar Cumhuriyeti’nin son kalıntılarını da ortadan kaldırdı.
Başarısızlık nedenleri
Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşü, başarısızlığına katkıda bulunan birçok faktörle birlikte devam eden bir tartışma konusudur. Bazıları, ılımlı siyasi figürlerin bile desteklememesi ve hem sol hem de sağdaki aşırı uçların karşı çıkması nedeniyle, en başından beri başarısızlığa mahkûm olduğunu savunmaktadır. Almanya’nın sınırlı demokratik gelenekleri ve Weimar demokrasisinin kaotik olarak algılanması da halk desteğinden yoksun kalmasına katkıda bulunmuştur. Buna ek olarak, Almanya’nın I. Dünya Savaşı’nda teslim olmasının hainlerin eylemlerinden kaynaklandığını savunan Dolchstoß (veya “arkadan bıçaklanma”) teorisine olan inanç, hükûmetin meşruiyetine daha da zarar verdi.
Hiperenflasyon, kitlesel işsizlik ve yaşam standartlarındaki düşüş gibi ekonomik sorunlar da Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşünde önemli faktörlerdi. Amerikan kredilerine olan bağımlılığı nedeniyle Almanya’yı özellikle etkileyen 1930’ların Büyük Buhranı bu sorunları daha da şiddetlendirdi. Ayrıca Versailles Antlaşması’nın getirdiği tazminat yükü Almanya’nın ekonomisine zarar vererek hiperenflasyona ve piyasa kredisi eksikliğine yol açtı.
Kurumsal sorunlar da Weimar Cumhuriyeti’nin çöküşüne önemli bir katkıda bulunmuştur. Reichspräsident pozisyonunun imparatorun yerine geçmesi ve parti siyasetinin rolünü azaltması nedeniyle 1919 anayasası kusurlu olarak görülmüştür. Federal Almanya Cumhuriyeti Temel Yasası olarak bilinen 1949 Batı Alman Anayasası bu kusurlara bir yanıt olarak hayata geçirilmiştir.
Sonuç olarak, hiçbir faktör Weimar Cumhuriyeti’nin başarısızlığını tam olarak açıklayamaz. Şansölye Heinrich Brüning’in ekonomi politikaları ve Adolf Hitler’in yükselişi gibi belirli bireylerin rolleri de çöküşünde önemli bir rol oynamıştır.
Miras
Nazi propagandasında “Sistem” (Das System) ya da “Sistem Zamanı” (Systemzeit) olarak da bilinen Weimar Cumhuriyeti, bir ihanet, yozlaşma ve yolsuzluk dönemi olarak tanımlanmıştır. Cumhuriyetin 1918’de kurulduğu aya atfen “Kasım suçluları” ya da “Kasım suçlularının rejimi” (Almanca: November-Verbrecher) olarak da anılmıştır. Bu olumsuz tasvire rağmen Weimar Cumhuriyeti tüm yetişkinler (kadınlar dahil) için oy hakkı, sekiz saatlik iş günü, medya ve teknolojide yenilikler ve LGBT bireyler için daha fazla özgürlük getirmiştir. Ancak bu ilerici politikalar, Nazi Almanyası’nın güçlü homofobik politikaları ve hem Batı hem de Doğu Almanya’daki hükûmetlerin muhafazakar tutumları tarafından geri alındı. Foreign Policy’ye göre Weimar Cumhuriyeti “faşizme teslim olan ‘başarısız’ bir demokrasinin en iyi bilinen tarihi örneği” olarak görülmektedir.
- 1933 – Fransız Vagon-Li Şirketi’nin Belçikalı Müdürünün koyduğu, Türkçe yasağına tepki gösterildi. (bkz. Vagon-Li Olayı)
- 1933 – Uçak gemisi olarak imal edilen ilk ABD donanma gemisi, USS Ranger denize indirildi.
- 1943 – Talat Paşa’nın Almanya’da tahnit edilen naaşı, İstanbul’a getirildi. Aynı gün Hürriyet-i Ebediye tepesinde toprağa verildi.
Mehmed Talat (Osmanlıca: محمد طلعت, romanize: Meḥmed Ṭalʿat; 1 Eylül 1874[4][5] -15 Mart 1921), Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurucu lideri, İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve önde gelen liderlerinden olan Osmanlı devlet adamıdır.
1908 İhtilali’nin hazırlanmasında önemli rol oynayan Talat Bey, 1908-1918 arasında Osmanlı Devleti siyasetine yön veren en önemli aktörlerden biri olmuştur. Bâb-ı Âli Baskını sonrasında Said Halim Paşa Kabinesinde Dâhiliye Nazırlığına getirildikten sonra devlet siyasetinin en önemli belirleyicilerinden biri hâline geldi. Enver Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte Üç Paşalar iktidarını kuran Talat Bey, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesinde ve Ermeni Kırımı’nda rol oynadı.[6]
1917 yılında sadrazamlık yaptı. Savaşın kaybedilmesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni feshedip Enver ve Cemal Paşalarla birlikte ülkeyi terk etti. 1921 yılında Berlin’de, Soğomon Tehliryan adında Ermeni Kırımı yüzünden intikam almak isteyen bir Ermeni tarafından öldürüldü.
Yaşamı
Mehmed Talat 1874 yılında Edirne Vilayeti’nin Kırcaali şehrinde Çingene[7][8][9] veya Pomak[10][11][12] asıllı orta sınıf[13] bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Ahmed Vasıf Efendi, yakınlardaki bir köy olan Çepleci’den bir kadıydı.[2] Annesi ise Kayseri Dedeler köyünden buraya göçmüş bir aileye mensup Hürmüz Hanım’dı.[14][15] İlk eğitimini Vize’de gördükten sonra Edirne Askerî Rüştiyesi’ni bitirdi.[5]
Babasının ölümü üzerine annesi ve iki kız kardeşinin sorumluluğunu erken yaşta üstüne almak zorunda kaldı.[16] 1898 ile 1908 arasında, Selanik Postanesinde posta memuru olarak görev yaptı. Bu posta biriminde 10 yıl hizmet ettikten sonra, Selanik Postane başkanı oldu. Memuriyeti sırasında Fransızca dersleri aldı, ayrıca Rumca da konuşabilmekteydi.[5]
Jön Türk Hareketi
Jön Türk düşüncesinden genç yaşta haberdar oldu, alt düzey bürokrat ve zabitlerden oluşan bir muhalefet örgütlenmesine katıldı. 1896’da arkadaşlarıyla beraber tutuklanan Talat Bey, üç yıl hapse mahkûm edilerek Edirne Hapishanesi’ne gönderildi ve memuriyetten azledildi. Bir buçuk yıl kadar hapis yattıktan sonra 1898 yılı Şubat ayında bir irade ile diğer arkadaşlarıyla beraber affedildi, ancak Edirne’de kalmasına izin verilmeyerek Selanik’e sürüldü.
1899’da Selânik Vilâyeti Posta ve Telgraf İdaresi’nde kâtip, 1903’te başkâtip oldu ve 21 Kasım 1907 tarihinde azledilinceye kadar bu görevde kaldı.[5] Posta idaresindeki görevi ona memleket dışındaki muhaliflerin yayınladıkları gazeteleri gizlice alıp Selanik’e getirme fırsatı verdi.[16] Selanik’te resmi işleriyle uğraşmanın dışında Selanik Hukuk Mektebi’ne devam etti.[16]
1903’te İtalyan Obediyası’na bağlı Macedonia Risorta mason locasına girdi. Kimi kaynaklara göre aynı zamanda Bektaşî tarikatı mensubu idi ve her iki kanalı da muhalif siyasi örgütlenme için kullandı.[5] 1903’teki İlinden İsyanı Selânik’teki muhaliflerin de yeniden örgütlenme çabalarına vesile oldu. Muhalifler 1906 yılı Temmuzunda yeni bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesine karar verdiler. Talat Bey ile İsmail Canbulat ve Mithat Şükrü Bey’den oluşan bir heyet, adı sonradan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adını alan örgütün kurulmasına karar verdi. Talat Bey, İsmail Canbolat ve Mustafa Rahmi Bey ile birlikte örgütün idaresini üstlendi. Özellikle düşük rütbeli subayların üye kaydolduğu cemiyet, merkezi Paris’te bulunan “Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti” ile 17 Eylül 1907’de birleşti; “Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti Dâhilî Merkez-i Umûmîsi” adını aldı. Talat Bey bu yeni teşkilâtın kâtibi olarak görevlendirildi. “Hâricî Merkez-i Umûmî”’de benzer bir görevi üstlenen Bahâeddin Şâkir Bey ile beraber örgütün teşkilâtlanmasını denetleyen iki kişiden biri oldu.
Bir jurnal üzerine Kasım 1907’de Posta İdaresi’ndeki görevinden azledilen Talat Bey, memuriyet hayatının bitmesi sayesinde bütün zamanını cemiyet için kullanma imkânı bulmuştur.[16] Meşrutiyet’in İlanından önce iki kere İstanbul’a giderek cemiyetin İstanbul şubesinin kurulması için çalıştı.
1908 İhtilalinden sonra
1908 ihtilalinden sonra örgüt “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti” adını aldı. Cemiyetin en önemli idarecilerinden biri hâline gelen Talat Bey, 1908-1918 döneminde Osmanlı Devleti’nde en önemi siyaset yapıcılardan biri oldu. Siyasi görevlerinin yanı sıra 1909 yılında kurulan Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının ilk büyük üstadı olarak bir yıl görev yaptı.[17]
Talat Bey, Kasım-Aralık ayları içinde yapılan 1908 seçimlerinde memleketi Edirne’den aday olmuş ve doksan oy alarak Meclis-i Mebusan’a girmiştir. Meclisin açılışında Ahmet Rıza Bey 205 oy alarak başkan seçilirken Talat Bey’de 116 oy alarak birinci reis vekili seçildi.[16]
31 Mart isyanı

31 Mart İsyanı’nda isyancıların boy hedeflerinden biri hâline gelen Talat ve Nazım Beyler, isyanın ilk günü Ali Cemal Bey’in Şehzadebaşı’ndaki evinde saklandılar.[18] Ahmet Rıza Bey’in tarikiyle ikinci gün saklandıkları evden çıkıp Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutün) üyesi ve gazeteci Haçadur Malumyan’ın evinde saklandılar.[19] İsyanın üçüncü günü ise Hareket Ordusuna katılmak, Meclis-i Mebusan ve Ayan azalarını toplayabilmek için Doktor Nâzım Bey’le birlikte Ayastefanos’a gitti. Yat kulübünde toplanan diğer mebusan ve ayanla birlikte padişahın “Kanun-u Esasi”ye sadık kaldıkça saltanat haklarının korunacağına dair sadarete çekilen telgrafa imza attı.[16] Sultan Abdülhamit’in hal edilmesinden sonra Talat Bey, ayan ikinci başkanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa ile birlikte Reşat Efendi’ye tahta çıktığını bildiren heyetin başkanlığını yaptı.
31 Mart hadisesinden sonra İngiltere’ye seyahate giden 17 kişilik meclis heyetine başkanlık etti. İngiltere’de resmi ziyarette iken Hüseyin Hilmi Paşa kabinesine Dahiliye Nazırı tayin edildiğini öğrendi.[16]
Bakanlıkları
8 Ağustos 1909 ve 4 Şubat 1911 tarihleri arasında bir buçuk yıl Dahiliye nazırı olarak görev yaptıktan sonra “efkarı umumiyeyi ve matbuatı” hoşnut etmediği gerekçesiyle istifa etti; Edirne mebusu olarak meclisteki görevine devam etti.[16]
4 Şubat 1912 – Temmuz 1912 arasında Sait Paşa kabinesinde Posta ve Telgraf nazırı olarak kabinede yer aldı.
Balkan Savaşı sırasında gönüllü asker olarak Edirne’de görev aldıysa da siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle İstanbul’a geri gönderildi.[20] Bâb-ı Âlî Baskını’nın düzenleyici ve uygulayıcıları arasında yer aldı.[5] Baskından sonra Dahiliye Nazırı vekili olarak görev yaptı ancak kabinede yer almadı. Baskından sonra kurulan hükûmet, savaşa devam etme kararı almıştı. Talat Bey, II. Balkan Savaşı esnasında Edirne’nin geri alınması için askerî harekât kararı verilmesinde önemli rol oynadı ve ardından Bulgar temsilcileriyle yapılan barış görüşmelerinde Osmanlı heyetine başkanlık etti.
Mahmud Şevket Paşa suikastının ardından kurulan Said Halim Paşa kabinesinde 12 Haziran 1913’te yeniden Dahiliye nâzırlığına getirildi. Bu tarihten itibaren Talat Bey devletin siyasetinin en önemli belirleyicilerinden biri oldu. Devrin diğer iki önemli yöneticisi Enver Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte Üç Paşalar iktidarını kurarak Osmanlı Devleti’nin son dönemine damgasını vurdu.
Balkan harbinde “hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi” bir devlet politikası hâline getiren Talat Bey, memleketin etnik yapısı hakkında araştırmalar yaptırttı; İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşkilatı yoluyla Rumları ürkütüp göçe sevk etti; boşalan yerlere Makedonya Türklerini yerleştirdi.[16]
Mehmet Talat Paşa, I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyetinin en belirleyici isimlerindendi. Savaşa girme konusunda İttihat ve Terakkî Cemiyeti içinde beliren fikir ayrılığında savaşa katılma taraftarı gruba dolaylı destek vererek Osmanlı Devleti’nin böyle bir karar almasında etkili oldu.[5] 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’nun çıkarılması ve uygulanmasında cemiyet liderlerinden biri ve Dahiliye nâzırı sıfatıyla önemli rol oynadı.
Sadrazamlığı

3 Şubat 1917 tarihinde Said Halim Paşa’nın sağlık sebeplerini ileri sürerek istifa etmesinden sonra Talat Bey, vezir rütbesiyle sadrazamlığa getirildi. Böylece Osmanlı tarihinde sadrazamlığa getirilen ilk mebus oldu.
Sadrazamlık döneminin en önemli konularından bir tanesi, devletin I. Dünya Savaşı’na girmesi ile ortaya çıkan iaşe meselesi olmuştur. 18 Ağustos 1917’de “İaşe-i Umumiye Kararnamesi” ile bütün yetkiler orduya devredilmesi, “Talat- Enver”, “sivil-asker” çatışması olarak ifade edilmiş; bu çatışmada Talat yenilmiş ve halkı besleme görevi Talat ve sivillerden Enver ve askerlere geçmiştir.[16] İaşe işlerinin askerlerden alınıp yeniden sivillere verme çabasına giren Talat Paşa, İaşe Nezareti’ni kurarak başına Kara Kemal’i getirdi.[16]
Bolşevik Devriminin gerçekleşmesiyle savaştan çekilen Rusya ile yapılan barış görüşmelerine Talat Paşa bizzat katıldı. Lev Troçki, Karl Radek gibi ihtilalciler ve Çiçerin ile Lev Mihayloviç Karahan gibi Sovyet diplomasisinde önemli rol oynayacak olan şahsiyetlerle tanışma imkânı buldu. 3 Mart 1918’de imzalanan Brest Litovsk Barış Antlaşması’na Osmanlı Devleti temsilcisi olarak imza atan Talât Paşa’nın çabaları neticesinde Rusya, 93 Harbi sırasında işgal ederek aldığı tüm toprakları (Ardahan, Kars, Artvin ve Batum) Osmanlı Devleti’ne geri vermiştir.
1918 yılı Temmuz ayında Sultan Reşad’ın vefatı üzerine usûlen hükûmetin istifasını sunan Talat Bey, Sultan Vahdettin tarafından yeniden sadrazamlığa atandı. Devletin savaşta yenilgiye uğraması üzerine 8 Ekim 1918’de sadrazamlıktan istifasını sundu ve 14 Ekim’de Ahmed İzzet Paşa sadâretinde yeni kabinenin kurulmasıyla görevi resmen sona erdi.
Yurt dışına çıkışı

Talat Paşa ve kabinesinin istifasından sonra toplanan İttihat Terakki ve Umum Merkezi, Talat Paşa, Enver Paşa, Dr. Nazım ve Dr Bahattin Şakir Bey’lerin ülke dışına çıkmasına karar verdi. Talat ve Enver Paşalar memleket dışına çıkacak olurlarsa bütün düşmanlığın onlarda toplanacağı ve fırkanın diğer üyelerinin bu düşmanlıktan uzak kalacakları ileri sürülüyordu.[16] İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin örgütün feshine karar veren son kongresi 1 Kasım 1918’de Talat Paşa’nın başkanlığında yapıldı. Talat Paşa, o gece Enver ve Cemal paşalar gibi önde gelen cemiyet liderleriyle birlikte bir Alman torpido gemisiyle Karadeniz üzerinden Sivastopol’a geçerek oradan Berlin’e gitti.
Yurt dışına çıkmadan önce Sadrazam Ahmed İzzet Paşa’ya bir mektup bırakan Talat Paşa, mektubunda muhakeme olmak istediğini ama arkadaşlarının ısrarı ile bunu geleceğe bıraktığını, sahip olduğu para ile ilgili bilgi verdikten sonra da memleketin işgalden kurtulduğu gün ilk telgrafta geleceğini ve hesap vereceğini söylüyordu.[16] Talat Paşa’nın yazdığı mektubun Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa’ya verilmesiyle olay ortaya çıktı. Talat Paşa ve arkadaşlarının yurt dışına çıkmaları hükûmeti çok zor bir duruma düşen kabine 8 Kasım’da istifa etti; yerine kurulan Tevfik Paşa kabinesi çıkarttığı bir kararname ile Talat Paşa ve arkadaşlarının memlekette kalan mallarına el koydu. Ardından 2 Şubat 1919 tarihinde “Tehcir ve Taktil” olaylarını inceleyecek heyetler kurulmasına dair Meclis-i Vükela kararı çıkarılarak, Talat Paşa ve arkadaşları gıyaben yargılandı.[16] Damat Ferit Paşa hükûmeti kurulduktan sonra İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerini yargılamak için yeni bir Divan-ı Harp kurulmuş; ayrıca Talat Paşa’nın paşalık rütbesi ile nişanlarının geri alınmasına karar verilmiştir.
Yurtdışındaki faaliyetleri
Talat Paşa, kaçışından itibaren İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yurt dışında yeniden başlattığı faaliyetin idaresinde “Ali Sâî” takma adıyla görev aldı. Bütün faaliyetleri bir araya toplamak ve oradan kontrol edebilmek amacıyla bir büro kiraladı. Arkadaşlarıyla burada Türkiye’nin siyasi durumuna ait haberler özetleyip rapor hâline getiren Talat Paşa, bir gazete çıkarmayı istiyordu.[16] Parasızlık nedeniyle bunu gerçekleştiremeyen Talat Paşa, iktidarda iken Avrupa’da tanıdığı insanlara siyaseti hakkında açıklamada bulunmak için hatıralarını yazdı. Berlin’deki en önemli faaliyetlerinden birisi Şark Kulübü adlı bir kulüp kurması idi. Kulüp adına toplanan paralarla fakir doğulu öğrencilere yardım edilecek, doğuluların Avrupa’yı tanımaları kolaylaştırılacak, doğu hakkında eserler yayınlanacak, doğunun propagandası yapılacaktı.[16]
Talat Paşa ayrıca Tevfik Rüştü, Halide Edip, Celal Bayar, Ankara temsilcisi Bekir Sami Bey ve Galip Kemali beyler ile mektuplaşmalar, Cami Bey, Nuri Conker ile görüşmeler yaptı. Çalışmalarının amacı; Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında anlaşma sağlamak; İngiltere ve öteki Batılılarla ilişki kurmak; Anadolu hareketini desteklemek idi.[16] Bu amaçlarla Avrupa ülkelerinde seyahat etti; Bolşevikler ve galip devletlerle temaslar yaptı. Kendisi bu dönemde ayrıca Mustafa Kemal Paşa ile haberleşti.[5]
Suikastı

Taşnak Partisi’nin İttihat ve Terakkî erkânının öldürülmesi kararı üzerine suikastçı Soğomon Tehliryan, 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa’yı Berlin’in Charlottenburg semtindeki Hardenbergstrasse’deki evinin önünde yakın mesafeden başına ateş etmek suretiyle öldürdü.[22] Berlin, Tampelhof’ta inşasına öncülük ettiği camide kılınan cenaze namazına kalabalık bir katılım oldu; imparatorun başmabeyncisinin yanı sıra Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri ve Adalet Bakanlarının temsilcileri cenazede hazır bulundu.[23] Berlin’deki Türk mezarlığına defnedildi.
Yakalanan Tehliryan cinayeti işlediğini itiraf etti. İki günlük yargılamadan sonra, Türk tarafının gösterdiği savunma tanıkları dahi dinlenmeden hakkında beraat kararı verildi. Karara gerekçe olarak Tehliryan’ın tehcirden dolayı travma ve cinnet geçirmesi gösterildi.[23]
Öldürülüşünün ardından TBMM’nin 1926 yılında kabul ettiği bir kanunla ailesine ev tahsis edildi ve şehit aylığı bağlandı. Talat Paşa’nın Berlin’deki Türk mezarlığında bulunan naaşı, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye’ye taşındı. Gömüldüğü yerden çıkarılan, bayrağa sarılan ve çiçekler içinde, özel bir vagonla İstanbul’a getirilen naaş, 25 Şubat 1944 günü Sirkeci Garında karşılandı, top arabasıyla ve törenle Abide-i Hürriyet şehitliğine taşındı ve burada defnedildi.[23]

Eserleri
Talat Paşa’nın ölümünden sonra yayımlanan hatıraları dışında yazılı bir eseri yoktur. Bu hatıran özeti New York Times Current History dergisinde Ekim 1921’de ve bir kısmı Yeni Şark gazetesinde Kasım-Aralık 1921’de sansürlenerek yayımlanmış; 1945’te Tanin gazetesinde tefrika edilmiş, 1946’da Hüseyin Cahit Yalçın tarafından kitap hâlinde yayımlanmıştır.[5]
Yeni Şark gazetesinde çıkan sansürlü metin, eksik bölümler, Tanin’deki tefrikadan tamamlanıp 2006 yılında Kaynak Yayınları tarafından yayımlandı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bilhassa savaş sırasındaki icraatını savunmak amacıyla hazırlanan bu metinlerin orijinali elde bulunmaz ve gerçekten Talat Paşa’nın kaleminden çıkıp çıkmadığı hususu tartışmalıdır.[5]
Galeri
-
Talat Paşa
-
Talat Paşa (sonradan renklendirilmiş)
-
Talat Paşa (sonradan renklendirilmiş)
-
Sadrazam Talat Paşa
-
Talat Paşa (renklendirilmiş)
-
1926 öncesi çekilmiş Talat Beyin fotoğrafı
-
Photo Phébus, Konstantinopel’in yayınladığı Talat Paşa görseli
-
Brest-Litovsk’taki Merkezi Güçler delegeleri (1917-1918): (Soldan Sağa) Alman general Max Hoffmann, Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Czernin, Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve Almanya Dışişleri Bakanı Kühlman.
-
George Grantham Bain Koleksiyonundaki Talat Paşa görseli
-
Talat Paşa
-
Sadrazam Talat Paşa
-
Talat Paşa’nın gençliği
-
Alfred Nossig, Talat, Halil ve Enver Paşa
- 1954 – Mısır’da Cemal Abdünnâsır başbakan oldu.
- 1964 – Muhammed Ali (Cassius Clay), Miami Beach-Florida’daki maçta, Sonny Liston’ı yenerek ağır sıklet boks şampiyonu oldu.
- 1968 – İstanbul Taksim Meydanı’nda, ikinci “Uyanış Mitingi” yapıldı. Mitingin amacı; Türkiye İşçi Partisi Milletvekillerine Meclis’te yapılan saldırıyı kınamaktı.
- 1970 – Aeroflot İlyuşin İl-14M kazası gerçekleşti.
- 1984 – “Hakkari’de Bir Mevsim” adlı filmin gösterimi, Sıkıyönetim Komutanlığınca yasaklandı.
- 1986 – Filipinler Devlet Başkanı Ferdinand Marcos, 20 yıllık yönetimin ardından Ülkeden kaçtı. İktidara Corazon Aquino geldi.
- 1990 – Nikaragua’da yapılan seçimleri, Sandinistaların lideri Başkan Daniel Ortega, Violeta Chamorro karşısında kaybetti.
- 1991 – Irak, Kuveyt’ten çekilme kararını açıkladı. Böylece Amerikan Birlikleri ve Müttefik Kuvvetlerin birlikte yürüttükleri, “Çöl Fırtınası” harekâtı sona erdi. 28 Şubat’ta da ateşkes antlaşması imzalandı.
- 1991 – Varşova Paktı feshedildi.
- 1994 – İbrahim Camii Katliamı: Bir Batı Şeria kenti olan El-Halil’de, Baruch Goldstein adlı bir Yahudi’nin açtığı ateş sonucu, 29 Filistinli öldü, 125’i de yaralandı. Goldstein, öfkeli kalabalık tarafından linç edildi. Daha sonra çıkan ayaklanmalarda ise, 26 Filistinli ve 9 İsrailli öldü.
- 1994 – Almanya, Refah Partisi’nin “Bosna’ya yardım” adı altında Almanya’ya gönderdiği paralar hakkında soruşturma başlattı.
- 1994 – Demokrasi Partisi (DEP), yerel seçimlere katılmama kararı aldı.
- 2000 – Carlos Santana, 8 Grammy ödülü birden kazandı. Daha önce Michael Jackson’ın “Thriller” albümüyle kırdığı, ‘bir seferde en çok Grammy alan sanatçı rekorunu’ egale etti.
- 2003 – Irak krizi konusunda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için, hükûmete yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi TBMM’ne sunuldu.
- 2009 – Türk Hava Yolları’nın 1951 sefer sayılı uçuşu: İstanbul’dan 8.22’de havalanan uçak, Schipol Havaalanına inemeden düşerek 3 parçaya ayrıldı.
wikipedia.org