
Tarihte 15 Mart olayları
Şubat – Mart – Nisan | ||||||
1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 |
8 | 9 | 10 | 11 | 12 | 13 | 14 |
15 | 16 | 17 | 18 | 19 | 20 | 21 |
22 | 23 | 24 | 25 | 26 | 27 | 28 |
29 | 30 | 31 |
Olaylar

- 1493 – Kristof Kolomb Yeni Dünya‘ya yaptığı ilk seyahatten sonra İspanya’ya geri döndü.
Kristof Kolomb | |
---|---|
![]() |
|
İtalyan ressam Sebastiano del Piombo’nun 1519 yılında çizmiş olduğu “Kristof Kolomb” portresi, Metropolitan Sanat Müzesi, New York.[a] | |
1. Hint Adaları Valisi | |
Görev süresi 1492-1499 |
|
Hükümdar | Katolik hükümdarlar |
Yerine geldiği | Yeni makam |
Yerine gelen | Francisco de Bobadilla |
Okyanus Deniz Amirali | |
Görev süresi 1492-1506 |
|
Hükümdar | Katolik hükümdarlar |
Yerine geldiği | Yeni makam |
Yerine gelen | Diego Kolomb |
Kişisel bilgiler | |
Doğum | Cristoffa Corombo 31 Ekim 1451 öncesi Cenova, Ceneviz Cumhuriyeti |
Ölüm | 20 Mayıs 1506 (54 yaşında) Valladolid, Kastilya |
Defin yeri | Sevilla Katedrali, Sevilla, İspanya |
Milliyeti | Cenevizli |
Evlilik(ler) | Filipa Moniz Perestrelo (e. 1479-1485) |
İlişkiler | Beatriz Enríquez de Arana |
Çocuk(lar) | Diego Kolomb Ferdinand Kolomb |
Ebeveyn(ler) | Domenico Kolomb Susanna Fontanarossa |
Mesleği | Kaptan, Kaşif, Genel vali |
Dini | Katolik |
İmzası | ![]() |
Askerî hizmeti | |
Bağlılığı | ![]() |
Rütbesi | Amiral |
[b] |
Kristof Kolomb[c] (31 Ekim 1451 – 20 Mayıs 1506), Atlantik Okyanusu‘na yaptığı dört seferi tamamlayarak coğrafî keşifleri başlatan ve Amerika’nın kolonizasyonunun yolunu açan Cenevizli kaptan ve kâşiftir. Katolik hükümdarlar tarafından desteklenen keşifleri; Karayipler, Orta Amerika ve Güney Amerika ile Avrupalıların ilk temâsı oldu.
Genç yaşta denize açıldı ve kuzeyde Britanya Adaları‘na, güneyde ise Gana‘ya kadar seyahat etti. Büyük ölçüde kendi kendini eğitmiş birisi olarak, coğrafya, astronomi ve tarih ile ilgili geniş çapta kitaplar okudu. Kazançlı baharat ticaretinden kâr elde etmeyi umarak Doğu Hint Adaları‘na batı üzerinden bir yol aramak için plan hazırladı. Portekizli bir soylu kadın olan Filipa Moniz Perestrelo ile evlendi ve birkaç yıl Lizbon‘da yaşadı, evlilikleri sırasında büyük oğlu Diego Kolomb dünyaya geldi. Eşinin ölümünün ardından Kastilyalı Beatriz Enríquez de Arana‘yı metresi olarak yanına aldı. Bu birliktelikten ise, daha sonra meşru oğlu olarak kabul edeceği, Ferdinand Kolomb doğdu. Birden fazla krallığa yönelik ısrarlı lobi faaliyetinin ardından, Kastilya hükümdarı I. Isabella batıya açılacağı bir yolculuğu finanse olmayı kabul etti. Kolomb, Ağustos 1492’de Kastilya’dan üç gemiyle ayrıldı ve 12 Ekim’de Amerika’ya iniş yaptı (Böylece bugün Kolomb öncesi Amerika olarak adlandırılan dönem sona erdi). Ayak bastığı ilk yer sakinleri tarafından Guanahani olarak adlandırılan, günümüzde yeri tam olarak bilinmeyen, Bahamalar‘daki bir adaydı. Daha sonra Küba ve Hispanyola adalarını ziyaret ederek, Haiti‘de bir koloni kurdu. 1493’ün başlarında Kastilya’ya geri döndü ve beraberinde bir dizi tutsak yerli getirdi. Yolculuklarının haberi kısa sürede tüm Avrupa‘ya yayıldı.
Kolomb, 1493’te Küçük Antiller‘i, 1498’de Trinidad‘ı ve Güney Amerika’nın kuzey kıyılarını ve 1502’de Orta Amerika’nın doğu kıyılarını keşfederek Amerika’ya üç sefer daha yaptı. Karşılaştığı yerli halklara indios (“Hindistanlılar”) adını verdi. Ayrıca başta adalar olmak üzere coğrafi bölgelere verdiği isimlerin çoğu günümüzde halen kullanılmaktadır. Amerika’nın tamamen ayrı bir kara parçası olduğunun ne ölçüde farkında olduğu belirsizdir ancak Uzak Doğu‘ya ulaştığına dair inancından açıkça hiçbir zaman vazgeçmedi. Kolomb vali olarak görev aldığı süreçte çağdaşları tarafından vahşetle suçlandı ve kısa süre sonra görevden alındı. Kolomb’un Kastilya ve onun Amerika’daki atanmış sömürge yöneticileriyle olan gergin ilişkisi, 1500 yılında tutuklanıp Hispanyola’dan çıkarılmasına ve ardından uzun süren karşılıklı davalara yol açtı. Kolomb’un keşifleri, modern Batı medeniyetinin inşaatına yardımcı olan fetih ve kolonizasyon dönemini başlattı. İlk yolculuğunu takip eden Eski Dünya ile Yeni Dünya arasında başlattığı değişimlerin bütününe, Kolomb takası adı verilir.[1][sayfa belirt]
Kristof Kolomb, ölümünden sonraki yüzyıllarda geniş çapta saygı gördü, ancak bilim adamları, başta Hispanyola’nın yerli halkı olan Tainolar‘a karşı yapılan soykırım ve kölelik ile neredeyse yok edilmesi gibi, onun yönetimi altında verilen zararlara ve işlenen suçlara daha fazla dikkat gösterdikçe, kamuoyu algısı son yıllarda oldukça değişti. Günümüzde Batı Yarımküre’deki birçok yer, Kolombiya, Kolumbiya Bölgesi ve Kanada’nın Britanya Kolumbiyası eyaleti de dahil olmak üzere onun adını taşımaktadır.
Hayatı
Kristof Kolomb’un doğduğu yer tam olarak bilinmese de 31 Ekim 1451’den önce Cenova‘da doğmuştur. Babası, hem Cenova hem de Savona‘da çalışmış olan, aynı zamanda genç Kristof’un da yardımcı olarak çalıştığı bir peynir standına sahip olan, yün dokumacı Domenica Kolomb‘du. Annesi ise Korsika‘lı varlıklı bir ailede doğmuş olan Susanna Fontanarossa‘dır.[2] Bartolomeo, Giovanni Pellegrino ve Giacomo olmak üzere üç erkek ve Bianchinetta adında bir kız kardeşi vardı.[3]
1473’te Kolomb, Cenova’da bulunan Centurione, Di Negro ve Spinola aileleri için iş acentesi olarak çıraklığa başladı.1476 Mayıs’ında Cenova tarafından Kuzey Avrupa’ya değerli yük taşımak için gönderilen silahlı bir konvoyda yer aldı. İngiltere’nin Bristol[5] ve İrlanda’nın Galway kentlerinde demirledi. Aynı zamanda 1477’de İzlanda‘da olduğu da düşünülmektedir.[6] 1477 Sonbaharında bir Portekiz gemisi ile Galway’dan Lizbon‘a gittiği, burada kardeşi Bartolomeo’yu bulduğu ve Centurione ailesi adına ticaret yapmaya devam ettikleri bilinmektedir. Ardından Kristof 1477’den 1485’e kadar Lizbon’a yerleşti ve Porto Santo valisinin kızı ve Lombard kökenli bir asilzade olan Filipa Moniz Perestrelo ile evlendi. 1479 veya 1480’de oğlu Diego Columbus dünyaya geldi.[7] 1482 ve 1485 yılları arasında Batı Afrika sahilleri boyunca ticaret yaptı. Gine‘de bulunan bir Portekiz ticaret merkezi olan Elmina‘ya ulaştı. Bazı kayıtlar Kristof seyahat veya iş için İspanya dışında iken eşi Filipa’nın 1485 yılı civarlarında öldüğünü yazmaktadır (Filipa’nın ölüm tarihi 1478-1485 yılları arasında olduğu düşünülse de hâlâ belirsizdir.).[8] Bunun üzerine Kolomb Portekiz’e geri döndü. Oğlunu ve orada bulunan mal varlığını alarak Portekiz’den ayrıldı ve 1485 yılında İspanya’ya yerleşti. 1487 yılında, 20 yaşında bir yetim olan Beatriz Enriquez de Arana ile tanıştı.[9] Beatriz’in Kolomb ile ilk Cordoba‘da karşılaşmış olması muhtemeldir. Bu birliktelikleri sonucu, evlilik dışı olarak 1488 Ağustos’unda Fernando (Ferdinand) Kolomb dünyaya geldi.[10] Ardından büyük ve meşru oğlu olan Diego’yu Beatriz ile ilgilenmesi için bıraktı ancak Diego görevlerinde ihmalkardı.


Yeni Dünya, Afrika-Avrasya dışında kalan ana karaları ifade eden terimdir. Çoğunlukla Amerika Okyanusya ve Antarktika ana karasını belirtmek için kullanılır.
Bu terim ilk defa 15. yüzyılın sonlarında Avrupalılar tarafından kullanıldı. Amerika kıtası henüz Avrupalılar için yeniydi zira Dünya’nın yalnızca Avrupa, Asya ve Afrika‘dan (Eski Dünya) meydana geldiği düşünülüyordu.
- 1820 – Maine, Amerika Birleşik Devletleri‘ne katılarak ülkenin 23. eyaleti oldu.
- 1848 – 1848 Macar Devrimi patlak verdi.
Macar Devrimi | |||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|
1848 Devrimleri | |||||||
![]() Sanatçı Mihály Zichy‘in 15 Mart 1848’de kalabalığa Ulusal Şarkı okuyan Sándor Petőfi tablosu |
|||||||
|
|||||||
Taraflar | |||||||
|
|||||||
Komutanlar ve liderler | |||||||
|
|
||||||
Güçler | |||||||
Avusturya İmparatorluğu’ndan 170.000 asker ve Rus İmparatorluğu’ndan 200.000 asker[2] |
1849 başı: 170.000 asker[3] |

Macaristan tarihi |
---|
![]() |
1848 Macar Devrimi, Macaristan’da 1848-1849 Macar Devrimi ve Bağımsızlık Savaşı (Macarca: 1848–49-es forradalom és szabadságharc) olarak da bilinir. 1848’deki birçok Avrupa Devriminden birisi ve 1848’de Habsburg bölgelerindeki diğer devrimler ile yakından bağlantılıdır. Devrim başarısız olmasına rağmen, Macaristan’ın modern tarihindeki en önemli olaylardan biridir ve modern Macar ulusal kimliğinin temel taşını oluşturur. Devrimin patlak vermesinin yıldönümü olan 15 Mart, Macaristan’ın üç ulusal bayramından biridir.
Nisan 1848’de Macaristan, Kıta Avrupası‘nda (1791’de Fransa ve 1831’de Belçika‘dan sonra) demokratik parlamento seçimlerini uygulayan bir yasa çıkaran üçüncü ülke olmuştur. 1848 tarihli V. Kanun olan yeni oy hakkı yasası, eski feodal parlamentoyu (Estates General) demokratik temsili bir parlamentoya dönüştürmüştür. Bu yasa o dönemde Avrupa’nın en geniş oy verme hakkını sunmaktadır.[4] Nisan yasaları, Macar soylularının tüm ayrıcalıklarını tamamen silmiştir.[5]
Kral I. Ferdinand tarafından onaylanmış Nisan yasalarının yeni Avusturya hükümdarı Franz Joseph tarafından yasal bir hakkı olmaksızın keyfi olarak iptal etmesi önemli dönüm noktası olmuştur.[6] Bu anayasaya aykırı eylem, kendisi ile Macar parlamentosu arasındaki anlaşmazlığı geri dönülemez biçimde tırmandırmıştır. Avusturya’nın yeni kısıtlı Stadion Anayasası, Nisan yasalarının iptali ve Avusturya’nın Macaristan Krallığı’na karşı yürüttüğü askerî harekât, saray ile anlaşma arayışında olan pasifist Batthyány hükümetinin düşmesiyle sonuçlanmış ve Macaristan’ın tam bağımsızlığını talep eden Lajos Kossuth‘un takipçilerinin ortaya çıkmasına ve aniden parlamentoda güç kazanmalarına yol açmıştır. Avusturya’nın Macaristan Krallığı‘na askeri müdahalesi, Macarlar arasında güçlü bir Habsburg karşıtı duygunun oluşmasına neden olmuş ve Macaristan’daki olaylar, Habsburg Hanedanı‘ndan tam bağımsızlık için bir savaşa dönüşmüştür. Macar Devrimci Gönüllü Ordusu’ndaki özel askerlerin yaklaşık %40’ı ülkedeki etnik azınlıklardan oluşmaktaydı.[7] Macaristan’ın subay kadrosuna ilişkin olarak: Macar Honvéd Ordusu’nun subay ve generallerinin yaklaşık yarısı yabancı kökenlidir. Habsburg İmparatorluğu ordusunda en azından Macar devrimci Honvéd ordusundaki kadar etnik Macar profesyonel subay mevcuttu.[8]
1848’in diğer Avrupalı liberal devrimcilerine benzer şekilde, diplomasi ve dış politikaya ilişkin olarak, Macar liberalleri da öncelikli olarak ideolojik kaygılarla hareket etmişlerdir. Yeni ahlaki ve siyasi standartlarıyla uyumlu ülkeleri ve güçleri desteklemişlerdir. Ayrıca aynı modern liberal değerleri paylaşan hükûmetlerin ve siyasi hareketlerin “feodal tip” monarşilere karşı ittifak kurması gerektiğine inanmışlardır. Bu bakış açısı modern liberal enternasyonalizme benzemektedir.[9]
1849’da Avusturya’nın bir dizi ciddi yenilgisinden sonra Avusturya İmparatorluğu çöküşün eşiğine gelmiştir. Yeni imparator Franz Joseph, Kutsal İttifak adına Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmıştır.[10] Genç İmparator Franz Joseph, Rus askeri desteği umuduyla 21 Mayıs 1849’da Varşova‘da Rus Hükümdarı’nın elini öpmüştür.[11] Rusya Çarı I. Nikolay, Franz Joseph ile anlaşmış ve 80.000 yardımcı kuvvetle birlikte 200.000 kişilik bir ordu göndermiştir. Ortak Rus-Avusturya ordusu nihayet Macar kuvvetlerini mağlup etmiş, Habsburg’un gücü yeniden sağlanmış ve Macaristan sıkıyönetim altına alınmıştır.[12]
Devrimden önce Macaristan
Habsburg yönetimindeki diğer bölgelerin aksine, Macaristan Krallığı, Kraliyetin gücünü sınırlayan ve 13. yüzyıldan itibaren parlamentonun otoritesini büyük ölçüde artıran eski bir tarihi anayasaya sahiptir.[13] 1222 tarihli Altın Boğa, Avrupalı bir hükümdarın yetkilerine getirilen anayasal sınırlamaların en eski örneklerinden birisidir;[14] İngiltere Kralı John‘un Magna Carta‘yı imzalamaya zorlanmasıyla hemen hemen aynı şekilde Macar kralına dayatılmıştır. 1804’te İmparator Franz, hanedanlığın tüm Erblande‘leri ve diğer topraklar için Avusturya İmparatoru unvanını almış, ancak yeni Erblande terimi Macaristan Krallığı’na uygulanmamıştır.[15] Saray, Macaristan’ın ayrı parlamentosu olan Diyet‘e güvence vermiştir. Ancak Macaristan, hükümdarın yeni unvanının üstlenilmesinin hiçbir şekilde Macaristan’ın ayrı hukuk sistemini ve anayasasını etkilemediğini söylemiştir.[16]
Macaristan’da Habsburg mutlakiyetinin inşasında sağlam ve büyük bir engel olarak ortaya çıkan, Macaristan’ın geleneksel olarak oldukça özerk kontluklarıydı. Kontluklar, Macaristan’daki yerel kamu yönetiminin ve yerel siyasetin merkezleriydi ve herhangi bir “yasadışı” (anayasaya aykırı) kraliyet emrini yerine getirmeyi reddetme konusunda tanınmış bir hakka sahiptiler. Böylece Viyana’dan gelen kraliyet emirlerinin şaşırtıcı derecede yüksek bir kısmının yasallığını sorgulamak mümkün olmuştur.[17]
1848 yılına kadar, Macaristan Krallığı’nın idaresi ve hükûmeti, “kapsayıcı” Avusturya İmparatorluğu’nun hükûmet yapısından büyük ölçüde etkilenmeden hayatta kalmıştır. Ancak eski Macar anayasası ve Macar kamu hukuku, Macaristan Krallığı’nın farklı bir devlet ile birleştirilmesini yasal olarak imkansız hale getiriyordu.[18] Macaristan’ın merkezi hükûmet yapıları imparatorluk hükûmetinden oldukça ayrı kalmıştır. Ülke, merkezi Pozsony’de (günümüzde Bratislava) ve daha sonra Peşte‘de bulunan Macaristan Yardımcılar Konseyi (Gubernium) ve Viyana’daki Macar Kraliyet Sarayı Şansölyeliği tarafından yönetilmekteydi.[19]
Fransa ve Britanya gibi çoğu Batı Avrupa ülkesinde kralın saltanatı selefinin ölümünün hemen ardından başlarken, Macaristan’da taç giyme töreni kesinlikle vazgeçilmezdi çünkü eğer düzgün bir şekilde yerine getirilmez ise Krallık “öksüz” kalırdı. Macaristan Krallığı ile Habsburg yönetimindeki diğer bölgeler arasındaki uzun süreli şahsi birlik sırasında bile, Habsburg hükümdarlarının Macaristan Krallığı’nda kanunlar çıkarabilmeleri veya kraliyet ayrıcalıklarını kullanabilmeleri için Macaristan Kralı olarak taçlandırılmaları gerekmekteydi.[20][21][22] 1222 Altın Boğası’ndan itibaren, tüm Macar hükümdarları taç giyme töreni sırasında ülkenin anayasal düzenini sürdürmek, tebaasının özgürlüklerini korumak ve krallığın toprak bütünlüğüne saygı göstermek için yemin etmek zorunda kalmışlardır.[23] 1526’dan 1851’e kadar Macaristan Krallığı, Macaristan’ı Habsburg yönetimindeki diğer bölgelerin birleşik gümrük sisteminden ayıran kendi gümrük sınırlarını da korumuştur.
Macar Jakoben Kulübü
Şubat 1790’da Kutsal Roma İmparatoru II. Joseph ölmüştür; yerine I. Francis geçmiş ve Macaristan’daki aydınlanmacı reformlara son vermiştir; bu durum Fransız Aydınlanma felsefesine dayanan yeni radikal fikirlerin takipçisi olan birçok reform odaklı Fransızca konuşan entelektüeli kızdırmıştır. Yeni Kutsal Roma İmparatoru II. Leopold için 1792’ye kadar gizli ajan olarak çalışan Ignác Martinovics, Oratio pro Leopoldo II‘de yalnızca toplumsal sözleşmeden elde edilen otoritenin tanınması gerektiğini açıkça ilan etmiş; sıradan insanların eğitim almasını engelledikleri için aristokrasiyi insanlığın düşmanı olarak görüyordu. Bir diğer eseri olan Halkın ve Vatandaşların İlmihali‘nde vatandaşların her türlü baskıya karşı çıkma eğiliminde olduğunu ve egemenliğin halka ait olduğunu savunmuştur. Aynı zamanda Mason olmuş ve Macaristan’da federal bir cumhuriyetin benimsenmesini desteklemiştir. Macar Jakobenlerin bir üyesi olarak, bazıları tarafından devrimci düşüncenin idealist bir öncüsü, bazıları tarafından ise vicdansız bir maceracı olarak görülmüştür. Macar serfleri arasında soylulara karşı bir isyan başlatmış; bu yıkıcı eylem yüzünden Kutsal Roma İmparatoru II. Francis Martinovics ve gizli polisin eski şefi olan patronu Ferenc Gotthardi’yi görevden almıştır. Mayıs 1795’te diğer altı önde gelen Jakoben ile birlikte idam edilmiştir. Şair János Batsányi ve dilbilimci Ferenc Kazinczy‘nin de aralarında bulunduğu cumhuriyetçi gizli topluluğun 42’den fazla üyesi tutuklanmıştır.[24][25][26][27][28]
Macar Jakoben cumhuriyetçi hareketi, Macar Parlamentosu’nu ve parlamentoda bulunan partilerin politikasını etkilemese de şair Sándor Petőfi, roman yazarı Mór Jókai, filozof ve tarihçi Pál Vasvári ve 15 Mart 1848’de Pilvax kahve sarayında devrimi ateşleyen gazeteci József Irinyi gibi radikal gençler ve öğrenciler ile parlamento dışı güçler arasında güçlü ideolojik bağları vardı.[29]
Reformlar Çağı
İlk dönemlerde sık sık yapılan diyetlerde savaş ödenekleri dışında pek az konu gündeme gelmiştir; 1811’den sonra Kutsal Roma İmparatoru diyetleri çağırmayı bırakmıştır.[30] I. Francis’in yönetiminin son yıllarında Metternich‘in “istikrar” politikasının karanlık gölgesi Macaristan’a düşmüş ve mutlakıyeti destekleyen gerici güçler üstün gelmiştir. Ancak yüzeyin altında güçlü bir akım ters yönde ilerlemeye başlamıştır. Batı Liberalizminden etkilenen ancak dışarıdan herhangi bir doğrudan yardım almayan Macar toplumu, gelecekteki özgürleşmesine hazırlanıyordu. Yazarlar, akademisyenler, şairler, sanatçılar, soylu ve sıradan insanlar ve rahipler, daha önce birlikte çalışma geçmişi veya aralarında açık bir bağlantı bulunmayan, tüm Macarları birleştirecek olan siyasi özgürlük ideali için çalışıyorlardı. Mihály Vörösmarty, Ferenc Kölcsey, Ferencz Kazinczy ve arkadaşları, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, Macar edebiyatına yeni bir hayat veriyor ve aynı zamanda kalemlerinin atalarının kılıçlarından daha az güçlü olmadığını kanıtlayarak siyasi hedeflere ulaşıyorlardı.[31]
1825’te İmparator II. Francis, Napolyon Savaşları’ndan sonra Macar soyluları arasında vergiler ve azalan ekonomiyle ilgili artan endişelere yanıt olarak nihayet Diyet’i toplamıştır. Bu ve II. Joseph’in reformlarına gösterilen tepki, Reform Dönemi (Macarca: reformkor) olarak bilinen dönemi başlatmış olsa bile, Soylular hâlâ vergi ödememe ve kitlelere oy hakkı vermeme ayrıcalıklarını koruyorlardı. Etkili Macar siyasetçi Kont István Széchenyi, İngiltere gibi daha gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinin ilerlemelerini ülkeye getirme ihtiyacını fark etmiştir.
István Széchenyi’nin sözleriyle “ülkeyi hastalıklı uyuşukluğundan kurtaran” ilk şey olan anayasaya doğrudan bir saldırıydı. 1823’te İspanya’daki devrimi bastırmak için ortak eylemi düşünürken hükûmet meclise danışmadan savaş vergisi ve zorunlu askerlik uygulamıştır. Kontluk meclisleri bu yasadışı eylemi anında protesto etmiş ve 1823’teki diyette I. Francis, bakanlarının eylemlerini reddetmek zorunda kalmıştır. Ancak zümreler, özgürlüklerini korumanın eski yasaların yazdıklarından daha sağlam garantiler gerektirdiğini hissetmişlerdir.
Yurt dışında yaşayıp Batılı kurumları inceleyen Széchenyi, eski Macaristan’dan yenisini yaratmak isteyenlerin lideri olarak biliniyordu. Yıllarca arkadaşları ile beraber, yeni Liberalizmin etkili bir şekilde açıklandığı sayısız broşürler yayınlayarak kamuoyunu eğittiler. Özellikle Széchenyi, halkın gerekli reformlar için yalnızca hükûmete, hatta meclise bakmaması gerektiğinde ısrar etmiştir. Toplumun kendisi, sınıf dışlamasının engellerini yıkarak ve sağlıklı bir popüler bilinç kavramını yeniden canlandırarak inisiyatif almalıdır. Bu öğretinin etkisi, Alt Meclis’te Liberallerin büyük çoğunluğa sahip olduğu 1832 diyetinde açıkça görülmüştür. Aralarında Ferenc Deák ve Ödön Beothy de öne çıkanlar olmuşlardır. Ancak Üst Meclis’te kodamanlar hükûmetle birleşerek muhafazakar bir parti oluşturmak üzere herhangi bir reform projesine inatla karşı çıkmışlar ve bu da Liberallerin tüm çabalarını boşa çıkartmıştır.[31]
Gazeteci Lajos Kossuth, 1830’ların ortalarında Macaristan Parlamentosu’nun yeni yükselen yıldızı olarak artaya çıkmış ve parlamentonun liberal fraksiyonundaki hatiplik yeteneği sayesinde Szécheny’nin popülaritesine rakip olmaya başlamıştır. Kossuth daha geniş parlamenter demokrasi, hızlı sanayileşme, genel vergilendirme, ihracat yoluyla ekonomik genişleme ile serfliğin ve aristokratik ayrıcalıkların kaldırılması yoluyla kanun önünde eşitlik çağrısında bulunmuştur. Hükûmetin, Liberal partinin gücü ve popülaritesinden duyduğu endişe, İmparator I. Ferdinand’ın 1835’te tahta geçmesinden kısa bir süre sonra, aralarında Kossuth ve Miklós Wesselényi’nin de bulunduğu en aktif ajitatörleri tutuklayıp hapsederek reform hareketini ezmeye çalışmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, 1839’daki meclisin siyasi mahkûmlar serbest bırakılıncaya kadar göreve devam etmeyi reddetmesi nedeniyle Macar ulusu artık sindirilemez noktaya gelmişti. Alt Meclis’te reformcu çoğunluk her zamankinden daha büyükken, artık Üst Meclis’te de Kont Louis Batthyány ve Baron Joseph Eotvos’un önderliğinde bir Liberal parti kurulmuştu.
1839 diyetinin sonuçları ileri liberalleri tatmin etmemiş ve hükûmetin ile Üst Meclis’in muhalefeti halkta ortaya çıkan hoşnutsuzluğu daha da artırmıştır. Bu hoşnutsuzluk, esas olarak, 1841’de Kossuth tarafından kurulan, Macaristan’ın ilk siyasi gazetesi olan Pesti Hirlap tarafından körüklenmiştir. Makaleleri gerekirse silahlı misilleme yapılmasını savunuyordu, bu da aşırılık yanlılarını fitillerken, Kossuth’un fikirlerine açıkça saldıran Széchenyi’yi yabancılaştırıyordu. Her iki taraf da şiddetli polemikler üretmiş, ancak her zamanki gibi aşırı görüşler galip gelmiş ve 1843 diyeti toplandığında Kossuth her zamankinden daha popülerken, Széchenyi’nin etkisi gözle görülür şekilde azalmıştı. Bu diyetin tonu tutkuluydu ve seçimlere müdahale ettiği için hükûmet şiddetli saldırıya uğramıştır. Muhafazakarlara karşı çıkmak için reform yanlısı Liberalleri birleştiren, Muhalefet Partisi adı verilen yeni bir parti kurulmuştur. Muhalefet Partisi adını alan Liberaller, 1844’te diyet Magyar’ı Macaristan Krallığı’nda yönetim, yasama ve eğitimin resmi dili haline getirdiğinde yeni zaferler kazandılar. Latincenin bu roldeki 844 yıllık saltanatına son vermenin yanı sıra köylülerin mülklerini tüm feodal yükümlülüklerden kurtarılmış,[31] karma evlilikleri yasallaştırılmış ve resmi pozisyonları soylu olmayanlara açılmıştır.[31]
Basında reformcuların “uzun tartışması” (1841-1848)
1843 ile 1847 diyetleri arasındaki dönem, çeşitli siyasi partilerin tamamen dağılıp dönüştüğünü görmüştür. Széchenyi açıkça hükûmete katılırken, ılımlı Liberaller aşırılık yanlılarından ayrılarak Merkezciler adında yeni bir parti kurmuşlardır.



Kont Széchenyi, 1841 tarihli Doğu Halkı (Kelet Népe) adlı broşüründe Kossuth’un politikasını analiz etmiş ve Kossuth’un reform önerilerine yanıt vermiştir. Széchenyi, Habsburg hanedanının şiddetli müdahalesinin potansiyel felaket ihtimalinden kaçınmak için ekonomik, politik ve sosyal reformların yavaş ve dikkatli ilerlemesi gerektiğini savunuyordu. Széchenyi, Kossuth’un fikirlerinin Macar toplumunda yayıldığının farkındaydı ve Habsburg hanedanıyla iyi bir ilişki kurma ihtiyacının göz ardı edildiğini düşünüyordu.
Diğer taraftan Kossuth, aristokrasinin rolünü reddetmiş ve yerleşik sosyal statü kurallarını sorgulamıştır. Széchenyi’nin aksine Kossuth, sosyal reform sürecinde sivil toplumu edilgen bir rolde sınırlamanın imkansız olduğuna inanmaktadır. Kossuth’a göre daha geniş toplumsal hareketler sürekli olarak siyasi yaşamın dışında tutulamaz. Kossuth’un toplum anlayışının arkasında, evrensel oy hakkıyla tezahür ettiğini gördüğü, hakların üniter kökenini vurgulayan bir özgürlük kavramı mevcuttur. Széchenyi, siyasi haklarını kullanırken vatandaşların zenginliğini ve eğitimini dikkate almış ve bu nedenle, dönemin Batı Avrupa (İngiliz, Fransız ve Belçika) sınırlı oy hakkına benzer şekilde yalnızca sınırlı oy hakkını desteklemiştir. 1885’te Kossuth, Széchenyi’yi liberal elitist aristokrat olarak adlandırırken, Széchenyi ise kendisini demokrat olarak görmüştür.[32]
Széchenyi, yalnızlık yanlısı bir politikacıdır; Kossuth’a göre ise uluslararası liberal ve ilerici hareketler ile güçlü ilişkiler ve işbirliği, özgürlüğün başarısı için şarttı.[33] Dış politika konusunda Kossuth ve takipçileri, Széchenyi’nin yalnızlık yanlısı politikasını reddetmişler ve böylece kendi ahlaki ve politik standartlarına uygun ülkeleri ve siyasi güçleri destekyerek liberal enternasyonalizm zemininde durmuşlardır. Aynı modern liberal değerleri paylaşan siyasi hareketlerin “feodalist” muhafazakarlara karşı ittifak kurması gerektiğine de inanıyorlardı.[34]
Széchenyi ekonomi politikasını Britanya İmparatorluğu’nun uyguladığı laissez-faire ilkelerine dayandırırken, Kossuth, Macaristan’ın nispeten zayıf sanayi sektörü nedeniyle koruyucu gümrük vergilerini desteklemiştir. Kossuth, hızla sanayileşen bir ülkenin inşasını hayal ederken, Széchenyi ekonominin ana temeli olan geleneksel güçlü tarım sektörünü korumak istiyordu.[35]
Reformcu “On İki Madde”
Reformcu liberaller, Széchenyi ve Kossuth’un fikirleri arasında bölünmüştüler, bu nedenle genellikle reformların çoğuna karşı çıkan muhafazakarlar, eski feodal parlamentoda zayıf çoğunluğu koruyabileceklerini düşünüyorlardı. Ancak seçimlerden hemen önce Deák, tüm Liberalleri “On İki Madde” ortak platformunda yeniden birleştirmeyi başarmıştır. On iki madde, daha sonra Nisan ayına ait kanunların temelini oluşturmuştur. Bunlar şöyleydi:[36]
- Basın Özgürlüğü (Sansürün ve sansür bürolarının kaldırılması)
- Buda ve Peşte’de sorumlu bakanlıklar (Bakanların basit bir şekilde kraliyet tarafından atanması yerine, tüm bakanlar ve hükümet parlamento tarafından seçilip görevden alınmalıdır)
- Peşte’de yıllık parlamento oturumu. (kral tarafından düzenlenen nadir özel oturumlar yerine)
- Kanun önünde sivil ve dini eşitlik. (Halk ve soylular için ayrı yasaların kaldırılması, soyluların yasal ayrıcalıklarının kaldırılması. Ölçülü hoşgörü yerine tam dini özgürlük: (Katolik) devlet dini’nin kaldırılması)
- Ulusal Muhafız. (Kendi Macar ulusal muhafızlarının oluşturulması, sistemin geçişi sırasında kanun ve düzeni sağlamak için bir polis gücü gibi çalışacak, böylece devrimin ahlakını koruyacak)
- Vergi yüklerinin ortak payı. (asillerin vergi muafiyetinin kaldırılması, soyluların gümrük ve tarife muafiyetlerinin kaldırılması)
- Yüksek sınıfın kaldırılması. (Feodalizmin kaldırılması ve köylülerin serfliğinin ve kölelik hizmetlerinin kaldırılması)
- Jüriler ve temsil eşit temelde. (Halk mahkemelerde jüri olarak seçilebilir, herkes öngörülen eğitime sahipse kamu yönetiminin ve yargının en üst kademelerinde bile memur olabilir)
- Ulusal Banka.
- Ordu anayasayı destekleyeceğine yemin etsin, askerlerimiz yurt dışına gönderilmemeli, yabancı askerler ülkemizi terk etmelidir.
- Siyasi mahkûmların serbest bırakılması.
- Birlik. (Osmanlı savaşları sırasında ayrılan Macar ve Transilvanya parlamentolarının yeniden birleşmesi de dahil olmak üzere Transilvanya ile birlik)
Bu uzlaşıdan sonra gelen parlamento seçimleri İlericiler için tam bir zaferle sonuçlanmıştır. Bu aynı zamanda eski feodal zümrelerin parlamenter sistemine dayanan son seçim olmuştur. İktidar ile muhalefet arasında uzlaşma sağlamaya yönelik tüm çabalar sonuçsuz kalmıştır. Kossuth yalnızca gerçek şikayetlerin giderilmesini değil, aynı zamanda gelecekteki muhtemel şikayetlerinde önüne geçecek liberal bir reform da talep etmiştir. En yüksek çevrelerde diyetin sona erdirilmesi artık tek çözüm gibi görünüyordu; ancak, bu gerçekleştirilemeden, Paris’teki Şubat devriminin haberi 1 Mart’ta Pressburg’a ulaşmış ve 3 Mart’ta Kossuth’un bağımsız, sorumlu bir bakanlık atanması yönündeki önergesi Alt Meclis tarafından kabul edilmiştir. Hareketin kendisinden çok ses tonundan endişe duyan ılımlılar yeniden, müdahale etmeye çalıştılar; ancak 13 Mart’ta Viyana devrimi patlak vermiş ve İmparator, baskıya veya paniğe boyun eğerek, Kossuth, Széchenyi ve Deák’ın da dahil olduğu ilk Macar sorumlu bakanlığının başbakanı Kont Louis Batthyány’yi atamıştır.[31]
Peşte ve Buda’da bir günlük kansız devrim

Viyana’da Devrim
Kriz, Kossuth’un beklediği gibi yurt dışından gelmiş ve bunu sonuna kadar kullanmıştır. 3 Mart 1848’de, Paris’te devrim haberinin gelmesinden kısa bir süre sonra, gücü aşan bir konuşmasında, Macaristan için parlamenter hükûmet ve Avusturya’nın geri kalanı için anayasal hükûmet talep etmiştir. Habsburg’ların o zamanlar on yedi yaşında “sevgili Arşidük Franz Joseph” umudunu, özgür bir halkın özlemlerini yarı yolda karşılayarak hanedanın kadim ihtişamını sürdürmeye çağırmıştır. Kısa sürede Avusturya’da ve Kıta Avrupası’nın büyük bir kısmında kitlesel olarak popüler bir devrimci konuşmacı haline geldi; konuşması Viyana sokaklarında Metternich‘i deviren kalabalığa yüksek sesle okundu (13 Mart) ve Diyet’ten bir heyet, İmparator Ferdinand’ın dilekçelerine onayını almak için Viyana’yı ziyaret ettiğinde, asıl alkışı alan kişi Kossuth olmuştur.
Paris’de gerçekleşen devrim haberinin ulaşması ve Kossuth’un özgürlük ve insan haklarına ilişkin Almanca konuşması, 13 Mart’ta Viyana’daki Avusturyalı kalabalığın heyecanını kamçılamıştır.[37] Viyanalı kitleler Kossuth’u kahramanları olarak kutlarken, 15 Mart’ta Buda’da devrim patlak vermiş; Kossuth hemen eve dönmüştür.[38]
Peşte’de Devrim
Reform döneminden bu yana, mal üretimi ve sermaye birikimi süreci, Macaristan’da insan ve sivil hakları savunmaya başlayan soyluların sosyal koşullarını ve dünya görüşünü yavaş yavaş yeniden şekillendirmiştir. Sosyal tarihle ilgili son araştırmalar, “Mart gençliği” olarak adlandırılan pleb aydınlarının kendi içinde ayrı bir fenomen olarak değil, yeni ortaya çıkan toplumsal tabaka olan küçük burjuvazinin entelektüel öncüsü olarak görülmesi gerektiğini de öne sürmektedir. Ülke çapındaki soylularla karşılaştırıldığında ölçülebilir bir siyasi ve ekonomik bir gücü temsil etmiyorlardı, ancak tarihsel olarak kritik durumlarda, özellikle daha gelişmiş, daha büyük şehir merkezlerinde hâlâ önemli, hatta belirleyici olduklarını kanıtlayabiliyorlardı. Siyasi açıdan küçük burjuvazi, Fransız ve Alman siyasi olaylarına benzer bir şekilde radikal ve cumhuriyetçi özlemler taşıyorlardı.
Devrim, Pest’te 1840’larda parlamento dışı genç radikal liberal entelektüellerin en çok tercih ettikleri buluşma noktası olan Pilvax Kahve Sarayı başlamıştır. O sabah erkenden Sándor Petőfi aceleyle gençlerin toplandığı Pilvax kafeye gitmiştir. Orada Pál Vasvári ve Gyula Bulyovszky’yi bulmuş ve onları 12 nokta için bir duyurunun düzenlendiği Mór Jókai’nin dairesine davet etmiştir. Saat 8 civarında Petőfi ve arkadaşları Pilvax kafeye gitmişler ve belirlenen saatte Petőfi, Jókai, Bulyovszky, Sebő, Ernő Gaál ve Dániel Hamary olmak üzere yalnızca altı kişi ortaya çıkmıştır. Burada Jókai 12 maddeyi ve bildiriyi okumuştur. Petofi, yeni şiiri Ulusal Şarkı‘yı okumuştur.
Sağlanan ön anlaşmaya göre ilk olarak Üniversite Caddesi’ndeki Hukuk Üniversitesi’ne gitmişlerdir. Bir grup öğrenci zaten bahçede onları bekliyordu ve hemen Petőfi ve Jókai için bir sandalye getirdiler, burada Petőfi önceki gece yazdığı şiiri, Ulusal Şarkıyı okumuş ve Jókai 12 noktayı okumuştur. Buradan Újvilág Caddesi’ndeki Tıp Üniversitesi’ne gitmişler, burada öğrenciler de üniversite derslerini yarıda keserek avluda ve daha sonra Mühendislik ve Felsefe Fakültesi öğrencilerinin önünde benzer şekilde hareket etmişler; aynı koreografi Üniversite Meydanı’nda da yaşanmıştır. Bu zamana kadar sadece büyük bir genç kalabalığın etrafını sarmakla kalmadılar, aynı zamanda sokaktan giderek büyüyen geniş bir izleyici kitlesi de onlara katılmıştır. Petőfi, halkın 12 noktadan birincisi olan basın özgürlüğünü kendi yetkisiyle yerine getirmesine karar vermiş ve bunu da yapmıştır. Saat 10’da Hatvani caddesindeki şehrin en büyüğü Landerer Yayın ve Basım Şirketinin yanına gitmişlerdir. Kalabalığın coşkusunu gören Petőfi, Hatvani Caddesi’nin adını Özgür Basın Caddesi olarak değiştirmiştir.[39] “Baskı sahibi pes etti ve istenen belgeleri hemen Almancaya çevirdi, birkaç dakika sonra hızlı baskıdan binlerce çıktı ve sağanak yağmura rağmen sürekli olarak toplanan izleyicilere dağıtıldı.”
Öğleden sonra siyasi tutuklu Mihály Táncsics‘i serbest bırakmak için Buda’ya gitmek üzere; öfkeli kalabalık ancak öğle saatlerinde dağılmıştır. Petőfi’nin ünlü gününün sembolü olan aktivistler, kalabalığa üç renkli Macar kokartı dağıtmışlardır.
Saat 15.00’te Müze Meydanı’nda Macaristan Ulusal Müzesi binası önünde kitlesel gösteri düzenlenmiş ve binlerce Ulusal Şarkı ve 12 nokta kopyası dağıtılmış; oradan belediye binasına giderek 12 noktanın kabul edilmesi çağrısında bulunmuşlardır. Toplanan halk belediye binasına gitmeye karar vermiş ve orada belediye meclisini dileklerini imzalamaya çağırmışlardır. Meclis salonu açılmış, program maddeleri meclise sunulmuş, meclis üyeleri tarafından kabul edilmiş ve belediye meclisi katibi tarafından da imzalanmıştır.
Hemen Petőfi’nin de üyesi olduğu düzenli bir komisyon seçmişlerdir. Geçici komitelerini atayan halk, Buda’da sansür memurları tarafından tutuklanan siyasi mahkûm Mihály Táncsics’in hapishaneden serbest bırakılmasını istemişlerdir. Bu isteğini yerine getirmek için saat 17.00 sıralarında Buda’ya hareket etmişler ve resmi binanın avlusunda taburunun etrafında toplanarak bu isteklerinin arkasında durmuşlar. Ferenc Zichy, Táncsics’i hemen serbest bırakmış, arabasını kendi elleriyle Buda’dan Ulusal Tiyatro Meydanı’na sürüklemiş ve tiyatroya girmiştir.
Aynı günün öğleden sonrası halk, ulusal tiyatronun müdür yardımcısı József Bajza’nın bu günün kutlaması için tiyatroda yasaklı Bánk bán operasını tam ışıklandırmayla oynamasını istemiştir. Oyuncular ulusal renkli kokartlarla sahneye çıkmış, Gábor Egressy Ulusal Şarkıyı söylemiş, koro Macar Marşı ve Ulusal Şarkıyı söylemiştir. Seyircilerin çoğunluğu Táncsics’in sahneye çıkmasını istedi ancak o, sahnenin rahatsız edici durumunun farkına varınca bu isteğinden vazgeçmiştir. Sonunda insanlar Rákóczi’nin yanında dağıldılar. Ancak daimi komite sabaha kadar bir arada oturdular.
Ertesi gün, 16 Mart’ta Peşte ilçesi belediye başkan yardımcısı Pál Nyáry, Pest belediye başkan yardımcısı Lipót Rottenbiller ve diğerleri hareketin başına geçmişler ve böylece olaylar ulusal önem kazanmıştır. Ulusal Muhafızların derhal içeri girmesini talep edilmiş ve bu sırada imza toplamaya başlamışlar ve birkaç saat içinde binlerce imza toplanmıştır. Halk silah istemiştir. Askeri otorite, geri kalanların Komárom’a götürülmesi nedeniyle yalnızca 500 silah verebileceğini bildirmiştir. Meydanda ise zaten 20-25 bin civarındaki halk, silahları talep ediyordu ve silahı alamamaları halinde cephaneliğe zorla girecekleriyle tehdit ettiler. Daha sonra ulusal muhafızlara silah dağıtımı konusunda bir alt komite atandı ve bir saatlik müzakerenin ardından Rottenbiller salonda toplanan insanlara güvence verdi ve Jókai, dönüşümlü olarak geceleri ulusal muhafızların kanun ve düzen ile ilgileneceği bir yasa tasarısını açıklayarak kalabalığa güvence verdi.
Akşam iki şehir tamamen aydınlanmış, coşkulu bir kalabalık sokaklarda “Yaşasın özgürlük!” diye bağırıyordu. Pencerelerde özgürlük adının işlendiği ulusal bayraklar asılmıştı. Gece boyunca, günün çalkantılı durumundan yararlanmak isteyen aranan suçluları, serserileri ve çeşitli yerlerde saklanan yağmacıları tutuklayan ve baskın yapan ulusal muhafızlar ile şehri düzen ve huzur korumuşlardır.
Peşte ve Buda‘daki kansız kitlesel gösteriler, İmparatorluk valisini on iki talebin tamamını kabul etmesine neden olmuştur.
Avusturya’nın o yıl Viyana Devrimi ile ilgili kendi sorunları vardı ve başlangıçta Macaristan hükûmetini tanıdı. Bu nedenle, Kral adına hareket eden Genel Vali memurları, Macaristan’ın yeni parlamentosunu Lajos Batthyány‘nin ilk Başbakanı olarak atadı. Viyanalı kitleleri bastırmak için: 13 Mart 1848’de Prens Klemens von Metternich, Avusturya Hükûmeti Şansölyeliği görevinden istifa etmek zorunda kalmış ve daha sonra kendi güvenliği için Londra’ya kaçmıştır.
Parlamenter monarşi, Batthyány hükümeti




17 Mart 1848’de İmparator kabul etmiş ve Batthyány ilk sorumlu Macar hükûmetini kurmuştur. Batthyány, 23 Mart 1848’de hükûmet başkanı olarak hükûmetini Diyet’e bildirdi.
İlk sorumlu hükûmet, Lajos Batthyány‘nin Başbakanlığında kurulmuştur. Lajos Kossuth dışında hükûmetin tüm üyeleri Széchenyi’nin fikirlerinin destekçisiydiler.
On İki Madde veya yeni adıyla Mart Yasaları daha sonra yasama organı tarafından kabul edilmiş ve 10 Nisan’da kraliyet onayını almıştır. Macaristan, tüm niyet ve amaçlara göre, yalnızca Avusturya Arşidükü’nün Palatin olarak Avusturya’ya bağlı bağımsız bir devlet haline gelmiştir.[31] Yeni hükûmet, demokratik bir siyasi sistem yaratan ve “Nisan yasaları” olarak anılan kapsamlı bir reform paketini onaylamıştır.[40] Yeni kurulan hükûmet ayrıca Habsburg İmparatorluğu’nun Macaristan’dan aldığı tüm vergileri bizzat Macaristan’da harcamasını ve Parlamentonun Habsburg Ordusu’nun Macar alayları üzerinde yetkiye sahip olmasını talep etmiştir.
Yeni oy hakkını içeren 1848 tarihli V. Kanun ile eski feodal zümrelere dayalı parlamentoyu (Estates General) demokratik temsili bir parlamentoya dönüştürmüştür. Bu yasa o dönemde Avrupa’nın en geniş oy hakkını sunuyordu.[41] Feodal biçimler yerine halk temsiline dayalı ilk genel parlamento seçimleri Haziran ayında yapılmıştır. Seçimleri reform yanlısı siyasi güçler kazanmıştır. Seçim sistemi ve oy hakkı çağdaş İngiliz sistemine benziyordu.[42]
O dönemde Macaristan’ın iç işleri ve dış politikası istikrarlı olmadığı için Batthyány birçok sorunla karşı karşıyaydı. İlk ve en önemli icraatı silahlı kuvvetleri ve yerel yönetimleri örgütlemek olmuştur. Avusturya ordusunun Macaristan’dayken Macar yasalarına tabi olacağı konusunda ısrarı Avusturya İmparatorluğu tarafından kabul edilmiştir. Macaristan’dan zorunlu askerleri ülkelerine geri göndermeye çalışmıştır. Görevi ülkenin iç güvenliğini sağlamak olan Milis Teşkilatı’nı kurmuştur.
Batthyány çok yetenekli bir lider olmasına rağmen Avusturya monarşisi ile Macar ayrılıkçılar arasındaki çatışmanın ortasında kalmıştı. Kendisini meşrutiyete adamış ve anayasayı korumayı hedeflemişti, ancak İmparator yaptığı çalışmadan memnun değildi.
Macaristan Krallığı ile şahsi birlik içinde olan Hırvatistan ve Dalmaçya bölgelerinin Ban (Genel Vali) görevinde olan Josip Jelačić idi. Yeni Macar hükûmetine karşı çıkmış ve kendi topraklarında asker toplamıştır. Yasal olarak bu, bir hükümdarın ülkesinin atanmış ve yasal hükûmetlerinden birine, ülkesinin başka bir ordusuyla saldırmaya hazırlandığı anlamına geliyordu.
1848 yılını yaz mevsiminde, iç savaşın yaklaştığını gören Macar hükûmeti, Jelačić’e karşı Habsburgların desteğini almaya çalışmıştır. Kuzey İtalya’ya asker göndermeyi teklif etmişlerdir. Ağustos 1848’de Viyana’daki İmparatorluk Hükûmeti, Peşte’deki Macar hükûmetine resmi olarak ordu kurmama emri vermiştir.
29 Ağustos günü parlamentonun onayıyla Batthyány, Ferenc Deák ile birlikte İmparator’a giderek ondan Sırpların teslim olmasını ve Macaristan’a saldıracak olan Jelačić’i durdurmalarını emretmesini istemişlerdir. Ancak Jelačić devam etmiş ve Avusturya’nın herhangi bir emri olmadan Macar hükûmetini feshetmek için Macaristan’ı işgal etmiştir.
İmparator, Jelačić’i resmen görevden alsa da, Jelačić ve ordusu 11 Eylül 1848 günü Muraköz (Međimurje) ve Macaristan’ın Güney Transtuna bölgelerini işgal etmiştir.
iyana’daki Avusturya devrimi yenilgiye uğratıldıktan sonra, Avusturya Kralı I. Franz Joseph, aklı başında olmayan amcası Avusturya Kralı I. Ferdinand’ın yerini almıştır. Franz Joseph, Batthyány’nin 25 Eylül’de başlayan ikinci başbakanlığını tanımamıştır. Ayrıca Franz Joseph, Macar parlamentosu tarafından “Macaristan Kralı” olarak tanınmadı ve 1867 yılına kadar “Macaristan Kralı” olarak taçlandırılmadı. Sonunda, Viyana ile Pest arasındaki son kopuş, Mareşal Kont Franz Philipp von Lamberg’e Macaristan’daki tüm orduların (Jelačić’inkiler dahil) kontrolünün verilmesiyle gerçekleşmiştir. Macaristan’a gitmiş ve burada vahşice öldürülmüştür. Cinayetinin ardından İmparatorluk sarayı Macar Diyetini feshetmiş ve Jelačić’i Vekil olarak atamıştır.
Bu arada Batthyány, yeni İmparator ile uzlaşma sağlamak için tekrar Viyana’ya gitmiştir. Franz Joseph’in “Nisan yasaları” olarak bilinen reformları kabul etmeyi reddetmesi yüzünden çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kanunlar, amcası Kral Ferdinand tarafından zaten imzalanmış olduğundan ve kendisinin bunları iptal etme hakkı olmaması yüzünden bu eylem anayasaya aykırıydı.
Peşte’teki Macar liberaller bunu bir fırsat olarak gördüler. Eylül 1848’de Diyet, Avusturya-Macaristan Birliği’ni parçalamamak için Pest Ayaklanmasına taviz verdi. Ancak karşı-devrimci güçler toplanıyordu. Birçok yerel zaferlerin ardından, Bohemya ve Hırvat ordularının birleşimi 5 Ocak 1849’da Peşte’ye girdi.[43]
Sonuç olarak Batthyány ve hükûmeti, Kossuth, Szemere ve Mészáros dışında istifa etmiştir. Daha sonra Palatin Stephen’ın isteği üzerine Batthyány yeniden Başbakan olmuştur. 13 Eylül’de Batthyány bir isyan ilan etmiş ve Palatin’den onlara liderlik etmesini istemiştir. Ancak İmparator’un emriyle Palatin istifa etmiş ve Macaristan’ı terk etmiştir.
Jelačić’in güneydeki Hırvat birlikleri; Güneydoğudaki Banat‘ta Rumen; Doğuda Transilvanya‘da Karl von Urban liderliğindeki Avusturya birlikleri ve Avram Iancu liderliğindeki Rumen isyancılar; ve batıda baş komutan Windischgrätz‘ın komutasındaki Avusturya ana kuvvetleri olmak üzere Macaristan artık dört cephede savaşıyordu.
Macar hükûmeti, asker eksiği nedeniyle ciddi bir askeri kriz içindeydi, bu nedenle yeni Macar ordusuna gönüllü toplamak için harika bir hatip olan Kossuth’u görevlendirdiler. Jelačić, Pest’e doğru yürürken, Kossuth kasabadan kasabaya giderek halkı ülkenin savunmasına teşvik ediyordu ve Honvéd’in halk gücü onun eseriydi.
Batthyány, Kossuth’un askere alma konuşmaları sayesinde hızla Macar Devrim Ordusu’nu kurulmuştur. Devrimci ordudaki erlerin yüzde 40’ı ülkedeki etnik azınlıklardan oluşmaktaydı.[7] Yeni Macar ordusu 29 Eylül’de Pákozd Muharebesi‘nde Hırvatları yenmiştir.
Muharebe, siyaset ve moral üzerindeki etkisi nedeniyle Macar ordusu için bir simge haline gelmiştir. Kossuth’un Avusturya halkına yazdığı ikinci mektup ve bu muharebe, 6 Ekim’de Viyana’da gerçekleşen ikinci devrime neden olmuştur.
Batthyány yavaş yavaş ana hedefine, yani Habsburg hanedanıyla barışçıl bir uzlaşmaya varamayacağını fark etmiştir. 2 Ekim’de istifa etmiş ve aynı zamanda parlamentodaki sandalyesinden de istifa etmiştir. Kabinesinin bakanları da aynı gün istifa etmişlerdir.
Avusturya Stadion Anayasası ve düşmanlığın yenilenmesi
4 Mart 1849 günü Viyana’daki Habsburg hükûmeti, Stadion Anayasası adı verilen yeni bir anayasa ilan etmiştir.[44][45] Merkeziyetçi Stadion Anayasası hükümdara çok önemli bir güç sağlamış ve neo-mutlakiyetçiliğin yolunu açmıştır.[46] Avusturya’nın yeni Mart Anayasası, Macaristan’ın temsil edilmediği Avusturya İmparatorluk Diyeti tarafından hazırlanmıştır. İmparatorluk Diyeti gibi Avusturya yasama organlarının geleneksel olarak Macaristan’da hiçbir gücü yoktu. Buna rağmen, İmparatorluk Diyeti aynı zamanda 12. yüzyılın sonlarından bu yana Macaristan’da en yüksek yasama gücü olarak var olan Macaristan Diyeti’ni de ortadan kaldırmaya çalışmıştır.[47] Avusturya Stadion anayasası, Macaristan’ın mevcut anayasasıyla çelişmiş ve kaldırılmasını hedeflemiştir.[48] Ülkenin toprak bütünlüğü bile tehlike içindeydi: 7 Mart günü imparator Francis Joseph adına, tüm imparatorluk için birleşik bir anayasa tesis eden ve Macaristan Krallığı’nın beş bağımsız askeri bölgeye bölündüğü bir imparatorluk bildirisi yayınlanmıştır.[49]
Szemere hükümeti ve Vekil-Başkan Lajos Kossuth
Batthyány istifa ettiğinde Szemere ile birlikte hükûmeti geçici olarak atanmış ve Eylül ayının sonunda Kossuth, Ulusal Savunma Komitesi’nin başkanı olmuştur.
Anayasal açıdan ve taç giyme yeminine göre, taç giymiş bir Macar Kralı, yaşamı boyunca Macar tahtından vazgeçemezdi. Kral hayatta ancak yönetici olarak görevini yerine getiremiyorsa, kraliyet görevlerini bir vali (veya naip) üstlenmek zorundaydı. Bu nedenle Ferdinand hâlâ yasal Macaristan kralıydı. kral Ferdinand hâlâ hayatta olduğundan selefi kralın ölümü nedeniyle tahtı otomatik olarak devralma olasılığı yoktu bunun istisnası hükümdarın tahtından feragat etmesi ve ölümünden önce başka bir kralı atamasıydı, teknik olarak yalnızca bir yasal kral mevcuttu. Parlamentonun hükümdarı tahttan indirme ve halefini Macaristan’ın yeni kralı olarak seçme yetkisi vardı. Yasal ve askeri gerginlikler nedeniyle Macaristan parlamentosu Franz Joseph’e bu onuru vermedi. Bu olay Macar direnişine sağlam bir yasal temel kazandırmıştır. O andan devrimin çöküşüne kadar, Macaristan’ın devlet başkanı olarak Lajos Kossuth, ülkenin de facto ve de jure hükümdarı olmuştur.[31] Kázmér Batthyány dışında yeni kabinenin tüm üyeleri Kossuth’un destekçileriydi.
Szemere yönetimi, 2 Mayıs 1849’da kurulmuştur:[50][51]
- Devlet başkanı Lajos Kossuth.
- Başbakan ve İçişleri Bakanı: Bertalan Szemere
- Dışişleri Bakanı, Tarım, Sanayi ve Ticaret Bakanı: Kázmér Batthyány
- Maliye Bakanı: Ferenc Duschek
- Adalet Bakanı: Sebő Vukovics
- Eğitim, Bilim ve Kültür Bakanı: Mihály Horváth
- Çalışma, Altyapı ve Ulaştırma Bakanı: László Csány
- Savunma Bakanı : Lázár Mészáros (14 Nisan – 1 Mayıs 1849) Artúr Görgei (7 Mayıs – 7 Temmuz 1849) ve Lajos Aulich (14 Temmuz – 11 Ağustos 1849)
O andan itibaren artan bir güce sahipti. Tüm hükûmetin yönetimini eline geçirmiştir. Askeri deneyimi olmaksızın orduların hareketlerini kontrol etmek ve yönlendirmek zorundaydı; generaller üzerinde kontrolü elinde tutmayı ya da başarı için çok önemli olan askeri işbirliğini kurmayı başaramamıştır. Özellikle Kossuth’un yeteneklerini ilk fark ettiği Artúr Görgei itaat etmeyi reddetmiştir; iki adam çok farklı kişiliklerdi. Kossuth iki kez onu komutanlıktan almış; iki kez onu geri getirmek zorunda kalmıştır. Kossuth’ta Görgey’in hesaplı acımasızlığından biraz daha fazlası olmalıydı, çünkü haklı olarak söylendiği gibi, ele geçirdiği devrimci güç ancak devrimci araçlarla elde tutulabilirdi; ama doğası gereği yumuşak kalpliydi ve her zaman merhametliydi; çoğu zaman cüretkar olsa da, askerler ile ilişkilerde kararsızdı. Kişisel cesaret eksikliği gösterdiği söylenmiştir ki bu ihtimal dışı değildir; onu bu kadar büyük bir hatip yapan aşırı duygusallık, bir askerin tehlike anında ihtiyaç duyduğu soğukkanlılıkla birleştirilebilir; ama hiç kimse onun gibi başkalarına cesaret aşılamayı başaramamıştır.
Takip eden korkunç kış boyunca enerjisi ve ruhu onu asla hayal kırıklığına uğratmamıştır. Ordunun Viyana’nın yardımına koşma konusundaki isteksizliğinin üstesinden gelen oydu. Kendisinin de bulunduğu Schwechat Muharebesi’ndeki yenilginin ardından Józef Bem’i Transilvanya’daki savaşı sürdürmesi için göndermiştir. Yılın sonunda Avusturyalılar Pest’e yaklaşırken, Amerikan elçisi William Henry Stiles’ın (1808-1865) arabuluculuğunu istemiştir. Ancak Windisch-Grätz Prensi I. Alfred tüm şartları reddetmiş ve Diyet ve hükûmet Debrecen’e kaçmış; Kossuth, Macar ulusunun kutsal amblemi olan Aziz Stephen Tacını da yanına almıştır. Kasım 1848’de İmparator Ferdinand, Franz Joseph lehine tahttan çekilmiştir. Yeni İmparator, Mart ayında verilen tüm imtiyazları iptal etmiş ve Kossuth’u ve Nisan yasalarına dayanarak yasal olarak kurulan Macar hükûmetini yasa dışı ilan etmiştir. Nisan 1849’da, Macarlar birçok başarı kazandığında, orduyu yokladıktan sonra Kossuth, ünlü Macar Bağımsızlık Bildirgesi’ni yayınlamış; burada “Tanrı ve insan önünde yalan yere yemin eden Habsburg-Lorraine Hanedanı’nın Macar tahtını kaybettiğini” ilan etmiştir. Bu onun aşırı ve dramatik aksiyona olan sevgisinin bir adım karakteristik özelliğiydi, ancak bu durum kendisi ile eski hanedan döneminde sadece özerklik isteyenler arasındaki anlaşmazlığı artırmış ve düşmanları onu krallığı hedeflemekle suçlamaktan çekinmemiştir. Tahttan indirilmesi aynı zamanda Habsburglar ile herhangi bir uzlaşmayı pratikte imkansız hale getirmiştir.
Kossuth, Buda kalesinin kuşatılması ve yeniden ele geçirilmesi için Macar ordusunun haftalarca bağlanmasında kilit bir rol oynamış ve sonunda 21 Mayıs 1849’da başarılı olmuştur. Ancak nihai başarı umutları Rusya’nın müdahalesiyle boşa çıkmış; Batılı güçlere yapılan tüm çağrılar boş çıkmış ve 11 Ağustos’ta Kossuth, son uçta generalin tek başına ulusu kurtarabileceği gerekçesiyle Görgey lehine görevden çekilmiştir. Görgey, orduyu Avusturyalılara teslim eden Világos’ta (günümüzde Şiria, Romanya) Ruslara teslim olmuştur.[31]
Bağımsızlık savaşı

1848 ve 1849 yıllarında bağımsızlık isteyen Macar halkı ülkenin yalnızca orta kesimlerinde çoğunluktaydı. Macarlar başka milletlerle çevriliydi.
1848-1849’da Avusturya monarşisi ve onlara danışmanlık yapanlar Hırvatları, Sırpları ve Rumenleri manipüle ederek bir gün Macarlara, ertesi gün Sırplara ve diğer gruplara çelişkili vaatlerde bulunmuşlardır.[52] Bu gruplardan bazıları, kendi bağımsızlıkları için çabalayan liderleri tarafından Macar Hükûmetine karşı savaşmaya yönlendirilmiş; bu, diğerlerinin yanı sıra Macarlar ve Romenler arasında çok sayıda acımasız olayı tetiklemiştir.
Ancak 1848 ve 1849’da Slovakların, Almanların, Rusinlerin ve Macaristan Slovenlerinin çoğu,[53][54][55] Macar Yahudileri ve Polonyalı, Avusturyalı ve İtalyan gönüllüler gibi pek çok kişi tarafından Macarlar, destekleniyorlardı.[56] 28 Temmuz 1849’da Macar Devrimci Parlamentosu, Avrupa’daki etnik ve azınlık haklarına ilişkin ilk[57][58] yasayı ilan etmiş ve yürürlüğe koymuş; ancak bunlar, Rus ve Avusturya ordularının Macar Devrimi’ni ezmesinin ardından kaldırılmıştır.[59][60][61] Avusturya tahtı zaman zaman Macaristan’daki böl ve yönet taktiğinde abartıya kaçması bazen istenmeyen sonuçla doğurmuştur. Buna örnek ise savaşa açık bir şekilde Macar karşıtı olmasa da en azından kayıtsız olarak başlayan, ancak Hanedanlığa karşı Macar Hükûmetini destekleyen Slovakların durumunda yaşanmıştır.[62] Ancak başka bir durumda, Avusturyalıların ikiyüzlülüğü, 1849’daki savaş sırasında Macar davasına daha da şaşırtıcı bazı yeni müttefikler kazandırmıştır.
Hırvatlar
Hırvatistan Krallığı, 12. yüzyıldan beri Macaristan Krallığı ile şahsi birlik içindeydi. Hırvat milliyetçiliği, 19. yüzyılın balarında zayıftı, ancak özellikle de Macar Krallığı altındaki Hırvat özerkliğini göz ardı eden Nisan Kanunlarıyla birlikte artan Macar baskısı nedeniyle büyümüştür.[63]
Bu duruma yanıt olarak Hırvat liderler ayrı bir Üçlü Krallık çağrısında bulunmuşlardır. Saygı duyulan bir Hırvat kahramanı olmaya devam edecek olan Ban Josip Jelačić, Habsburglar altında ayrı bir varlık olarak Hırvatistan’ı Macaristan’dan kurtarmak istemiştir. Sonunda Avusturya İmparatorunun danışmanı olarak yemin etmek üzere Viyana’ya gitmiştir. Lajos Kossuth‘un Habsburgları tahttan indirerek bağımsız bir Macaristan Krallığı ilan etmesinden kısa bir süre sonra Hırvatlar, Macarlara karşı isyan etmişler ve Avusturya‘ya bağlılıklarını ilan etmişlerdir. Macar devrimindeki ilk çatışma Hırvatlar ve Macarlar arasındaydı ve Avusturya’nın sadık Hırvat tebaasının müdahalesi Viyana’da karışıklığa neden olmuştur.[64] Jelačić, Macar devrimcilerin artan gücünü bastırmak umuduyla ordusunu kendi emri altına göndermiş, ancak başarısız olmuş ve 29 Eylül’de Pákozd yakınlarında Macarlar tarafından geri püskürtülmüştür.[65]
Macar Devrimi’nin sona ermesinden sonra Hırvatistan, 1860’lardaki Hırvat-Macar Uzlaşması‘na kadar doğrudan Avusturya tarafından yönetilmiştir.[66]
Voyvodinalı Sırplar
Voyvodina, Osmanlı-Kutsal İttifak savaşlarında Osmanlı İmparatorluğu‘nun yenilmesinden sonra Macar Kraliyet Toprakları haline gelmiştir.

Tisza Nehri ile Transilvanya arasında, Tuna Nehri’nin kuzeyinde, Macaristan’ın “Banat” adı verilen eski bölgesi yer almaktadır.[67] Mohaç Muharebesi‘nden sonra Osmanlı yönetimi altındaki Tuna Nehri’nin kuzeyindeki bölge, Osmanlı ordusunun yanı sıra Güney Slavların akınına uğramıştır. 1804’te Tuna Nehri’nin güneyinde başkenti Belgrad olmak üzere yarı bağımsız Sırbistan Prensliği kurulmuştur. Böylece 1849’da Tuna Sırbistan’ı Macaristan Krallığı’ndan ayrılmıştır. Nehrin kuzey yakasındaki Macar bölgesine “Voyvodina” adı veriliyordu ve o zamana kadar neredeyse yarım milyon Sırp nüfusa ev sahipliği yapıyordu. 1840 nüfus sayımına göre Voyvodina’da Sırplar toplam nüfusun %49’unu oluşturuyordu. Voyvodinalı Sırplar bağımsızlıklarını ya da Tuna’nın diğer yakasındaki Sırbistan Prensliği’ne bağlılıklarını arıyorlardı. 1848 Devrimi’ne yol açan Macar bağımsızlık hareketinin ortaya çıkması karşısında Avusturya monarşisi, Voyvodina Sırplarına Avusturya İmparatorluğu içinde bağımsız bir statü vadetmiştir.
Bu amaçla Josif Rajačić, Şubat 1849’da Voyvodina Patrikliğine atanmıştır.[68] Rajačić, Avusturya yanlısı eğilimleri nedeniyle biraz muhafazakar olmasına rağmen, Sırp ulusal hareketinin bir destekçisiydi. Macar Hükûmetine karşı yapılan savaşın çok önemli bir noktasında, Mart 1849’un sonlarında, Avusturyalıların savaş için daha fazla Sırp askerine ihtiyaç duyduğu bir zamanda, Macaristan’daki Avusturya birliklerine komuta eden Avusturyalı General Juraj Rukavina Vidovgradski, Voyvodina’nın bağımsızlığı sözünü resmen yeniden dile getirmiş ve Patrik’in Sırp ulusuyla ilgili tüm taleplerini kabul etmiştir.[69] Patrik’in taleplerine boyun eğmek, Voyvodina’nın sınır bölgelerinde 16 ile 60 yaş arasındaki her erkeği askere alabilen katı askeri idaresinin gevşetilmesi anlamına gelmekteydi.[70]
Voyvodinalı Sırplar, gevşetilecek ilk önlemin Avusturya’da zorunlu askerlik olmasını bekliyorlardı. Ancak yeni İmparator olan Franz Joseph’in başka fikirleri vardı ve verilen bu söz, Voyvodina halkına verildikten iki hafta sonra yerine getirilmemiştir. Bu durum Voyvodina halkının bölünmesine neden olmuş ve eyaletteki Sırpların en azından bir kısmı, Avusturyalılara karşı seçilmiş Macar Hükûmetini desteklemeye başlamışlardır.[70] Bazı Sırplar, Voyvodina’nın bağımsızlığını desteklemek için Sırp ulusunu Avusturya İmparatorluğu’na sevdirmeye çalışmışlardır.
Başlayan düşmanlıklar üzerine üç cephede savaş veren Macar Hükûmeti derhal ezilmeliydi. Ancak savaşın başlarındaki olaylar Hükûmetin lehine işlemiştir. Sırpların güney cephesindeki birliği, Avusturya’nın Voyvodina’nın hukuki statüsü konusundaki ihaneti nedeniyle bozulmuştur.
Sırp ulusal hareketinin bazı sağcı katılımcıları, Macaristan’daki “devrimin”, toprak sahiplerinin ayrıcalıklarını ve Sırp Voyvodinası’ndaki soyluları, işgalci Avusturyalılardan daha fazla tehdit ettiğini düşünmüşlerdir.[71]

Savaşın başında Macar Savunma Kuvvetleri (Honvédség) bazı zaferler kazanmışlardır. Avusturyalılara karşı savaşlar,[72][73] örneğin Eylül 1848’de Pákozd Muharebesi‘nde ve Nisan 1849’da Isaszeg‘de, hatta o sırada Habsburg İmparatorluğu’ndan Macar Bağımsızlık Bildirgesi‘ni bile ilan ettiler. Aynı ay Artúr Görgei, bağımsız Macaristan’ın tüm ordularının yeni Başkomutanı olmuştur.[74]
1849’da Macar devriminin yıkılmasından sonra Voyvodina, Avusturya Kraliyet Toprakları haline gelmiştir. 1860 yılında tekrar Macaristan Kraliyet Toprakları haline gelmiş ve I. Dünya Savaşı‘nın sonuna kadar Macaristan’ın bir parçası olarak kalmıştır.[75]
Batı Slovak Ayaklanması

Slovak gönüllü birlikleri, Macar Devrimi’ne karşı çıkan gerici bir silahlı harekettir. Modern Slovakya‘nın batı kesimlerinde örgütlenen gönüllüler, Yukarı Macaristan’daki Slovakların çoğunlukta olduğu bölgelerde, doğuda Kassa’ya (Kösice) kadar çok sayıda sefer yürütmüşlerdir.[76] Slovak Gönüllülerinin liderleri Ľudovít Štúr, Jozef Miloslav Hurban ve Michal Miloslav Hodža, Slovak ulusundan tam destek almak için mücadele etmişlerdir. Birçok Slovak köylüsü, daha geniş ulusal hedeflerden ziyade, feodal köleliğin kaldırılmasıyla daha fazla ilgileniyorlardı. Slovak gönüllülerin liderlerinin ağırlıklı olarak Protestan olması nedeniyle dinsel farklılıklar da önemli bir rol oynamış ve bu durum, Katolik Slovak çoğunlukta olduğu bölgelerde destek sağlamada zorluklara yol açmıştır.[77] Sonuç olarak, Slovak nüfusunun çok daha yüksek bir yüzdesi Macar devrimcileri arasında Macar Honvédség’de (İç Muhafız) görev yaparken, yalnızca en fazla 2.000 kadar kişi askere alabilmişlerdir.[78]
Slovak halkının kesin bir sınırı veya ulusal kimliği olmadığı için Slovak ulusu ve halkı o zamana kadar yeterince tanımlanmamıştır. Ancak devrime giden yıllarda Macarlar, kendi kontrolleri altındaki Slovak bölgesinin Macarlaştırılması için adımlar atmıştır. Bunun amacı Macaristan çevresindeki çeşitli etnik grupları ortak bir kültür altında buluşturmaktı. Macar Devrimi’nin patlak vermesiyle birlikte bu süreç etnik gruplar, özellikle de birçok Slovak aydınları için daha yakın bir tehdit olarak görülüyordu.[79] Slovaklar, kültürlerinin Macarlaştırılmasının durdurulması ve kendilerine bazı özgürlük ve haklar verilmesi yönünde taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepler çok geçmeden Macaristan’daki etnik azınlıkların hakları için haykıran daha geniş gösterilere dönüşmüştür. Yapılan tutuklamalar göstericileri daha da öfkelendirmiş ve sonunda Prag’da bir Pan-Slav Kongresi düzenlenmiştir. Bu kongrede Slovak halkının haklarını talep eden bir belge hazırlanarak Macar hükûmetine gönderilmiştir. Macarlar buna Slovak bölgesine sıkıyönetim uygulayarak karşılık vermiştir.[79]
İmparatorluk hükûmeti, topraklarının her yerinde bulunan etnik azınlıkların daha fazla özerklik istediğinin farkındaydı, ancak Macaristan dışında tam bir kopuş isteyen yoktu. Bunu, Macar hükûmetine karşı etnik ulusal hareketleri destekleyerek kullandılar. Slovak gönüllü birimleri, tiyatronun karşısındaki Macarlara karşı seferlere katılmak üzere Viyana’da görevlendirildi. Daha sonra bir Slovak alayı, Slovak konseyinin açıkça Macaristan’dan ayrıldığı Miava’ya (günümüzde Myjava, Slovakya) yürüdü. Macar ordusunun bir dizi Slovak lideri vatana ihanetten idam etmesi ve çatışmanın daha kanlı hale gelmesiyle gerilim artırmıştır.[79]
Ancak Slovak Gönüllülerinin liderleri de Macaristan’dan özerklik istiyordu. Slovak topraklarının doğrudan Avusturya imparatorluğunun bir parçası olacağını beklentisindeydiler. Avusturyalıların yerine getirilmeyen vaatleri nedeniyle oluşan gerginlikler kısa sürede tırmanmaya başlamıştır. Destek eksikliği ve Macar çabalarının artması nedeniyle Slovak gönüllü birliklerinin, Ruslar içeri girene kadar savaşın geri kalanında çok az etkisi olmuştur. Rusya’nın ilerleyişinin ardından direnişi ‘süpürmek’ için kullanılmış ve kısa süre sonra dağıtılmış ve Slovakya’nın Devrim’e katılımı sona ermiştir. Slovaklar İmparatorluk otoritesi altında kaldıklarından ve bir süre herhangi bir özerkliğe sahip olmadıklarından ayaklanmanın sonucu belirsizdir.[79]
Transilvanya

29 Mayıs 1848 günü Kolozsvár’da (günümüzde Cluj, Romanya), Transilvanya Diyeti (116 Macar, 114 Székely ve 35 Sakson’dan oluşuyordu[80]) Macaristan ile yeniden birleşmeyi onaylamıştır. Romenler ve Almanlar karara karşı çıkmışlardır.[81]
10 Haziran 1848 günü Wiener Zeitung gazetesi şunları yazmıştır: Her durumda, tüm insan haklarına aykırı olarak ilan edilen Transilvanya birliği geçerli değildir ve tüm dünyadaki hukuk mahkemeleri, Rumen halkının protestosunun haklılığını kabul etmelidir.[82]

Eylül 1848’de Avusturyalı komutan Karl von Urban, Devrim’e karşı çıkan ilk kişi olmuştur. 10 Eylül’de Transilvanya Prensliği‘nin 44 bölgesinin liderlerini Naszód (Năsăud) karargahına çağırmış ve hem zorunlu askerliği reddeden köylere hem de köylü ayaklanmasından korkan toprak sahiplerine koruma teklif etmiştir. Urban daha sonra yüzlerce köylüye ve köy delegesine bağlılık yemini etmiş ve sonunda geniş çapta dağıtılan bir memorandum ile Devrim’i kınamıştır. Von Urban o kadar zorlayıcı bir tavır sergiledi ki, Eylül sonu itibarıyla bölgedeki 918 topluluk Devrim’den uzaklaşmış, İmparatorluk ve Karşı-devrimci davaya katılmıştır. Bu, Transilvanya’daki devrimci partinin gücüne ölümcül bir darbe indirmiştir.[83]
Rumenler
25 Şubat 1849’da Rumen nüfusunun temsilcileri, Habsburg İmparatoru’na, Büyük Transilvanya Prensliği Banat ile, Macaristan ve Bukovina’ya komşu bölgelerden Romanya ulusunun Memorandumunu göndererek, Bukovina, Transilvanya ve Banat’ın bir hükümet (…) Avusturya devletindeki tüm Romenlerin, Monarşinin bir bölümünü tamamlayacak şekilde Avusturya yönetimi altında tek bir bağımsız ulus halinde birleşmesini talep etmişlerdir.[84]
Transilvanya Saksonları
1848 yılının Ekim ayının ilk günlerinde Stephan Ludwig Roth, Saksonlar için iki seçenek olduğunu söylemiştir: Bunlardan birincisi, Macarların yanında yer almak ve böylece Rumenlere ve imparatorluğa karşı çıkmak; ikincisi ise Rumenlerin yanında yer almak ve böylece Macarlara karşı imparatorluğu desteklemektir. Bu seçimde Rumenler ve Macarlar tesadüfidir. En önemli prensip Avusturya’nın ilan ettiği anayasanın genişletilmesini garanti eden birleşik imparatorluk ilkesidir.[85]
Transilvanya Saksonları, Transilvanya’nın Macaristan’a dahil edilmesini reddetmişlerdir.[86]
Milliyetler ile uzlaşma girişimleri
Ağustos-Eylül 1848 gibi erken bir tarihte, Macaristan Parlamentosu’nun Vatandaşlık Komitesi, Rumenler için günümüzün demokratik standartlarını bile karşılayabilecek kadar geniş haklar vadeden bir vatandaşlık yasa tasarısı taslağı hazırladı:

- Ana dilde eğitim. Tasarıda, devlet okullarının kurulmasında Rumence konuşan nüfusun da dikkate alınacağı sözü veriliyordu. Ancak Romence’nin eğitim dili olduğu ortaöğretim okullarında, Macar dili ve edebiyatını sıradan bir ders olarak öğretmek zorunda kalacaktı.
- Üniversitede bir Romen filolojisi ve edebiyatı bölümü kurulacak.
- Ortodoks Kilisesi’nin Katolik ve Protestan kiliseleriyle tam dini eşitliği,
- Görevlilerin yerin ulusal oranına göre seçilmesi,
- Devlet ile Rumen çoğunluğunun bulunduğu ilçeler ve belediyeler arasındaki resmi yazışmalar Rumence yapılabilir,
- Romenler Devlete ve yerel makamlara kendi ana dillerinde hitap edebilirler.
- Şehir ve ilçe meclislerine seçilen temsilcilerin Macarca anlamalarına gerek yoktur.
- Etnik çoğunluk bölgelerinde, ulusal muhafızlar emirlerini etnik dilde alacaklar.
- Bir vatandaşlığa tanınan tüm haklar diğer tüm milletlere de uygulanacaktır.[87]
Macarların bu çabasına rağmen Rumenlerin imparatordan taleplerinin yerine getirilmesini istemeleri Macarlar ile aralarında kanlı bir iç savaşa yol açmıştır.[88]
Ruslar
Devrimci direnişin başarısı yüzünden Franz Joseph, Mart 1849’da “Avrupa jandarması“ Rus Çarı I. Nikolay‘dan yardım istemek zorunda kalmıştır. Yaklaşık 8.000 askerden oluşan bir Rus ordusu 8 Nisan 1849 günü Transilvanya’yı işgal etmiştir. Ancak Transilvanya ve Eflak sınırı boyunca Güney Karpat dağ geçitlerini geçtiklerinde, Polonya doğumlu General Józef Bem liderliğindeki büyük bir Macar devrimci ordusuyla karşılaşmışlardır.
Bem, 1830-1831 Polonya ayaklanmasına, 1848’de Viyana’daki ayaklanmaya katılmış ve son olarak 1848’den 1849’a kadar Macaristan’ın en iyi ordu komutanlarından biri olmuştur. Bem, Ruslarla karşılaştığında onları yenmiş ve Transilvanya’daki Hermannstadt (günümüzde Sibiu, Romanya) ve Kronstadt (günümüzde Brașov) kasabalarından çıkarıp, Roterturm Geçidi üzerinden Güney Karpat Dağları üzerinden Eflak’a geri dönmeye zorlamıştır.[92] Yalnızca 2.000 Rus askeri Transilvanya’dan Eflak’a geri dönmeyi başarmış; diğer 6.000 asker Macar Ordusu tarafından öldürülmüş veya esir alınmıştır.[93] Transilvanya’nın tamamını güvence altına aldıktan sonra Bem, 30.000-40.000 kişilik Macar ordusunu kuzey Banat’taki Avusturya kuvvetlerine karşı hareket ettirerek Temeşvar şehrini ele geçirmiştir (şimdi Temeşvar, Romanya).
Avusturyalılar


Laval Nugent von Westmeath, Avusturyalı Mühimmat Ustasıydı, ancak general olarak, hâlâ Avusturya tahtına sadık olan tüm Sırpları, Macar Hükûmetine karşı başka bir saldırı için yönlendirmeye çalışıyordu.[95] Güney cephesinde bile Macar Orduları başlangıçta başarılı olmuştur.
Bu çatışma, güçleri desteklemek için Macaristan’a giden yolda isyancıların bir garnizona saldırdığı Ekim 1848’deki Viyana Ayaklanmasına yol açmıştır. Ancak Avusturya ordusu isyanı bastırmayı başarmıştır. Aynı zamanda Avusturyalılar, Schwechat’ta Macarların Viyana’yı ele geçirme girişimini engellemişlerdir. Bu zaferin ardından General Windischgrätz ve 70.000 asker, Macar devrimini ezmek için Macaristan’a gönderilmiştir. Avusturyalılar, Viyana’dan Tuna Nehri’ni takip ederek Komorn’u (günümüzde Komárom, Macaristan ve Komárno, Slovakya) kuşatmak için Macaristan’a geçmişlerdir. Tuna Nehri boyunca Macar Krallığı’nın başkenti Peşte’ye kadar devam etmişlerdir. Windisch-Grätz Prensi I. Alfred liderliğindeki Avusturyalılar, şiddetli bir çatışmanın ardından Buda ve Peşte’yi ele geçirmişlerdir.[96] Kasaba Almancada Ofen olarak biliniyordu ve daha sonra Buda ve Peşte kasabaları Budapeşte olarak birleştirilmiştir.
Nisan 1849’da, bu yenilgilerden sonra Macar Hükûmeti toparlanmış ve bu batı cephesinde birçok zafer kazanmıştır. Avusturya’nın ilerleyişini durdurup Buda ve Peşte’yi geri aldılar.[97] Sonra Macar Ordusu, Komárom kuşatmasını hafifletmiştir.[98] Dolayısıyla Bahar Taarruzunun devrim için büyük bir başarı olduğu kanıtlanmıştır.
Sonuçta Macar Hükûmeti doğu cephesinde (Transilvanya) Ruslara karşı, batı cephesinde ise Avusturyalılara karşı eşit derecede başarılı olmuştur. Ama Banat’taki güney cephesi olan üçüncü bir cephe daha vardı. Sırp ulusal hareketinin birlikleri ve Voyvodina eyaletinde Jelačić’in Hırvat birlikleri beraber savaşıyordu. Banat’taki Macar kuvvetlerinin Generali Mór Perczel, başlangıçta güney cephesindeki savaşlarda başarılıydı.[99]
Nisan 1849’da Ludwig Baron von Welden, Macaristan’daki Avusturya kuvvetlerinin yeni baş komutanı olarak Windischgrätz’ın yerini almıştır.[100] Macarlar, Avusturya ordusunu takip etmek yerine Buda Kalesi’ni geri almak için durdular ve savunma hazırladılar. Aynı zamanda İtalya’daki zafer, o zamana kadar bu cephede savaşan birçok Avusturya askerini açığa çıkarmıştı. Haziran 1849’da Macar ordusundan çok daha fazla sayıda olan Rus ve Avusturya birlikleri, Macaristan’a girmiştir. Diğer Avrupa devletlerine yapılan tüm çağrılar başarısız olduktan sonra Kossuth, 11 Ağustos 1849’da savaşı kurtarabilecek tek general olduğunu düşündüğü Artúr Görgei’nin lehine görevden çekilmiştir.
Diğer taraftan Mayıs 1849’da Çar I. Nikolay, Macar Hükûmetine karşı gücünü iki katına çıkarma sözü vermiştir. Çar I. Nikolay ve İmparator Franz Joseph, 1848’de Galiçya’daki ulusal kurtuluş hareketinin bastırılmasına aktif olarak katılan Avusturyalı yardımcı mareşal Anton Vogl’un komuta edeceği bir orduyu yeniden toplayıp, silahlandırmaya başladılar.[101] Ancak bu aşamada bile Vogl, Galiçya’daki başka bir devrimci ayaklanmayı durdurmaya çalışmakla meşguldü.[102] Çar ayrıca Polonya’dan 30.000 Rus askerini Doğu Karpat Dağları üzerinden geri göndermeye hazırlanıyordu. Vogl’un güçlerinden bağımsız olarak, Avusturya, Galiçya’yı tuttu ve güçlerinin Macaristan’a taşıdı. Aynı zamanda, yetenekli Julius Jacob von Haynau, Batı’dan 60.000 Avusturyalıdan oluşan bir orduya liderlik etmiş ve bahar boyunca kaybedilen toprakları geri almıştır. Nihayetinde 18 Temmuz’da Buda ve Peşte’yi ele geçirmiştir.[103] Ruslar doğuda da başarılı olmuşlar ve Macarların durumu giderek kötüleşmiştir.
13 Ağustos’ta, özellikle Ruslara karşı Segesvár Muharebesi ve Avusturya ordusuna karşı Szöreg ve Temesvár[103] muharebeleri olmak üzere birçok acı yenilginin ardından Macaristan’ın kaybettiği açıktı. Umutsuz bir durumda Görgey, Világos’ta (günümüzde Şiria, Romanya) Ruslara (savaşın bir Rus zaferi olarak kabul görmesi için ve isyancıların Rusları daha hoşgörülü görmesi nedeniyle) Ruslara teslim olma anlaşması imzalamış ve Ruslar orduyu Avusturyalılara teslim etmiştir.[104]

Sonrası
Avusturya ordusunun lideri Julius Jacob von Haynau, çatışmanın ardından Macaristan’da düzeni sağlamak için tam yetkili olarak atanmıştır. Arad’ın 13 Şehidi‘nin (günümüzde Arad, Romanya) infazını emretmiş ve Başbakan Batthyány aynı gün Peşte’te idam edilmiştir.[104]
Başarısız olan devrimin ardından 1849’da ülke çapında “pasif direniş” yaşanmıştır.[105] 1851’de Teschen Dükü Arşidük Albrecht, naip olarak atanmış ve bu 1860 yılına kadar sürmüş ve bu süre zarfında bir Almanlaşma sürecini uygulanmıştır.[106]
Kossuth, devrimden sonra sürgüne gitmiş, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış ve 1851 yılına kadar Kütahya‘da yaşamıştır. Kütahya’da kaldığı ev Kossuth Evi Müzesi‘dir. O yıl ABD Kongresi onu ABD’ye davet etmiştir. Eylül ayında Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış, İngiltere’de durmuş, ardından Aralık ayında New York’a gelmiştir. ABD’de kamuoyunun yanı sıra o zamanki ABD Dışişleri Bakanı Daniel Webster tarafından da sıcak bir şekilde karşılanmış ve bu, ABD ile Avusturya arasındaki ilişkileri sonraki yirmi yıl boyunca biraz gergin hale getirmiştir. Kossuth County, Iowa onun adını almıştır. 1852 yazında İngiltere’ye gitmek üzere Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrılmıştır. Macaristan’a dönme umuduyla o zamanlar Sardinya-Piyemonte‘nın başkenti olan Torino‘ya taşındığı 1859 yılına kadar orada kalmıştır. Ancak asla Macaristan’a dönememiştir.
Kossuth, en büyük hatasının Macar azınlıklara karşı olmak olduğunu düşünüyordu. Tuna Nehri kıyısında birçok etnik gruptan oluşan cumhuriyetler konfederasyonu hayali, bu bölgelerdeki etnik gruplar arasında düşmanlık duygularının tırmanmasını önleyebilecekti.[107]
Kossuth’un sürgündeki yoldaşlarının çoğu, kız kardeşlerinden birinin oğulları da dahil olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’nde ona katılmıştır. Bu “Kırk Sekizlilerden” bazıları Kossuth’un ayrılmasından sonra kalmışlar ve Amerikan İç Savaşı‘nda Birlik tarafında savaşmışlardır. Kossuth’un özel sekreteri olarak görev yapan Macar avukat George Lichtenstein, devrimden sonra Königsberg‘e kaçmış ve sonunda müzisyen olarak tanındığı Edinburgh‘a yerleşmiştir.[108]
Macar Ordusu’nun 1849’da Világos teslimiyeti ardından devrim sancakları Çarlık birlikleri tarafından Rusya’ya götürülmüş ve hem Çarlık hem de Komünist sistemler altında orada tutulmuştur. 1940 yılında Sovyetler Birliği, tutuklu Macar Komünist lideri Mátyás Rákosi‘nin serbest bırakılması karşılığında Horthy hükûmetine sancakları teklif etmiş, Horthy hükûmeti teklifi kabul etmiştir.[109]
Rivayete göre Macarlar, devrimin bastırılmasından sonra Avusturyalıların anısına bira bardaklarını tokuşturmamışlardır.[110]
1848-1849 Macar Devrimi ve Kurtuluş Savaşı, toplumsal düşüncede köklü, belirleyici değişikliklere yol açmış ve kısa sürede cesur fikirleri, “eski düzen” tarafından kaldırılsa bile iptal edilemeyecek kanunlara dönüştürülmüştür.[111] Ancak yalnızca kısa bir süre için, Reform Çağı ve Devrim’in fikirleri yeniden yasa haline geldi ve 1867 Avusturya-Macaristan Antlaşması‘ndan sonra nihai zaferi kazandı.
Avusturya İmparatorluğu, Macaristan’nı tek başına yenemeyeceğini anlamıştır. Bu da ülkeye 1867 Uzlaşmasına yol açan siyasi sermayeyi getirmiştir. Bağımsızlık Savaşı sırasında Honvéd Ordusu tarafından temsil edilen bu güç, Avrupa’nın en güçlü ordularından biri olan Avusturya İmparatorluk-Kraliyet (KuK) Ordusu’na eşit bir rakip olarak durabilmiştir.[111]
- 1892 – Jesse W. Reno tarafından yürüyen merdivenin patenti alındı.

Yürüyen merdiven, basamakları sürekli olarak dönen bir düzenek üzerine yerleştirilmiş, elektrikle çalışan merdivendir. İnsanları yukarı ya da aşağı taşımaya yararlar. Asansörlere göre daha fazla insan taşıyabilirler. Başlıca kullanım alanları oteller, alışveriş merkezleri, tren ve metro istasyonları ile havaalanlarıdır.
Tarih

Terim olarak yürüyen merdiven anlamına gelen İngilizce “Escalator” ismi ilk kez 1912’de Otis Asansör Şirketi tarafından bir reklam broşünde kullanılmıştır. 9 Ağustos 1859’da ilk yürüyen merdiven patenti “Revolving Stairs (orj İngilizce:Dönen Merdivenler) ismiyle Nathan Ames tarafından 25076 Birleşik Devletkler Pantent Numarası ile Amerika’da alınmıştır. Bu tasarımda yürüyen merdiven, tırnaklı basamakların tahrik edilmesi prensibine dayanmaktaydı ve sabit trabzanlara sahipti. Ancak bu patent ile üretim yapılmamıştır.[1][2]

1800’lü yılların sonuna kadar hiçbir hareketli merdivene patent verilmedi. Daha sonra verilen üç patent ise 1891 Jesse Reno, 1892 George H. Wheeler ve 1898 Charles D. Seeberger tarafından alındı. 15 Mart 1892’de yürüyen merdivenin mucidi Jesse W. Reno (Amerikan İç Savaşı‘nda general olan Jesse L. Reno‘nun oğlu), buluşu için patent aldı. Bu taşıma aracının ilk örneği, patent tarihinden 3 yıl sonra (Eylül 1895) New York‘taki Coney Island eğlence merkezinde, 25 derecelik eğimli bir düzenekle kullanıma sunuldu. Yaklaşık 6 yıl sonra Otis Asansör Şirketi, Reno’yla yaptığı anlaşmayla ticari bir ürün olarak yürüyen merdiveni de ürün yelpazesine kattı. Şirket ilk yürüyen merdivenini, 1900’de Fransa‘da düzenlenen Paris Dünya Fuarı‘nda sergiledi ve ardından yürüyen merdiveni ilk kez Filadelfiya‘daki çok katlı bir mağazaya kurdu.[3]
Galeri
-
Türkiye’nin başkenti Ankara’da Çayyolu metrosu Necatibey istasyonunda yer alan yürüyen merdivenler.
- 1892 – Liverpool FC kuruldu.
![]() |
||||
Tam ad | Liverpool Football Club | |||
---|---|---|---|---|
Takma ad | The Reds (Kırmızılar) | |||
Renkler | Kırmızı-Beyaz | |||
Kuruluş | 3 Haziran 1892[1] | |||
Stadyum | Anfield, Liverpool (Kapasite: 53.394) |
|||
Başkan | ![]() |
|||
Teknik direktör | ![]() |
|||
Lig | Premier League | |||
2023-24 | Premier League, 3. | |||
Resmî site | liverpoolfc.com | |||
|
||||
![]() |
Liverpool Football Club (İngilizce telaffuz: [ˈlɪvərpuːl]); Merseyside, Liverpool‘da kurulmuş İngiltere‘nin en köklü futbol kulüplerinden birisidir.[2] Kurulduğu yıl olan 1892’den beri, 6 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 3 UEFA kupası şampiyonluğu, 19 Premier League şampiyonluğu ve 8 FA Cup şampiyonluğu elde etmiştir. İngiliz kulüpleri arasında en fazla lig şampiyonu olan ikinci takımdır. Ayrıca toplamda en fazla sayıda kupası bulunan kulüptür. Kulübün stadyumu 53.394 kapasiteli Anfield stadyumudur. Lakabı ambleminde de olduğu gibi Kırmızı Anka Kuşları‘dır ancak Kırmızılar olarak bilinir. Kulübün sloganı “You’ll Never Walk Alone” (asla yalnız yürümeyeceksin), en ateşli olarak bilinen taraftar grubu ise The Kop‘tur.
25 Mayıs 2005 tarihi UEFA Şampiyonlar Ligi Finalinde Atatürk Olimpiyat Stadyumu‘nda İtalyan ekibi Milan ile karşılaşan İngiliz ekibi ilk yarısı 3-0 Milan‘ın üstünlüğüyle sona eren maçta ikinci yarı bulduğu gollerle maçı 3-3’lük eşitliğe getirmiştir. Uzatmalardan sonra penaltılarda Milan’ı 3-2 mağlup eden Liverpool, UEFA Şampiyonlar Ligi kupasını müzesine götürmüştür. O maçta muhteşem bir geri dönüş yapan İngiliz temsilcisinin bu başarısının en büyük payı kaptan Steven Gerrard‘ın olmuştur ve maçın adamı ilan edilmiştir. Bu maç kulüp ve UEFA Şampiyonlar Ligi tarihinin efsane maçlarından birisi olmuştur.
1985 yılında kulüp tarihinin en büyük trajedisini yaşamış ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde Juventus‘la oynanan maçta çıkan ve tarihe Heysel Faciası olarak geçen olaylarda kulüp ve taraftarları sorumlu tutulmuştur. Bu olay sonrası UEFA tüm İngiliz kulüplerini Avrupa kupalarından beş yıl süreyle men etmiştir. Liverpool’a ise önce on yıl ceza verilmiş daha sonra yapılan itirazlarla bu ceza altı yıla indirilmiştir.
Tarihi

Liverpool kulübü, John Houlding ile Everton arasında yaşanan ihtilafın bir sonucu olarak kurulmuştur. 8 yılın ardırdan Everton kulübü, 1892 yılında Goodison Park‘a taşınmış ve buna takriben Houlding, Liverpool kulübünün temellerini atmıştır.[3] İlk başta “Everton FC Athletic Grounds Ltd. (Kısaca Everton Athletic) adıyla yola çıkan kulüp, federasyonun Everton FC isminin kullanımına izin vermemesi nedeniyle Mart 1892 yılında Liverpool FC adını almış ve bu tarihten 3 ay sonra da federasyon tarafından resmen tanınmıştır.[4] Takım ilk sezonunda Lancashire Ligini kazanarak iyi bir başlangıca imza atmıştır. 1893-94 sezonunda Football League Second Division‘a katılmıştır. Bu ligde ilk sezonunda birinci olduktan sonra Football League First Division‘a yükselmiştir. Bu ligi de 1901 ve 1906 yılında şampiyon olarak tamamlamıştır.[5]
Kulüp ilk FA Cup finalini 1914 yılında Burnley‘e karşı oynamış ve 1-0 kaybetmiştir. 1922 ve 1923 yılında üst üste lig şampiyonu olmuş, ancak kulübün 5. şampiyonluğunu aldığı 1946-47 sezonuna kadar suskun kalmıştır.[6] Liverpool, 1950 yılında yine kupada final oynamış fakat rakibi Arsenal’a karşı sahadan mağlup ayrılarak ikinci kupa finalini de kaybetmiştir. 1953-54 sezonunda takım tarihinde ilk kez küme düşmüştür.[7] 1958-59 FA Cup sezonunda Worcester City‘ye karşı alınan 2-1’lik yenilgi sonrası Bill Shankly kulübün yeni menajeri olmuştur. Takımın başına geçen Bill Shankly, 24 oyuncu ile yollarını ayırmış ve kulübün bir ayakkabı deposunu teknik ekibin taktik stratejileri tartıştığı bir odaya dönüştürmüştür. Bu odada Bill Shankly önderliğinde Joe Fagan, Reuben Bennett ve Bob Paisley kulübü yeniden yapılandırmaya başlamışlardır.[8]

Kulüp birinci lige 1962 yılında tekrar dönmüş ve 17 yıl sonra 1964’te şampiyon olmuştur. 1965 yılında kulüp tarihinin ilk FA kupası kazanılmıştır. 1966 yılında tekrar şampiyon olunmuş ancak UEFA Kupa Galipleri Kupası finalinde Borussia Dortmund‘a kaybedilmiştir.[9] 1972-73 sezonunda Liverpool, tarihinin ilk Avrupa kupası olan UEFA Kupası‘nı ve aynı zamanda ligi kazanmıştır. Daha sonra Bill Shankly emekliye ayrılmış ve yerine yardımcısı Bob Paisley geçmiştir.[10] 1976 yılında, Paisley’in ikinci sezonunda Liverpool tekrar UEFA kupası ile lig şampiyonluğunu kazanarak ikinci kez duble yapmıştır. Bir sonraki sezonda şampiyonluk unvanı korunmuş ve kulüp tarihinin ilk UEFA Şampiyonlar Ligi (o dönemki adıyla European Cup) şampiyonluğu elde edilerek bu büyük bir başarı sağlanmıştır. Fakat bu 1977 sezonunda FA Cup finali kaybedilerek sezon üç kupayla noktalanmamıştır. Liverpool 1978 yılında tekrar Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmuş, bir sonraki sezonda bir yıl aradan sonra tekrar şampiyon olunmuştur.[11] 9 yıllık Paisley döneminde Liverpool 21 kupa kazanmıştır, bunlara 3 Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası, 6 Lig Şampiyonluğu Kupası, üst üste 3 Lig Kupası gibi kupalar dahildir. Paisley’in yerel liglerde kaybettiği tek kupa finali 1977 sezonu FA Cup finalidir.[12]
Paisley, 1983 yılında emekli olma kararı almış ve yerine yardımcısı Joe Fagan geçmiştir.[13] Fagan ilk sezonunda Lig, FA Cup ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu elde ederek, Liverpool’u İngiliz takımları içerisinde bu başarıyı gösteren ilk takım yapmıştır.[14] Liverpool 1985 yılında tekrar Şampiyonlar Ligi finaline çıkmış ve rakibi Juventus olmuştur. Heysel Stadyumu‘nda oynanacak bu karşılaşma öncesi Liverpool’lu futbol holiganları Juventus taraftarlarının olduğu bölüme saldırmış ve bu saldırıdan kaçan taraftarlar bir duvarın çökmesi sonucu tel örgülere sıkışarak hayatlarını yitirmiştir. O gün 38’i İtalyan, 39 kişi hayatını kaybetmiş ve bu olay Heysel faciası olarak adlandırılmıştır. Oyuncuların ve menajerlerin hüznüne rağmen maç oynanmış ve Liverpool bu karşılaşmadan 1-0 yenik ayrılmıştır, golü penaltıdan Michel Platini atmıştır. Bu trajedi sonrası İngiliz futbol takımları Avrupa kupalarından 5 yıl men edilmiştir. Liverpool’a da 10 yıllık men cezası verilmiş ancak bu karar daha sonra 6 yıla indirilmiştir. 14 Liverpool taraftarı gayriihtiyari adam öldürme suçundan hüküm giymiştir.[15]

Bu felaket sonrası Joe Fagan istifa etmiş ve yerine kulübün efsane futbolcusu Kenny Dalglish oyuncu-menajer olarak geçmiştir.[16] Onun döneminde Liverpool üç lig şampiyonluğu ve iki FA Cup kazanmıştır. 1985-96 sezonunda çift kupalı bir sezon yaşanmıştır. Tüm bu başarılara Hillsborough faciası gölge düşürmüştür. 15 Nisan 1989’da Nottingham Forest‘e karşı oynanan FA Cup yarı finalinde, yüzlerce Liverpool taraftarı tel örgülere sıkışıp ezilmiştir.[17] O gün doksan dört Liverpool taraftarı ölmüştür. 95. kurban bu olaydan dört gün sonra, 96. kurban ise 4 yıl komada kaldıktan sonra ölmüştür.[18] Bu olaydan sonra devlet stadyumların güvenliği konusunda bir inceleme yürütmüştür ve bunun sonucunda üst seviye liglerdeki takımların tribünlerinin tamamının koltuklu olması şart konulmuştur. Yapılan incelemede bu faciaya tribünlere aşırı taraftar alınması ve polisin de bu kontrolü sağlayamamasının yol açtığı söylenmiştir.[19]
Liverpool, facianın yaşandığı 1988-89 sezonunun sonunda Arsenal ile puan ve averaj olarak eşit olmasına rağmen, Arsenal’ın sezonun son maçında (26 Mayıs 1989, Liverpool 0 – 2 Arsenal) attığı son dakika golüyle birlikte toplamda daha çok gol atmış olmasından dolayı şampiyonluğu kaybetmiştir.[20] 1989-90 sezonunda kulüp 18. lig şampiyonluğunu kazanmıştır.
1991’de Kenny Dalglish, Hillsborough faciasının da etkisiyle görevinden ayrılmıştır. Yerine kulübün eski futbolcusu Graeme Souness geçmiştir.[21] Onun döneminde 1991-92 sezonunda FA Cup kazanıldı. Daha sonra yerini Roy Evans‘a bıraktı.[22]
Aradan geçen 30 yıldan sonra 2019/20 sezonunda Jürgen Klopp ile 19. şampiyonluğunu kazanmıştır.
Rakipleri
Liverpool’un ezeli rakipleri, Merseyside’ın diğer takımı olan Everton ve 1960’lı yıllardan beri rakip oldukları Manchester şehrinin takımı olan Manchester United‘dır.
Liverpool, en büyük rakibi olan Everton ile Merseyside Derbisi‘ni oynamaktadır. Bu derbi “Dostluk Derbisi” olarak da adlandırılmaktadır.[23] Merseyside Derbisi’nde oynanan 215 maçın 85’ini Liverpool, 66’sını Everton kazanmıştır. 64 maç da berabere bitmiştir.
Renkleri ve formaları

Liverpool’un ev sahibi forması her zaman kırmızıdır. Ancak bu kulübün kurulduğu 1892 ile 1894 yılları arasında böyle değildi. O yıllarda forma olarak mavi-beyaz gömlek kullanılırdı. 1894 yılından sonra formalarda Liverpool şehrinin sembolü olan kırmızı renk kullanıldı.[3]
Liverpool’un deplasman formaları genellikle beyaz forma ve siyah şort ya da sarı forma ve şort şeklinde olmaktadır. Ancak 1987 yılında gri, 1991-92 sezonunda ise yeşil forma ve beyaz şort deplasman forması olarak kullanılmıştır. Liverpool 1990’lı yıllarda formasında altın sarısı, ekru, siyah, gri gibi renkleri kullanmıştır. 2008-09 sezonunda gri formayı yeniden kullanmıştır. Kulüp 3. formalarını genellikle Avrupa kupalarındaki deplasman maçlarında kullanmaktadır.
Forma üreticileri ve sponsorları
Dönem | Forma Üreticisi | Forma Sponsoru (göğüs) | Forma Sponsoru (kol) |
---|---|---|---|
1973-1979 | Umbro | – | – |
1979-1982 | Hitachi | ||
1982-1985 | Crown Paints | ||
1985-1988 | Adidas | ||
1988-1992 | Candy | ||
1992-1996 | Carlsberg | ||
1996-2006 | Reebok | ||
2006-2010 | Adidas | ||
2010-2012 | Standard Chartered | ||
2012-2015 | Warrior Sports | ||
2015-2017 | New Balance | ||
2017-2020 | Western Union | ||
2020- | Nike | Expedia |
Şampiyonluklar

Ulusal
- Premier League şampiyonluğu 19
- 1900-01, 1905-06, 1921-22, 1922-23, 1946-47, 1963-64, 1965-66, 1972-73, 1975-76, 1976-77, 1978-79, 1979-80, 1981-82, 1982-83, 1983-84, 1985-86, 1987-88, 1989-90, 2019-20
- Football League Second Division şampiyonluğu 4
- 1893-94, 1895-96, 1904-05, 1961-62
- Lancashire League 1
- 1892-93
- FA Cup 8
- 1965, 1974, 1986, 1989, 1992, 2001, 2006, 2022
- EFL Cup 10[25]
- FA Charity Shield / FA Community Shield 16 (10’u tek başına)
- 1964 (Paylaştı), 1965 (paylaştı), 1966, 1974, 1976, 1977 (paylaştı), 1979, 1980, 1982, 1986 (paylaştı), 1988, 1989, 1990 (paylaştı), 2001, 2006, 2022
- Football League Super Cup 1
- 1986
Uluslararası
- UEFA Şampiyonlar Ligi 6
- 1976-77 3-1 vs. M’Gladbach
- 1977-78 1-0 vs. Club Brugge
- 1980-81 1-0 vs. Real Madrid
- 1983-84 1-1 (4-2 penaltılarla) AS Roma
- 2004-05 3-3 (3-2 penaltılarla) Milan
- 2018-19 2-0 vs. Tottenham Hotspur
- FIFA Kulüpler Dünya Kupası 1
- UEFA Kupası 3
- 1972/73, 1975/76, 2000/01

- UEFA Süper Kupası 4
- 1977, 2001, 2005, 2019
- Kıtalararası Kupa
Kadro
- 29 Temmuz 2022 itibarıyla
Not: Uyruk bilgisi futbolcuların FIFA uygunluk kurallarınca oynayabileceği millî takımı gösterir. FIFA kuralları haricinde başkaca uyruğa da sahip olabilirler.
|
|
Kiralık gidenler
Not: Uyruk bilgisi futbolcuların FIFA uygunluk kurallarınca oynayabileceği millî takımı gösterir. FIFA kuralları haricinde başkaca uyruğa da sahip olabilirler.
|
- 1917 – II. Nikolay, kardeşi Mihail lehine tahtta çekildi.
II. Nikolay | |||||
---|---|---|---|---|---|
![]() II. Nikolay (1909)
|
|||||
Rusya imparatoru | |||||
Hüküm süresi | 1 Kasım 1894 – 15 Mart 1917 | ||||
Taç giymesi | 26 Mayıs 1896 | ||||
Önce gelen | III. Aleksandr | ||||
Sonra gelen | Monarşi kaldırıldı De facto : Georgi Lvov (Geçici Hükûmet Başkanı) |
||||
Veliaht(lar) | Nikolay Aleksandroviç Romanov (Kardeşi) Aleksey Nikolayeviç Romanov (Oğlu) |
||||
Doğum | 18 Mayıs 1868 Tsarskoye Selo, Rus İmparatorluğu |
||||
Ölüm | 17 Temmuz 1918 (50 yaşında) Yekaterinburg, Rusya SFSC |
||||
Defin | 17 Temmuz 1998 St. Peter ve Paul Katedrali, Sankt-Peterburg, Rusya SFSC |
||||
Eş(ler)i | Aleksandra Fyodorovna | ||||
Çocuk(lar)ı | Olga Tatyana Mariya Anastasya Aleksey |
||||
|
|||||
Hanedan | Romanov Hanedanı | ||||
Babası | III. Aleksandr | ||||
Annesi | Maria Fyodorovna | ||||
Dini | Ortodoks | ||||
İmza | ![]() |
II. Nikolay ya da Nikolay Aleksandroviç Romanov (Rusça: Никола́й II, Никола́й Алекса́ндрович Рома́нов, 18 Mayıs 1868 – 17 Temmuz 1918, Yekaterinburg[1]), Romanov Hanedanına mensup tüm Rusya imparatoru, Polonya çarı ve Finlandiya büyük prensi (1 Kasım 1894-15 Mart 1917), Albay (1892); buna ek olarak, Britanya Filo Amirali (10 Haziran 1908[2][3]) ve Britanya Ordusu Saha Mareşali (31 Aralık 1915) idi. Saltanatı sırasında Rus İmparatorluğu, dünyanın önde gelen büyük güçlerinden biriydi ancak ekonomik ve askeri çöküşe geçti. Sovyet tarihçiler tarafından verdiği kararlar sebebiyle askeri yenilgilere ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan zayıf ve beceriksiz bir lider olduğu ifade edildi. Batılı tarihçiler ise genel anlamda II. Nikolay’ı Sovyet sistemiyle eşdeğer gördü. Aleksey Tolstoy “Çar’ın rejimi hakkında birçok kötü şey vardı, ama otokrasiyi miras aldı, eylemleri şimdi perspektifte ve Sovyetler tarafından işlenen korkunç suçlarla karşılaştırıldığında görülüyor.” ifadelerini kullandı.[4]
İmparator olarak Nikolay, üst düzey yardımcılar Sergey Vitte ve Pyotr Stolypin tarafından teşvik edilen ekonomik ve politik reformlara sınırlı destek verdi, ancak güçlü aristokrat muhalefet bunların tamamen etkili olmasını engelledi. Dış kredilere ve Fransa ile yakın ilişkilere dayanan modernleşmeyi destekledi, ancak yeni parlamentoya (Duma) büyük roller vermeye direndi. Hodınka izdihamı, anti-semitik katliamlar, Kanlı Pazar, 1905 Rus Devrimi sırasında muhaliflere yönelik şiddetli baskılar nedeniyle eleştiriye uğrarken, Rus Baltık Filosu‘nun Tsushima Muharebesi‘nde imha edildiği, Mançurya ve Kore üzerindeki Rus etkisinin kaybolduğu ve Sahalin Adası‘nın güneyinin Japonya tarafından ilhak edildiği Rus-Japon Savaşı‘ndaki (1904-1905) yenilginin sorumlusu olarak popülaritesi daha da zarar gördü.
Nikolay, Almanya‘nın Ortadoğu‘da nüfuz kazanma girişimlerine karşı koymak üzere tasarlanmış 1907 Britanya-Rusya Antantını imzaladı; Rusya ve Britanya İmparatorluğu arasındaki Büyük Oyunu sona erdirdi. Sırbistan‘ı destekledi ve 30 Temmuz 1914’te Rus Ordusu’nun seferberliğini onayladı. Buna karşılık, Almanya 1 Ağustos 1914’te Rusya’ya ve müttefiki Fransa’ya 3 Ağustos 1914’te[5] savaş ilan etti. Aristokrasi, mistik Grigori Rasputin‘in Çar üzerindeki güçlü etkisinden endişe duyuyordu. Ciddi askeri kayıplar, cephede ve Rusya’da moralin çökmesine yol açtı ve 1917 Şubat Devrimi‘nde Romanov Hanedanı‘nın tahttan indirilmesine neden oldu. Nikolay kendisi ve oğlu adına tahttan feragat etti. Ardından kendisi ve ailesi Çarskoye Selo‘daki Aleksandr Sarayı‘nda ev hapsinde kaldı. 1917 yazında Geçici Hükûmetin kararı ile Tobolsk‘ta ailesi ve yakınları ile sürgüne gönderildi ve ertesi yıl 16/17 Temmuz 1918 gecesi, eşi, çocukları, aile hekimi, uşakları ve aşçısıyla birlikte Bolşevikler tarafından kurşuna dizilerek idam edildi.
1981’de Nikolay, karısı ve çocukları, New York‘ta bulunan Rusya dışındaki Rus Ortodoks Kilisesi tarafından şehit olarak kabul edildi.[6] Mezar yerleri 1979’da keşfedildi, ancak bu keşif 1989’a kadar kamuoyuna açıklanmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, ailenin kalıntıları çıkarıldı, DNA analizi ile tanımlandı. 17 Temmuz 1998’de St. Petersburg‘daki büyük bir devlet ve kilise töreniyle yeniden defnedildiler. 20 Ağustos 2000 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından şehit olarak kabul edilerek aziz ilan edildi.[7][8]

Aile bağları
II. Nikolay, 18 Mayıs 1868’de İmparator III. Aleksandr ve İmparatoriçe Maria Fyodorovna‘nın en büyük oğlu olarak Çarskoye Selo‘da Aleksandr Sarayı’nda dünyaya geldi. Baba tarafından II. Aleksandr‘ın, anne tarafından ise Danimarka Kralı IX. Christian‘ın torunuydu. Kardeşleri Ksenia (1875-1960), Mihail (1878-1918), Olga (1882-1960), Aleksandr (1869-1870) ve George (1871-1899) ile birlikte altı kardeşlerdi. Babası III. Aleksandr’ın 1894’te ölümünden sonra, sıklıkla notlarında nostaljik olarak babasından bahsetti. Birbirlerine yolladıkları mektuplarından anlaşıldığı üzere annesine çok yakındı. Nikolay öncelikli olarak Alman ve Danimarka kökenliydi. Etnik olarak ise Ruslara, atası Büyük Petro‘nun kızı olan Rusya Büyük Düşesi Anna Petrovna‘dan (1708-1728) ulaşmaktaydı.[9] İmparator Nikolay’ın, Avrupa’daki birçok hanedan ile kan bağı mevcuttu. Annesinin kardeşleri arasında VIII. Frederik Danimarka Kralı, I. Georgios Yunanistan kralı ve Alexandra (Kral VII. Edward‘ın eşi) Britanya Kraliçesi idi. Ayrıca eşi Alexandra, Britanya Kraliçesi Victoria‘nın torunu ve Alman İmparatoru II. Wilhelm ile İngiltere Kralı V. George‘un birinci dereceden kuzenidir. Bununla birlikte II. Nikolay hem Kral VII. Haakon hem de Norveç Kraliçesi Maud‘un yanı sıra Danimarka Kralı X. Christian ve Yunanistan Kralı I. Konstantin‘in birinci dereceden kuzeniydi. Çocukluğunda Nikolay, ebeveynleri ve kardeşleri ile birlikte büyükanne ve büyükbabalarını ziyaret etmek için Danimarka’daki Fredensborg ve Bernstorff kraliyet saraylarına yıllık ziyaretler yaptı. Ziyaretler aynı zamanda annesinin kardeşlerinin de Birleşik Krallık, Almanya ve Yunanistan’dan aileleriyle birlikte geleceği için aile toplantıları olarak da hizmet etmiştir.[10] 1883’te İngiliz kuzeni Prenses Victoria ile flört etti. 1873’te Nikolay, iki aylık, yarı resmi bir ziyaret için İngiltere’ye gitmek üzere annesi ve iki yaşındaki erkek kardeşi George’a eşlik etti.[11] Londra‘da Nikolay ve ailesi, Marlborough House’da kaldı.[12]

Çareviç Nikolay

Büyükbabası Çar II. Aleksandr‘ın suikastının ardından Nikolay, babası III. Aleksandr‘ın tahta geçmesi ile birlikte Rus tahtının yeni mirasçısı oldu. Nikolay ve diğer aile üyeleri, saldırıdan sonra getirildiği St.Petersburg‘daki Kış Sarayı‘nda bulunan II. Aleksandr’ın cenazesine tanıklık ettiler.[13] Güvenlik nedeniyle, yeni Çar ve ailesi birincil konutlarını şehir dışındaki Gatchina Sarayı’na taşıdılar ve sadece çeşitli tören işlevleri için başkente gitmekteydiler. Sosyal hayattan uzaklaşan izole edilmiş yaşam tarzı, sonunda Nikolay’ın İmparatorluğun tüm toplumsal katmanlarından kopmasına yol açtı. Nikolay, bu dönem de Çar danışmanı olan muhafazakâr-din adamı hukukçu Konstantin Pobedonostsev‘in gözetiminde büyüdü. Pobedonostsev, Çareviç Nikolay’ın dünya görüşü üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Batı liberalizmini reddetmekte ve Tanrı‘nın lütfuna layık olmak için otokratik güce ihtiyaç olduğunu vurgulamaktaydı.[14] İngiliz öğretmeninin eğitimi ve talimatı ile biraz kendinden emin olarak nitelendirilen Nikolay, sakin, kendini kontrol edebilen ve görev duygusu için erken yaşlarda beceriler geliştirdi, ancak bir hükümdarın faaliyetlerine çok az ilgi göstermekteydi.1885-1890 yılları arasında Nikolay, St.Petersburg Üniversitesi Hukuk Fakültesi‘nde Siyaset bilimi ve ekonomi derslerine katıldı. Aynı zamanda memur kariyerine 19 yaşında başladı ve seçkin Preobrazhensky Alayı‘na katıldı. Orduya katılması, ilk kez akranlarıyla sürekli temas hâlinde olan Çareviç üzerinde özgürlükçü bir etkiye sahipti. Ardından kısa süre içinde albay rütbesine yükseldi. 1890/91 yılında Nikolay, kardeşi Georgi ve kuzeni Georg von Greece eşliğinde, Pamjat Asowa adlı gemi ile Süveyş Kanalı, Hindistan, Seylan, Bangkok, Singapur ve 1891 baharında Japon İmparatorluğu gibi dünyanın dört bir yanında seyahatlere başladı. Japonya gezisi sırasında, 11 Mayıs 1891’de, bir Japon polis memuru tarafından kılıçla gerçekleşen suikast girişimini atlattı (Ōtsu Olayı). 23 Mayıs’ta babası adına Trans-Sibirya Demiryolu‘nun temel atma törenine katıldı.[15][16]Rusya‘ya dönüşünde III. Aleksandr tarafındna hükümet işlerinde ilk kez görevlendirildi. Ardından danıştay üyeliğine atandı. Ancak Çar’ın meclisi, 45 yaşındaki Çar’ın yakın gelecekte görevini oğluna teslim etmek zorunda olmadığı görüşüne sahip olduğu için, siyasi karar alma süreçlerinde çok az rol oynadı.
Nişanı ve evliliği

8 Nisan 1894’te Nikolay ile ikinci dereceden kuzeni Alix von Hessen-Darmstadt arasındaki ilişki Coburg‘da resmi olarak açıklandı. Alix, Hessen Büyük Dükü Ludwig’in kızıydı ve İngiltere Kraliçesi Victoria‘nın torunuydu. Çift, 1884’te Alix’in ablası Elisabeth’in ve Sankt-Peterburg‘daki Nikolay’ın amcası Büyük Dük Sergei Aleksandroviç’in düğünü sırasında tanıştılar. Annesinin bir Alman prensesi ve Kraliçe Victoria’nın Rusya hakkındaki endişelerine ve başlangıçta Alix’in Rus Ortodoks Kilisesi’ne tabii olmayı reddetmesine rağmen, daha sonra Nikolay ile nişanlanmayı kabul etti. III. Aleksandr’ın ani ölümü, 1 Kasım 1894’te yeni hükümdarın hızla evliliğini yapmasını gerektirdi.[17] Bu sebeple, 1895 için planlanan evlilik töreni 26 Kasım 1894’te yapıldı. Avrupa hanedanlarının birçok üyesinin katılımı ile düğün Kış Sarayı’nda yapıldı ve yas süresi nedeniyle tören, o zamandaki standartlar nedeniyle olağanüstü mütevazıydı. Rus Ortodoks Kilisesi’ne geçmesi ile birlikte Alix, adını Aleksandra Fyodorovna olarak değiştirdi.
Hükümdarlığı
Taç Giyme

III.Aleksandr’ın ölümünden (1 Kasım 1894) sonra tahtın varisi Çareviç Nikolay saray ve devlet yetkililerin katıldığı yemin töreni ile birlikte Rusya İmparatoru oldu.[18] 1894 Kış Sarayı Büyük Kilisesi’nde Aleksandra Fyodorovna ile evlendi; balayı anma törenleri ve cenaze ziyaretleri atmosferinde yapıldı.[19] İmparator II. Nikolay ‘ın ilk kararlarından biri, Aralık 1894’te İosif Gurko‘nun Polonya Krallığı Genel Valisi görevinden ve Şubat 1895’te Dışişleri Bakanı Aleksey Lobanov-Rostovsky’nin görevinden alınmasıydı. Avam Kamarası tartışılırken gözlemlediği ve anayasal monarşinin mekanizmalarından etkilendiği İngiltere‘yi ziyaret etmesine rağmen,[20] II. Nikolay Rusya‘daki seçilmiş temsilcilere herhangi bir yetki verme fikrine yanaşmadı.[21][22] İmparatorun ilk büyük uluslararası eylemi, Üçlü Müdahale – eşzamanlı olarak (23 Nisan 1895), Rusya Dışişleri Bakanlığı‘nın inisiyatifiyle, (Almanya ve Fransa ile) Japonya ile yapılan Shimonoseki barış anlaşmasının şartlarını gözden geçirerek Liaotung Yarımadası üzerindeki hak iddialarını reddetmesi oldu.
Çarlık döneminin ilk yılları

Çareviç Aleksandr Aleksandroviç’le (1881’den sonra Rus Çarı III. Aleksandr) ile Çariçe Maria Fyodorovna’nın (Danimarka prensesi Dagmar) büyük oğluydu. 1 Kasım 1894’te babasının ölümü üzerine tahta çıktı. 14 Mayıs 1896 tarihinde Moskova yakınlarındaki Kodinka‘da düzenlenen taç giyme töreninde halkın bulunduğu tribünler çökmüş ve yaklaşık 1.400 kişi yaşamını kaybetmişti.
Nikolay yetiştirilişi ve kişiliği bakımından mutlakiyetle yönetilen büyük bir imparatorluğun hükümdarı olarak kendisini bekleyen görevelere uygun bir insan değildi. 26 Kasım 1894’te evlendiği Alman asıllı karısı Hessen-Darmstadt Prensesi Aleksandra Fyodorovna kendisine dört kız ve bir erkek çocuk verdi. Nikolay üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan Aleksandra Fyodorovna’nın ailesinden gelme hemofili hastalığı yüzünden, veliaht Aleksey de hemofili hastasıydı.
Nikolay, kamu yaşamından elverdiğince uzak kalarak çoğunlukla Çarskoye Selo‘da yaşadı. Saraydaki aşırı lükse de önemli bir darbe indirdi. Karısının etkisiyle çevresine topladığı Grigori Rasputin gibi mistiklere ve telkinle iyileştirme gücü olan kişilere danışmadan karar vermiyor, entelektüel açıdan kendisinden üstün olduklarını düşündüğü ve ayrıcalıklarını elinden almalarından korktuğu bakanlarına güvenmiyordu. Gücünü Tanrı’dan aldığına ve yalnız ona karşı sorumlu olduğuna inanıyor, mutlak iktidarını korumayı kutsal bir görev sayıyordu. Ama görevini bu kadar önemseyen birinde bulunması gereken irade gücünden yoksundu.
Tahta çıktıktan hemen sonra zemstvo‘ların (yerel meclis) liberal üyelerine yaptığı bir konuşmada, yönetime katılma beklentilerini “anlamsız düşler” olarak niteleyip reddetti. “Otokrasi ilkesini, unutulmaz babası kadar enerji ve azimle korumaya” kararlı olduğunu açıkça ortaya koydu. Böylece, kararsızlık ya da zayıflıkla suçlanan Nikolay, sahip olduğu otokrat çar ayrıcalıklarını inatla savundu. Halk arasında giderek artan hoşnutsuzluklara, polis baskısını yoğunlaştırarak yanıt verdi.
Nikolay, nüfusu hızla artan ve hızlı bir sanayileşme sürecine girmiş bir ülkenin karmaşık sorunlarıyla karşı karşıya bulunuyordu. İki asırdır süren modernleşme çabalarına karşın, Rusya nüfusunun yüzde 90’ını köylüler oluşturuyordu ve bu insanlar Orta Çağ koşullarından daha kötü koşullarda yaşıyorlardı. Petrograd, Moskova, Bakü, Odessa ve Kiev gibi kentlerde telefon ve elektrik vardı, ama ülkenin geri kalanı kandillerle aydınlatılıyordu. Rusya o tarihlerde Fransa‘dan yüzölçümü olarak 40 misli daha büyük bir ülke olmasına rağmen, tüm yolların uzunluğu Fransa’dakilerin yarısına bile ulaşmıyordu. Son yıllarda işletilmeye başlanan petrol yataklarında yoğunlaşan işçi sınıfı ise, çok kötü koşullarda yaşıyordu. Bu koşullar içinde sosyalist düşünceler de yavaş yavaş gelişmeye başlamıştı.[23]
Maliye bakanı İvan Vıyşnegradskiy ve arkadan Sergey Vitte, Fransa ile sanayinin gelişmesini sağlayacak devlet istikrazları için görüşmeler yaptı. Sanayileşme, sorunları giderek ağırlaşan toprak sahipleri, köylüler ve soyluların zararına gelişti. Vitte, imparatordan, köylü sınıfının gereksinimleri konusunda bir konferans toplanması için gerekli izni aldı (1902). Köylülerin özleyişlerinin radikalleşmesinden memnun olmayan Nikolay, Pleve‘yi karışıklığı bastırmakla görevlendirdi ve Vitte’yi uzaklaştırdı (1903). 1902’den başlayarak gelişen bunalım, toplumun bütün katlarını (zemstvolardaki liberaller ve serbest meslek sahipleri, eylemleri terörizme kayan öğrenciler, Ukrayna ve Orta Volga‘da isyanlar çıkaran köylüler ve grevleri 1903’ten itibaren yayılan işçiler) sardı.
Öte yandan ülkesiyle Almanya‘nın geleneksel düşmanı Fransa arasındaki ittifaka karşın, Temmuz 1905’te Alman imparatoru II. Wilhelm‘le Björkö’de bir ittifak antlaşması imzalamasının da gösterdiği gibi, Rusya’nın uluslararası yükümlülükleri karşısındaki umursamaz tutumu ve saflığıyla zaman zaman Rus diplomatlarını zor duruma soktu.
Nikolay Asya‘ya kişisel ilgi gösteren ilk Rus çarıydı. Henüz çareviçken Hindistan, Çin ve Japonya‘yı kapsayan bir geziye çıkmıştı (1891). Daha sonra Trans Sibirya Demiryolu‘nun yapımıyla yakından ilgilendi. Rusya’nın Japonların da toprak sahibi olduğu Kore‘deki nüfuzunu korumaya ve güçlendirmeye yönelik girişimleri, Rus – Japon Savaşı‘nın (1904 – 1905) başlamasında önemli rol oynadı.
Ocak 1904’te, Nikolay, taht çevresinde ulusal birliği yeniden sağlamak umuduyla, Japonya’ya karşı savaşa girdi. Ancak Rusya’nın savaşta uğradığı yenilgi hem Nikolay’ın Rusya’yı Çin, Tibet ve İran‘ı denetimi altında tutan büyük bir Avrasya imparatorluğu durumuna getirme düşlerinin sonu oldu, hem de halkın hoşnutsuzluğunu artırarak 1905 Devrimi‘ne yol açtı.
Duma’nın kurulması

Pleve‘nin (temmuz 1904’te öldürüldü) yönettiği baskı ve Rus-Japon Savaşı’nda (1904-05) uğranılan bozgunlar, bunalımı daha da ağırlaştırdı; Japon yenilgisi halk üzerinde büyük bir hiddet ve aşağılanma duygusu yarattı. Nitekim, Port Arthur limanının Japonların eline geçmesinden sonra, 22 Ocak 1905 günü Petrograd’ta büyük bir protesto gösterisi gerçekleştirildi. Kışlık Saray önündeki meydanı dolduran yüzbinlerce insan, hem iş ve ekmek, hem de II. Nikolay’dan Japon yenilgisinin intikamını hemen almasını talep etmekteydi. Ne var ki, böyle kritik anlarda esnek bir politika uygulayacak kişiliğe sahip olmayan Nikolay, halkın karşısına çıkmayıp Petrograd yakınlarındaki Çarskoye Selo malikanesine kaçarak protestocuların durumunu İçişleri Bakanı Prens Sviatopolk-Mirskii ile Silahlı Kuvvetler Komutanı Grandük Vladimir’in kararına bıraktı. Bu iki yeteneksiz bürokrat, kışkırtıcıların marifetiyle protestolarını arttıran çocuklu kadınlı kalabalığın üstüne ateş açtırdı. Başkomutan Vladimir bununla da yetinmeyerek, aynı kalabalığın üzerine kılıçlarını çekmiş atlı Kazak birliklerini sürdü. Tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen (22 Ocak 1905) bu felaket, “halkın babası çar” efsanesi yıktı ve 1905 Devrimi‘nin patlak vermesine yol açtı.[24]
Nikolay, devrimci dalga karşısında 3 Mart 1905’te danışma meclisi niteliğindeki temsile dayalı bir devlet meclisini (Duma) toplantıya çağırmayı kabul etmek zorunda kaldı. Ekim Manifestosu‘yla da (30 Ekim 1905) Duma’nın onayı olmadan hiçbir yasanın yürürlüğe konmayacağı, demokratik oy hakkıyla sivil özgürlüklerin güvence altına alınacağı anayasal bir rejime geçileceğine söz verdi.
Ama baskı altında verdiği sözleri tutmaya niyeti olmadığından eski gücünü yeniden kazanmak için harekete geçti. Ordu Uzakdoğu’dan dönünce Petrograd ve Moskova Sovyetleri’ni ezdi (aralık 1905-ocak 1906). Duma’nın, Kurucu Meclise dönüşmesini önlemek amacıyla Mayıs 1906’da yürürlüğe giren Temel Yasalar’da, mutlak yetkilere sahip bir hükümdar olarak tanımlanmasını sağladı. Bu yasalar göre çar, otokrat unvanını, askeri, diplomatik ve dinsel sorunların yönetimini üstlenmeye devam ediyor, Duma’yı toplama, dağıtma ve oturumlar arasında yasa gücünde kararnameler çıkarma hakkına sahip oluyordu.
Ayrıca şiddet yöntemleri kullanan ve Yahudi karşıtı propaganda etkinlikleri yürüten Rus Halkının Birliği adlı aşırı sağcı örgütü koruması altına aldı. Ekim Manifestosu‘nun yayımlanmasından sorumlu tuttuğu Başbakan Kont Sergei Vitte‘yi görevinden alıp ilk iki Duma’yı süresinden önce dağıttı.
Vitte’nin yerine geçen ve 16 Haziran 1906’da ikinci Duma’yı dağıtan Pyotr Stolipin çara sadık ve yetenekli bir devlet adamı olmasına karşın, Nikolay, güvenmediği Stolipin’e karşı entrikalar düzenlenmesine ve bunun sonucunda konumunun sarsılmasına göz yumdu.
Devrimci partilere karşı baskıyı arttırmaya ve köylüleri mir’in zincirlerinden kurtaracağı varsayılan bir tarım reformunu gerçekleştirmeye çalışan Stolipin’in öldürülmesinden (1911) sonra, imparator, Vladimir Kokovtsov‘u göreve çağırdı (1911-1914), ardından çevresini dar görüşlü ya da yeteneksiz gerici bakanlarla doldurdu. Kamuoyunun gözünde, Stürmer ve Protopopov, sarayca rezilce işlere giren Rasputin’in sadık bendeleriydi.
I. Dünya Savaşı ve Nikolay’ın otoritesini kaybetmesi

Nikolay, temmuz 1905’te Björkö’de Alman İmparatoru II. Wilhelm‘le yaptığı gizli görüşme sırasında, Almanya ile bir savunma ittifakı imzaladı, ama daha sonra bu antlaşmadan vazgeçerek daha çok Fransız-Rus ittifakını tercih etti. Daha sonra Büyük Britanya‘ya yanaşarak, 1907’de bu ülkeyle bir antlaşma imzaladı ve İtilaf Devletleri‘ne katıldı.
Uzak Doğu‘ya ilişkin yayılmacı planları Japonlarca engellenen Nikolay, dikkatini Balkanlar‘a çevirdi. Nikolay Slavların milliyetçi isteklerine sempati besliyor ve Boğazlar‘ı denetim altına almak için sabırsızlanıyordu. Ama büyük devletler arasındaki barışın korunmasını istediğinden yayılmacı eğilimlerini dizginliyordu. Balkan Savaşları‘yla Osmanlı egemenlinin sona erdiği Balkanlar’da, İzvolskiy‘in teşvikiyle, etkin bir politikaya sürüklenen Nikolay, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile ittifak kurmuş olan Bulgaristan‘a karşı Sırbistan‘ı destekledi. Böylece, Rusya’yı aşılması olanaksız güçlüklere sokan I. Dünya Savaşı‘na girmek zorunda kaldı.
Avusturya arşidükü Franz Ferdinand‘ın Saraybosna‘da öldürülmesinden sonra savaşı engelleyebilmek için yoğun diplomatik çaba harcadı. Ama ordudan gelen baskılar karşısında 30 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan etmek zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı monarşiye geçici olarak güç kazandırdıysa da, Nikolay halkının kendisinden beklediği şeylerin hiçbirini yapmadı. Duma’ya gereken önem verilmedi ve gönüllü yurtsever örgütlerin yönetime destek olma çabaları engellendi.
Yönetici kadrolarla halk arasındaki uçurum giderek büyüyordu. Nikolay, karısı Aleksandra’nın kışkırtmasıyla, 5 Eylül 1915’te babasının kuzeni Prens Nikolay’ı görevden alarak başkomutanlığı bizzat üstlendi. Hemen hemen bütün bakanlar Nikolay’ın savaş deneyimi olmamasının ordunun moralini bozacağı gerekçesiyle karara karşı çıktılar. Ama görüşleri dikkate alınmadığı gibi, çok geçmeden görevden uzaklaştırıldılar.
Nikolay askeri kararlara gereksiz müdahalelerde bulunmadıysa da, saraydan ayrılması ciddi siyasi sonuçlar doğurdu. Mogilev‘deki genel karargahında soyutlanmış durumda olan Nikolay, “ruhani danışmanı” Rasputin’in etkisi altına giren Çariçe Aleksandra’nın yönetimde giderek artan bir rol oynamasına göz yumdu. Çarın yetkilerini devralan Çariçe Aleksandra’nın, değerli bakan ve subayları görevden alarak yerlerine Rasputin’in aday gösterdiği yeteneksiz kişileri getirmesi ve sarayın ihanet içinde olduğu düşüncesinin halk arasında yayılması çar ailesine karşı beslenen düşmanlığı artırdı.
Nikolay’ın vurdumduymazlığı karşısında sivil toplum, zemstvolar, meslek dernekleri, savaş ekonomisini örgütlemeye çalıştılar; böylece 1916’da askeri durumda kısa süreli bir iyileşme görüldü. 1915’te Duma bünyesinde kurulan “İlerici Blok”, ülkenin güvenini kazanmış bir hükûmet kurulmasını istedi ve Nikolay’ı devirmeye yönelik bir komplo tasarladı. Muhafazakârların monarşinin geleceğini kurtarma umuduyla Nikolay’ı tahttan indirme planları yapması ve Rasputin’in Aralık 1916’da öldürülmesi bile Nikolay’ı durumun ciddiyetini kavrayarak gerekli önlemleri almaya yöneltmedi.
Tahttan indirilmesi ve ölümü
İktisadi güçlükler, 1916-17 kışında iaşe bunalımına yol açtı ve Çar karşıtı muhalafetin Duma’yı aşarak halk ayaklanmasına dönüşmesine neden oldu. Bu durumda, sosyalist devrimciler ve sosyal demokratlar tarafından örgütlenen Petrograd halkı ayaklandı. Nikolay, 8 Mart 1917’de Petrograd‘da (Sankt-Peterburg) başlayan ayaklanmanın ardından kentin komutanına sert önlemler almasını emrederek düzeni sağlamak üzere destek birlikleri gönderdi. Ancak, olayların önünün alınamaması sonucunda Nikolay, ordunun da desteğini alan Duma’nın çağrısına uyarak 15 Mart 1917’de Pskov‘da kardeşi Mihail lehine tahttan çekildi. Ancak Mihail‘in tacı reddetmesiyle Romanovların saltanatı ile birlikte Rusya’da bin yıllık monarşi yönetimi son buldu.

Georgi Lvov başkanlığındaki geçici hükûmet döneminde Çarskoye Selo‘da gözaltında tutuldu. Ailesiyle birlikte İngiltere‘ye gönderilmesi planlansa da Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti’nin buna karşı çıkması nedeniyle çar ve ailesi önce Batı Sibirya’daki Tobolsk‘a, Bolşevik İhtilali‘nden sonra da Nisan 1918’de de Urallar‘daki Yekaterinburg‘a götürüldü.
Bolşeviklere karşı savaşan Beyaz Ordu kuvvetlerine bağlı Çek Lejyonunun bölgeye yaklaşması ve çarı kurtarmaları olasılığı üzerine, yerel yetkililerin kararıyla, 16-17 Temmuz gecesi Çar II. Nikolay, Çariçe Aleksandra, kızları Olga, Tatyana, Anastasia, Maria, oğulları Aleksey, aile doktoru Yevgeniy Botkin, halayık Aloiziy Trupp, Çariçe’nin hizmetkarı Anna Demidova ve aşçı İvan Haritonov hapsedildikleri evin bodrumunda kurşuna dizilerek öldürüldüler. Cesetler terk edilmiş bir maden ocağında yakıldıktan sonra yakınlardaki ormanlık araziye gömüldü.
II. Nikolay ve aile üyelerinin naaşları, o dönemde bölgedeki Bolşeviklerin lideri olan Yakov Yurovsky‘nin kayıtlarından yola çıkılarak, amatör arkeolog Aleksandır Avdonin tarafından 1979’da ortaya çıkarıldı. Ancak bu keşif Sovyet yetkilileri tarafından 10 yıl kamuoyundan gizlendi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kemiklerin gerçekten Çar’a ve ailesie ait olup olmadığının belirlenmesi için kimlik testi uygulandı.
17 Temmuz 1998’de yapılan devlet töreniyle ailesiyle birlikte Sankt-Peterburg‘da St. Peter ve Paul Katedrali’nde defnedildi.[25] Çar ailesi, 2000 yılında Rus Ortodoks Kilisesi tarafından Aziz ilan edildi. 2008 yılında, Rusya Yüksek Mahkemesi Çar ailesinin öldürülmesinin haksız siyasi baskılar sonucu olduğuna, dolayısıyla siyasi cinayete kurban gittiklerine karar verdi ve itibarlarının iade edilmesini kararlaştırdı.[26]
Unvanları
- 18 Mayıs 1868 – 13 Mart 1881: İmparatorluk Altesleri Rusya Büyük Dükü Nikolai Alexandrovich
- 13 Mart 1881 – 1 Kasım 1894: İmparatorluk Altesleri Rusya Çareviçi
- 1 Kasım 1894 – 15 Mart 1917: İmparatorluk Majesteleri Tüm Rusların İmparatoru ve Otokratı
- 15 Mart 1917 – 17 Temmuz 1918: Nikolai Alexandrovich Romanov
- 1919 – Merzifon işgal edildi.
- 1920 – Birleşik Krallık otoriteleri, İstanbul‘da yüz elli kişiyi tutukladı.
Yüzellilikler

Yüzellilikler, Türk Kurtuluş Savaşı sonrası düşman iş birlikçisi olarak görülen ve Türkiye‘den sürgün edilen, hepsi üst düzey makamlarda yer alan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına verilen isimdir.
Meclis‘e göre hainler on binleri buluyordu.[1][daha iyi kaynak gerekli] Ancak Lozan Antlaşması‘nın bir maddesinde sürgün edilecek insanların sayısının 150’yi geçmeyecek şeklinde öngörmesi üzerine ilk önce Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan listede başlangıçta 600 kişiden oluşmakta iken alevli tartışmalar sonucu önce 300, ardından da 149 kişiye indirilmiştir. 150’likler adı verilen ve 23 Nisan 1924 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin oturumunda saptanan bu listeye 1 Haziran 1924 tarihindeki kararla Köylü gazetesi sahibi Refet Bey de eklenerek nihai şekliyle 150 kişi olarak kabul edilmiştir ve bu kişiler 28 Mayıs 1927’de kabul edilen 1064 sayılı yasa ile yurttaşlıktan çıkarılmışlardır.[2][3][4] 29 Haziran 1938 tarihli 3527 sayılı yasa[5] ile, Yüzellilikler’in yurda girmelerini engelleyen 1064 sayılı kanun kaldırılsa da, başta Çerkez Ethem olmak üzere pek çok muhalif ve saltanat taraftarı geri dönmemiştir. Bu listenin 600 kişilik ilk hali açıklanmamıştır.
Yüzellilikler listesi
Padişah VI. Mehmed (Vahdettin)’in Yanındakiler
1. Kiraz Hamdi – Yaver-i Has
2. Zeki – Hademe-i Hassa Kumandanı
3. Kayserili Şaban Ağa – Hazine-i Hassa Müfettişi
4. Şükrü Tütüncübaşı
5. Şerkarin Yaver
6. Miralay Tahir – Yaverandan Erkan-ı Harp
7. Seryaver Avni
8. Eski Hazine-i Hassa Müdürü ve Defter-i Hakani Emini Refik
Meclis Üyeleri
9. Mustafa Sabri Efendi – eski Şeyhülislam
10. Ali Rüşdi – eski Adliye Nazırı
11. Cemal Bey – eski Ziraat ve Ticaret Nazırı
12. Cakacı Hamdi Paşa – eski Bahriye Nazırı
13. Rumbeyoğlu Fahreddin Bey – eski Maarif Nazırı
14. Kızılhançerci Remzi – eski Ziraat ve Ticaret Nazırı
Sevr Antlaşması’nı İmzalayanlar
15. Bağdatlı Mehmed Hâdî Paşa – eski Maarif Nazırı
16. Rıza Tevfik Bölükbaşı – Şura-yı Devlet eski Reisi
17. Reşat Halis – Bern eski elçisi
Kuva-yi İnzibâtiye’ye Dahil Meclis Üyeleri
18. Süleyman Şefik Paşa – Kuva-yi İnzibâtiye Başkumandanı
19. Bulgar Tahsin – Şefik Paşa’nın yaveri, süvari yüzbaşı
20. Miralay Ahmet Refik – Kuva-yi İnzibâtiye Erkân-ı Harbiye Reisi
21. Tarık Mümtaz – Kuva-yi İnzibâtiye Mitralyöz kumandanı ve Damat Ferit Paşa’nın yaveri
22. Ali Nadir Paşa – Kuva-yi İnzibâtiye Kumandanlarından İzmir Kolordusu Kumandanı
23. Kaymakam Fettah– Kuva-yi İnzibatiye mensuplarından ve Nemrut Mustafa Divan-ı Harp üyesi
24. Çopur Hakkı – Kuva-yi İnzibatiye üyelerinden
Mülkiye ve Askeriyeden
25. Gümülcineli İsmail Bey – eski Bursa Valisi
26. Konyalı Zeynelabidin – âyândan
27. Fanizade Mesut – eski Cebelibereket (Osmaniye) Mutasarrıfı
28. Miralay Sadık Bey – Hürriyet ve İtilâf Fırkası lideri
29. Bedirhani Halil Rahmi – eski Malatya Mutasarrıfı
30. Giritli Hüsnü – eski Manisa Mutasarrıfı
31. Nemrut Mustafa – eski Divan-ı Harp Reisi
32. Hulusi – Uşak Belediye Reisi
33. Hain Mustafa – eski Adapazarı Kaymakamı
34. Hafız Ahmet – eski Tekirdağ Müftüsü
35. Sabit – eski Afyonkarahisar Mutasarrıfı
36. Celal Kadri – eski Gaziantep Mutasarrıfı ve Halep Doğru Yol Gazetesi gazetecisi (Sahibi, Hasan Sadık’ın, kayınbiraderi)
37. Adanalı Zeynelabidin – Hürriyet ve İtilâf Kâtibi Umumisi
38. Vasfi Efendi – Mülga Eski Evkaf Nazırı
39. Ali Galip – eski Harput Vali Vekili
40 Aziz Nuri – Bursa Vali Vekil-i Esbakı
41. Ömer Fevzi – eski Bursa Müftüsü
42. Ahmet Asım – eski İzmir Kadı Müşaviri
43. Natık – eski İstanbul Muhafızı
44. Adil Bey – eski Dahiliye Nazırı
45. Mehmet Ali Bey – eski Dahiliye Nazırı
46. Salim Mirimiran – eski Edirne Valisi ve Şehremini (Belediye Başkanı) Vekili
47. Hoca Rasihzade İbrahim – Kütahya’da Yunanlara Mutasarrıflık etmiştir
48. Abdurrahman – Adana’da Fransız işgalinde Vekillik etmiştir
49. Ömer Fevzi – eski Şarkikarahisar mebusu
50. Adil Kınacı- Mülazım, işkenceci namıyla maruf – Hendek Mal Müdürlüğü yapmış
51. Refik – Mülazım, işkenceci namıyla maruf
52. Şerif – eski Kırkağaç Kaymakamı
53. Mahmut Mahir – eski Çanakkale Mutasarrıfı
54. Emin – eski İstanbul Merkez Kumandanı
55. Sadullah Sami – eski Kilis Kaymakamı
56. Osman Nuri – Bolu Mutasarrıfı ve Dahiliye Nezareti eski Dava Vekili
Çerkes Ethem ve Çetesi
57. Çerkes Ethem
58. Çerkes Reşit Bey – Çerkes Ethem’in kardeşi
59. Çerkes Tevfik Bey – Çerkes Ethem’in kardeşi
60. Eşref Kuşçubaşı
61. Hacı Sami – Eşref Kuşçubaşı’nın kardeşi
62. İzmirli Küçük Ethem – yüzbaşı, eski Akhisar kaymakamı
63. Düzceli Mehmetoğlu Sami
64. Burhaniyeli Halil İbrahim
65. Susurluk’tan Demirkapılı Hacı Ahmet
Çerkes Kongresi’ne Delege Olarak Katılanlar
66. Hendek kazasının Sümbüllü köyünden Bağ Osman
67. İbrahim Hakkı – eski İzmir Mutasarrıfı
68. Sait Beraev
69. Tahir Berzek
70. Adapazarı’nın Harmantepe köyünden Maan Şirin
71. Söke Ereğlisi’nin Teke köyünden Kocaömeroğlu Hüseyin
72. Adapazarı’nın Talustanbey köyünden Bağ Kamil
73. Hamte Ahmet
74. Maan Ali
75. Kirmasti’nin (Mustafakemalpaşa) Karaorman köyünden Harun Reşit
76. Eskişehirli Sefer Hoca
77. Bigalı Nuri Bey oğlu İsa
78. Adapazarı’nın Şahinbey kö
84. Tahsin – İstanbul Polis eski Müdürü
85. Kemal – İstanbul Polis eski Müdür Muavini
86. Ispartalı Kemal – Emniyet-i Umumiye Müdür Muavini
87. Şeref İstanbul Polis Müdüriyeti eski Birinci Şube Müdürü
88. Hafız Said İstanbul Polis eski Birinci Kısım Başmemuru
89. Hacı Kemal – Arnavutköy Merkez eski Memuru
90. Namık – Polis Baş Memurlarından
91. Nedim – Şişli Komiseri
92. Fuat – İzmit Merkez Memuru, Edirne Polis Müdürü ve Yalova Kaymakamı
93. Yolgeçenli Yusuf – Adana’da Polis Memuru
94. Sakallı Cemil – Unkapanı Merkez eski Memuru
95. Mazlum – Büyükdere Merkez eski Memuru
96. Fuat – Beyoğlu eski İkinci Komiseri
Gazeteciler
97. Mevlânzâde Rifat – Serbesti Gazetesi sahibi, Hürriyet ve İtilaf üyesi
98. Sait Molla – Türkçe İstanbul Gazetesi sahibi
99. İzmirli Hafız İsmail – İzmir Müsavat Gazetesi sahibi ve eski muharriri, Darülhikmet üyesi
100. Refik Halit Karay – Aydede Gazetesi sahibi ve Posta Telgraf eski Müdür-ü Umumisi
101. Bahriyeli Ali Kemal – Bandırma Adalet Gazetesi sahibi
102. Neyir Mustafa – Edirne’de Teemin ve Elyevm, Selanik Hakikat Gazetesi sahibi
103. Ferit – Köylü Gazetesi eski muharriri
104. Refii Cevat Ulunay – Alemdar Gazetesi sahibi
105. Pehlivan Kadri – Alemdar Gazetesinden
106. Fanizade Ali İlmi – Adana Ferda Gazetesi sahibi
107. Trabzonlu Ömer Fevzi – Balıkesir İrşad Gazetesi sahiplerinden
108. Hasan Sadık – Halep Doğru Yol Gazetesi sahibi
109. İzmirli Refet – Köylü Gazetesi sahibi ve müdürü
Diğer kişiler
110. Tarsuslu Kamilpaşazade Selami
111. Tarsuslu Kamilpaşazade Kemal
112. Süleymaniyeli Kürt Hakkı
113. İbrahim Sabri – Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin oğlu
114. Bursalı Cemil – Fabrikatör
115. Çerkes Ragıp – İngiliz casusu
116. Haçinli Kazak Hasan – Fransız işgalinde zabit
117. Çerkes Süngülü Davut – Eşkıya çete reisi
118. Binbaşı Çerkes Bekir
119. Necip – Fabrikatör Bursalı Cemil’in kayınbiraderi
120. Ahmet Hulusi – İzmir eski Umur-u İslamiye Müfettişi
121. Uşaklı Madanoğlu Mustafa, Korgeneral Cemal Madanoğlu‘nun babası
122. Gönen’in Tuzakçı köyünden Yusuf oğlu Remzi
123. Gönen’in Bayramiç köyünden Hacı Kasım Oğlu Zühtü
124. Gönen’in Balcı köyünden Kocagözün Osman oğlu Şakir
125. Gönen’in Muratlar köyünden Koç Mehmet oğlu Koç Ali
126. Gönen’in Ayvacık köyünden Mehmet oğlu Aziz
127. Gönen’in Keçeler köyünden Balcılı Ahmet oğlu Osman
128. Susurluk Yıldız köyünden Molla Süleyman oğlu İzzet
129. Gönen’in Muratlar köyünden Hüseyin oğlu Kara Kazım
130. Gönen’in Balcı köyünden Bekir oğlu Arap Mahmut
131. Gönen’in Rüstem köyünden Gardiyan Yusuf
132. Gönen’in Balcı köyünden Ömer oğlu Eyüp
133. Gönen’in Keçeler köyünden Talustan oğlu İbrahim Çavuş
134. Gönen’in Balcı köyünden Topallı Şerif oğlu İbrahim
135. Gönen’in Keçeler köyünden Topal Ömer oğlu İdris
136. Manyas’ın Bolcaağaç köyünden Kurhoğlu İsmail
137. Gönen’in Keçeler köyünden Muhtar Hacıbey oğlu Canbulat
138. Marmara’nın Kayapınar köyünden Yusuf oğlu İshak
139. Manyas’ın Kızlık köyünden Ali Bey oğlu Sabit
140. Gönen’in Balcı köyünden Deli Hasan oğlu Selim
141. Gönen’in Çerkes Mahallesi’nden Makinacı Mehmet oğlu Osman
142. Manyas’ın Değirmenboğazı köyünden Kadir oğlu Kamil
143. Gönen’in Keçidere köyünden Hüseyin oğlu Galip
144. Manyas’ın Hacıyakup köyünden Çerkes Sait oğlu Salih
145. Manyas’ın Hacıyakup köyünden Maktul Şevket’in biraderi İsmail
146. Gönen’in Keçeler köyünden Abdullah oğlu Deli Kasım
147. Gönen’in Çerkes Mahallesi’nden Hasan Onbaşı oğlu Kemal
148. Manyas’ın Değirmenboğazı köyünden Kadir oğlu Kamil’in biraderi Kazım Efe
149. Gönen’in Kızlık köyünden Yallaçoğlu Kemal
150. Gönen’in Keçeler köyünden Tuğoğlu Mehmet Ağa
- 1921 – Osmanlı eski Sadrazamı Talat Paşa, Ermeni kırımı‘nda rolü olduğu gerekçesiyle Berlin‘de 23 yaşındaki Soğomon Tehliryan tarafından öldürüldü.
Talat Paşa | |
---|---|
![]() |
|
Osmanlı Sadrazamı | |
Görev süresi 4 Şubat 1917 – 8 Ekim 1918 |
|
Hükümdar | V. Mehmed VI. Mehmed |
Yerine geldiği | Said Halim Paşa |
Yerine gelen | Ahmed İzzet Paşa |
Osmanlı Dahiliye Nazırı | |
Görev süresi 12 Haziran 1913 – 8 Ekim 1918 |
|
Yerine geldiği | Mehmed Adil |
Yerine gelen | Mustafa Arif |
Görev süresi Ağustos 1909 – Mart 1911 |
|
Yerine geldiği | Avlonyalı Ferid Paşa |
Yerine gelen | Halil Menteşe |
Osmanlı Maliye Nazırı | |
Görev süresi Kasım 1914 – 4 Şubat 1917 |
|
Yerine geldiği | Cavid Bey |
Yerine gelen | Abdurrahman Vefik |
Kişisel bilgiler | |
Doğum | 1 Eylül 1874 Kırcaali, Edirne Vilayeti, Osmanlı İmparatorluğu |
Ölüm | 15 Mart 1921 (46 yaşında) Berlin, Almanya |
Ölüm nedeni | Suikast |
Defin yeri | Âbide-i Hürriyet, İstanbul |
Partisi | İttihat ve Terakki Fırkası |
Evlilik(ler) | Hayriye Talat Bafralı |
Bitirdiği okul | Edirne Askerî Rüştiyesi[1] |
Dini | İslam[2] (Bektaşi)[3] |
Mehmed Talat (Osmanlıca: محمد طلعت, romanize: Meḥmed Ṭalʿat; 1 Eylül 1874[4][5] -15 Mart 1921), Osmanlı Hürriyet Cemiyeti‘nin kurucu lideri, İttihat ve Terakki‘nin kurucularından ve önde gelen liderlerinden olan Osmanlı devlet adamıdır.
1908 İhtilali’nin hazırlanmasında önemli rol oynayan Talat Bey, 1908-1918 arasında Osmanlı Devleti siyasetine yön veren en önemli aktörlerden biri olmuştur. Bâb-ı Âli Baskını sonrasında Said Halim Paşa Kabinesinde Dâhiliye Nazırlığına getirildikten sonra devlet siyasetinin en önemli belirleyicilerinden biri hâline geldi. Enver Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte Üç Paşalar iktidarını kuran Talat Bey, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı‘na girmesinde ve Ermeni Kırımı‘nda rol oynadı.[6]
1917 yılında sadrazamlık yaptı. Savaşın kaybedilmesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni feshedip Enver ve Cemal Paşalarla birlikte ülkeyi terk etti. 1921 yılında Berlin‘de, Soğomon Tehliryan adında Ermeni Kırımı yüzünden intikam almak isteyen bir Ermeni tarafından öldürüldü.
Suikastı

Taşnak Partisi‘nin İttihat ve Terakkî erkânının öldürülmesi kararı üzerine suikastçı Soğomon Tehliryan, 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa’yı Berlin‘in Charlottenburg semtindeki Hardenbergstrasse’deki evinin önünde yakın mesafeden başına ateş etmek suretiyle öldürdü.[22] Berlin, Tampelhof’ta inşasına öncülük ettiği camide kılınan cenaze namazına kalabalık bir katılım oldu; imparatorun başmabeyncisinin yanı sıra Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri ve Adalet Bakanlarının temsilcileri cenazede hazır bulundu.[23] Berlin’deki Türk mezarlığına defnedildi.
Yakalanan Tehliryan cinayeti işlediğini itiraf etti. İki günlük yargılamadan sonra, Türk tarafının gösterdiği savunma tanıkları dahi dinlenmeden hakkında beraat kararı verildi. Karara gerekçe olarak Tehliryan’ın tehcirden dolayı travma ve cinnet geçirmesi gösterildi.[23]
Öldürülüşünün ardından TBMM‘nin 1926 yılında kabul ettiği bir kanunla ailesine ev tahsis edildi ve şehit aylığı bağlandı. Talat Paşa’nın Berlin’deki Türk mezarlığında bulunan naaşı, 1943 yılında alınan Bakanlar Kurulu kararı ile Türkiye‘ye taşındı. Gömüldüğü yerden çıkarılan, bayrağa sarılan ve çiçekler içinde, özel bir vagonla İstanbul’a getirilen naaş, 25 Şubat 1944 günü Sirkeci Garında karşılandı, top arabasıyla ve törenle Abide-i Hürriyet şehitliğine taşındı ve burada defnedildi.[23]

Eserleri
Talat Paşa’nın ölümünden sonra yayımlanan hatıraları dışında yazılı bir eseri yoktur. Bu hatıran özeti New York Times Current History dergisinde Ekim 1921’de ve bir kısmı Yeni Şark gazetesinde Kasım-Aralık 1921’de sansürlenerek yayımlanmış; 1945’te Tanin gazetesinde tefrika edilmiş, 1946’da Hüseyin Cahit Yalçın tarafından kitap hâlinde yayımlanmıştır.[5]
Yeni Şark gazetesinde çıkan sansürlü metin, eksik bölümler, Tanin’deki tefrikadan tamamlanıp 2006 yılında Kaynak Yayınları tarafından yayımlandı. İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bilhassa savaş sırasındaki icraatını savunmak amacıyla hazırlanan bu metinlerin orijinali elde bulunmaz ve gerçekten Talat Paşa’nın kaleminden çıkıp çıkmadığı hususu tartışmalıdır.[5]
Galeri
-
Talat Paşa
-
Talat Paşa (sonradan renklendirilmiş)
-
Talat Paşa (sonradan renklendirilmiş)
-
Sadrazam Talat Paşa
-
Talat Paşa (renklendirilmiş)
-
1926 öncesi çekilmiş Talat Beyin fotoğrafı
-
Photo Phébus, Konstantinopel’in yayınladığı Talat Paşa görseli
-
Brest-Litovsk’taki Merkezi Güçler delegeleri (1917-1918): (Soldan Sağa) Alman general Max Hoffmann, Avusturya-Macaristan Dışişleri Bakanı Czernin, Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve Almanya Dışişleri Bakanı Kühlman.
-
George Grantham Bain Koleksiyonundaki Talat Paşa görseli
-
Talat Paşa
-
Sadrazam Talat Paşa
-
Talat Paşa’nın gençliği
-
Alfred Nossig, Talat, Halil ve Enver Paşa
Soğomon Tehliryan
|
|
---|---|
![]() Tehlirian, 1921
|
|
Doğum | 2 Nisan 1896 Pekeriç, Erzurum Vilayeti, Osmanlı İmparatorluğu (günümüzde Çadırkaya, Tercan) |
Ölüm | 23 Mayıs 1960 (63 yaşında) San Francisco, ABD |
Nemesis Operasyonu |
---|
![]() |
Arka plan |
Öldürülenler |
Suikastçiler ve planlayanlar |
Sonrası |
Soğomon Tehliryan (Ermenice: Սողոմոն Թեհլիրեան; 2 Nisan 1896 – 23 Mayıs 1960), Osmanlı İmparatorluğu’nun eski sadrazamı Talat Paşa‘ya, Ermeni Kırımı yüzünden 15 Mart 1921’de Berlin‘de suikast düzenleyerek öldüren Osmanlı Ermenisi devrimci ve komitacıydı. Daha önce Osmanlı gizli polis servisi için çalışan ve 24 Nisan 1915’te tehcir edilen Ermeni aydınların listesinin hazırlanmasına yardımcı olan Harutyan Mıgırdiçyan’ı öldürdükten sonra bu suikastı gerçekleştirmekle görevlendirilmiştir.[1] Bu suikast, Nemesis Operasyonu‘nun bir parçasıydı ve Ermeni histografisine göre Birinci Dünya Harbi sırasında Osmanlı İmparatorluk Hükûmeti tarafından düzenlenen Ermeni Soykırımı‘nın bir nevi intikam planıydı. Tehliryan, Ermeniler tarafından ulusal bir kahraman olarak kabul edilir.[2][3]
Yaşamı
Soğomon Tehliryan, 2 Nisan 1896’da, Osmanlı İmparatorluğu‘nun Erzurum Vilayetinde, Pekeriç köyünde (günümüzde Tercan‘ın Çadırkaya köyü) doğdu.[4] Erzincan’da büyüdü.[5]
Tehliryan’ın babası, ailesinin güvenliğini sağlamak için ülke değiştirmek amacıyla Sırbistan’a gitti. 1905’teki dönüşünden sonra tutuklandı ve altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu sırada, Tehliryan ailesi Pekeriç’den Erzincan‘a taşındı. Tehliryan ilk eğitimini Erzincan’daki Protestan ilkokulunda aldı. İstanbul’daki Getronagan Ermeni Lisesi‘nden mezun olduktan sonra, Sırbistan’da mühendislik okudu ve eğitimine Almanya’da devam etmeyi planladı.[6]
Tehcir ve Ermeni Kırımı
Haziran 1914’te Sırbistan’ın Valyeva şehrindeydi.[7] O yılın sonbaharında, Tehliryan Rusya‘ya doğru yola çıktı ve Kafkasya Cephesi‘nde Türklere karşı savaşmak amacıyla gönüllü bir birimde hizmet etmek üzere orduya katıldı.[8]
Tarihin Büyük Anlatılmamış Öyküleri: Dünyayı Değiştiren Yaşam Karakterlerinden ve Dramatik Olaylar a göre, Haziran 1915’te Osmanlı yerel polisi, tüm Ermenilerin Erzincan’dan çıkartılmasını emretti. Tehliryan, annesi, üç kız kardeşi, kız kardeşinin kocası ve iki yaşındaki yeğeni ile birlikte tehcir edildi.[9][10] Ermeni Devrimci Federasyonuna katıldı.[4] Tehliryan, 85 aile üyesini Ermeni Kırımı‘nda kaybetti.[11]
2016’da The Independent ile konuşan ancak adını açıklamayan Tehliryan’ın oğlu, Tehliryan’ın annesi ve ağabeyi Vasken’in tehcirde öldüğünü, ikincisinin tıp okuduğunu ve Beyrut‘ta yaşadığını söyledi. Fakat bu, Tehliryan’ın kız kardeşi olmadığını babasının Rusya’daki savaşta savaştığını ve diğer iki kardeşinin de Sırbistan’da olduğunu söylemiştir.[12]
Talat Paşa suikastı
Soğomon Tehliryan, 1921’de Ermeni Kırımı‘nın sorumlularını hedef alan ve gizli bir suikast programı olan Nemesis Operasyonu‘na katıldı.
Tehliryan’ın ana hedefi, Osmanlı İmparatorluğunu kontrol eden “Üç Paşa”dan biri olarak bilinen Talat Paşa idi. Talât Paşa’nın, Berlin‘in Charlottenburg semti 4 Hardenbergstraße’deki adresini bulduktan sonra, yakınlarda bir daire kiralayarak günlük rutin bir işte çalışmaya başladı.[13]
Talât Paşa 15 Mart 1921 sabahı Hardenbergstraße’deki evinden ayrılırken, Tehliryan kimliğini doğrulamak için caddenin karşısına geçip onu karşıdan kaldırımdan görüp geçti. Ardından arkasına döndü ve silahını boynunun üstüne vurmak için nişan aldı.[14][15] Talât paşa, bir Luger P08 tabancasından çıkan 9 mm tek kurşun ile vurularak yere düştü.[16] Suikast, gün ışığında gerçekleşti ve olayın azmettiricileri Karekin Pastırmacıyan ve Şahan Natali tarafından suç mahallinden kaçmaması söylenen Tehliryan’ın Alman polisi tarafından derhal tutuklanmasına yol açtı.

Yargılanması
Weimar Cumhuriyeti‘nin kurulmasından kısa süre sonra gerçekleşen cinayet, o dönemin sansasyonel bir olayı idi. Tehliryan, Berlin mahkemesinde cinayetten yargılandı ve Kiel Üniversitesi‘nde hukuk profesörü olan Dr. Theodor Niemeyer’in de aralarında bulunduğu üç Alman savunma avukatı tarafından temsil edildi. Rahip ve Ermeni Tehciri mağduru Grigoris Balakyan, Alman eylemci Johannes Lepsius ve savaş sırasında Alman Silahlı Kuvvetler Komutanı General Liman von Sanders, davaya tanık olarak katılan tanınmış kişilerdi. Savunma avukatları, Tehliryan’ın birini öldürmüş olduğunu kabul ettiklerini, ama Tehliryan’ın zihinsel durumunun karmaşık olduğunu, Ermeni Kırımının intikamını almak için Talat Paşa’yı öldürdüğünü ve geçici delilik geçirdiğini ileri sürerek savunma yaptılar. Tehliryan, duruşma sırasında 1915’te Erzincan’da bulunduğunu, ailesiyle birlikte sınır dışı edildiğini ve cinayetlere şahitlik ettiğini söyledi. Yargıç tarafından herhangi bir suçluluk hissedip hissetmediği sorulduğunda, Tahliryan şöyle dedi: “Kendimi suçlu bulmuyorum çünkü vicdanım açık. Bir adamı öldürdüm. Ama ben katil değilim”.
Duruşması sırasında, Tehliryan, Almanya’dayken, ölen annesini rüyalarında gördüğünü ve annesinin, Talât Paşa’yı gördüğü halde henüz intikam almadığı için kendisine sitem ettiğini söyledi. Duruşmada, Tehliryan’ın rüyası şöyle tarif edildi:[17][18]
Annesi, “Talat’ı gördün ve annenin, babanın, erkek kardeşlerin ve kız kardeşlerin cinayetlerinin intikamını alamadın mı? Artık oğlum değilsin.” Sanık Tehliryan, “Bir şey yapmam gerek. Annemin oğlu olmak istiyorum. O zaman cennette onunla birlikte olduğumda beni geri çeviremez. Beni onun gibi göğsünde sıkmasını istiyorum.” Doktorların açıkladığı gibi, uyandığında rüya sona erdi.
Avukatlarının savunmasıyla Tehliryan’a “Suçsuz” kararını vermek jürinin bir saatten biraz fazla bir zamanını aldı.
Sonuçta Tehliryan adam öldürdüğü kabul edilmesine rağmen on iki kişilik jüri tarafından verilen kararla beraat etti. Alman mahkemesinin beraat kararında, savaş sonrası koşullarındaki Almanya’nın İttihatçı liderlerin hatalarından uzak olduğu izlenimini verme isteğinin etkisi olduğu ileri sürülmüştür.
Sonraki yaşamı
Tehliryan suikastten sonra, Yugoslavya‘ya taşındı ve 3 yıl sonra Erzincanlı Anahit Tatikyan ile evlendi.[19] 1917’de ilk tanıştığı zaman 15 yaşındaydı. Sırbistan’da kaldığı günlerde, atış kulübünün bir üyesi oldu ve yetenekli bir nişancı olarak kabul edildi. Çift, Belgrad‘a taşındı ve 1950 yılına kadar orada yaşadı, ilk önce Kazablanka‘ya, sonra Paris‘e ve sonra da ABD‘nin San Francisco kentine taşındılar. Orada posta görevlisi olarak çalıştı ve Saro Melikyan adı altında yaşadı.[20]
Tehliryan 1960 yılında beyin kanamasından öldü ve Fresno, Kaliforniya‘da, Ararat Mezarlığı’na gömüldü. Tehliryan’ın anıt mezarında altın kaplama kartal ve üstünde yılan figürü bulunan bir dikilitaş bulunmaktadır. Ermeni halkının adalet kolu olduğu, yılan tarafından sembolize edilenin Talat Paşa olduğu söylenir. Anıt, mezarlığın ortasında, selvi ağaçlarıyla çevrili kırmızı tuğladan yapılmış bir yürüyüş yolu ile ortalanmıştır.
Mirası ve kültürel etkileri
Tehliryan’ın Ermenistan‘da birkaç heykeli vardır. Ermenistan’da ilk heykeli Mastara köyünde 1990 yılında açıldı.[21]
2014 yılında Tahliryan’ın hikâyesi Özel Misyon: Nemesis adlı bir romanında anlatıldı.[22]
2017’de Fransa‘nın Marsilya kentinde bir meydana ismi verildi.[5]
- Film
Tehliryan ve özellikle gerçekleştirdiği Talat Paşa suikastı hakkında üç film bulunmaktadır. Assignment Berlin, Ermeni Hrayr Toukhanian’ın tek filmidir.
- Hrayr Toukhanian’ın yönettiği 1982 çıkışlı Assignment Berlin adlı Amerikan filmi, Talat Paşa’nın Berlin’deki suikastını gösterir.
- Duvardaki Kan (Blood on the Wall) (Natuk Baytan, 1986, Türkiye)
- Henri Verneuil‘in Fransız filmi Mayrig (1991) Talât’ın suikastını ve Tehliryan’ın duruşmasını anlatır.
- Daniel Despart’ın yönettiği 2020 kısa filmi The Attempt, Tehlirian’ın Talat Paşa suikastını anlatıyor.[23][24]
- 1928 – 15 Mart Olayı başladı. Japon İmparatorluğu‘nda çok sayıda komüniste tutuklama kararı çıkarıldı.
15 Mart Olayı 三・一五事件 |
|
---|---|
Bölge | ![]() |
Saldırı türü
|
Antikomünist tutuklama dalgası |
İşleyenler | Tokkō |
15 Mart Olayı (Japonca: 三・一五事件), 15 Mart 1928 tarihinde Japon İmparatorluğu tarafından olaydan üç sene önce çıkartılan Barış Koruma Kanunu kapsamında, sosyalist ve komünistlere yapılan antikomünist tutuklama dalgasıdır. Tutuklananlar arasında ünlü marksist ekonomist Hacime Kavakami de bulunmaktaydı.[1]
Gerçekleşen bu komünist avında Tokkō adı verilen “düşünce polisi” birlikleri görev almıştır.
Geçmiş
Japonya Komünist Partisi 1922 yılında kuruluşundan sonra yasadışı ve yeraltı zorunlu olmasına rağmen, 1920’lerde Japonya uçucu sosyal ve ekonomik ortamda güç ve üyelik toplamaya devam etti. İlk Japonya’da evrensel erkek oy geçişi aşağıdaki düzenlenen Şubat 1928 Genel Seçimleri sırasında, Japonya Komünist Partisi yasal sosyalist ve emek odaklı siyasi partilerin desteğini çok görünür oldu. Japonya’nın diyetinde yapılan bu partilerin kazanımlarından endişe duyan Başbakan Giichi Tanaka’nın muhafazakar hükûmeti (çoğunluğunu sadece bir koltukla korudu) 1925 barış koruma yasalarının hükümlerini uyandırdı ve bilinen komünistlerin ve şüpheli komünist sempatizanların kitlesel tutuklanmasını emretti. Tutuklamalar Japonya genelinde gerçekleşti ve toplam 1652 kişi tutuklandı.
Sonuçlar
Tutuklananların yaklaşık 500’ü, 15 Haziran 1932’den itibaren Tokyo Bölge Mahkemesi tarafından düzenlenen ve 2 Temmuz 1932’de verilen bir dizi açık davada yargılandı. Bu ortak çalışmalarda dikkatli ketum Japonya Komünist Partisinin iç işleyişini duyurmak için sahnelenmiştir ve işçi hareketi ve diğer sol ile bağlantıları olan partiler ortaya, hükûmet (Tüm Japon İşçi Sendikaları Birliği tarafından-Japonya Proleter Gençlik Ligi) ve Nihon Rōdō Kumiai bu Hyōgikai) (İşçi-Çiftçi Partisi) Rōdō Nōmintō, Zen Nihon Seinen Musan bu Dōmei dağılması sipariş etmeyi başardı. Davalardaki sanıkların hepsi suçlu bulundu ve sert hapis cezasına çarptırıldı; ancak, komünist ideolojilerini geri çevirenler daha sonra affedildi ya da çok daha düşük şartlar verildi. Bu, eski solcuları ana akım topluma yeniden entegre etmek için tasarlanan tenkō politikasının başlangıcıydı. Belki de daha da önemlisi, bu davaların bir sonucu olarak, Başbakan Tanaka, zaten acımasız barış koruma yasalarına ölüm cezası hükmünü ekleyen mevzuatı geçebildi.
Yazar Kobayashi Takiji daha sonra bu olaya dayanarak 15 Mart 1928 eserini yazdı.
- 1933 – Almanya‘da Hitler, III. Reich‘ı ilan etti.
Nazi Almanyası
Nazi Almanyası
Alman İmparatorluğu
Deutsches Reich (1933-1943) Büyük Alman İmparatorluğu |
|||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
1933-1945 | |||||||||||||||||
1942’nin sonlarında II. Dünya Savaşı sürerken ulaşılan en geniş sınırları gösteren harita: |
|||||||||||||||||
Ocak 1944’teki idari birimleri gösteren harita.
|
|||||||||||||||||
Başkent
ve en büyük şehir
|
Berlin 52°31′K 13°23′D |
||||||||||||||||
Resmî dil(ler) | Almanca | ||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Yaygın dil(ler) | Almanca | ||||||||||||||||
Demonim | Alman | ||||||||||||||||
Hükûmet | Nasyonal sosyalist tek partili totaliter diktatörlük | ||||||||||||||||
Cumhurbaşkanı | |||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Şansölye | |||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Yasama organı | Reichstag | ||||||||||||||||
• Devlet konseyi
|
Reichsrat (1934’e dek) | ||||||||||||||||
Tarihî dönem | Savaş arası · II. Dünya Savaşı | ||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Yüzölçümü | |||||||||||||||||
1939 | 633.786 km2 | ||||||||||||||||
1940 | 823.505 km2 | ||||||||||||||||
Nüfus | |||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||
Para birimi | Reichsmark, Rentenmark (ℛℳ, ℳ) | ||||||||||||||||
Nazi Almanyası,[b] Almanya’nın 1933 ile 1945 yılları arasında, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) idaresi altında, tek parti rejimine dayalı yönetim sistemiyle “Führer” unvanlı hükûmet (1933-1945) ve devlet başkanı (1934-1945) Adolf Hitler’in liderliğinde egemenlik sürdüğü döneme verilen isim. Alman tarihi içerisinde “Reich”ların üçüncüsüdür; bundan dolayı Üçüncü Reich ismiyle de nitelendirilir.
Üçüncü Reich’ın kuruluşu, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri Adolf Hitler’in Paul von Hindenburg tarafından şansölye olarak görevlendirilmesi ile başladı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın teslim olmasına kadar geçen zaman zarfını teşkil eden bu dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik konularında gerçekleştirilen pek çok faaliyet nasyonal sosyalizmin etkisi altında gelişti.
Devletin isimleri
“Deutsches Reich” (Alman İmparatorluğu)
Almanya, “Alman İmparatorluğu” ismini çeşitli dönemlerde yürürlüğe giren anayasaların sonucunda kullandı. Bismarck’ın kurucusu olduğu Alman İmparatorluğu, 1871’de küçük Alman krallıklarının ve bağımsız Alman şehirlerinin bir federasyonu olarak kuruldu, 1918’de ise Kasım Devrimi ile yıkıldı. 1919’dan 1933’e kadar Almanya, “Weimar Cumhuriyeti” olarak isimlendirilen dönemde Alman İmparatorluğu ismini kullanmaya devam etti.
30 Ocak 1933’te Hitler’in şansölye olmasıyla Alman İmparatorluğu, “nasyonal sosyalist Führer devleti” sistemine geçiş yaptı.[1] Hitler’in liderliğini yürüttüğü Alman İmparatorluğu, İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, 8 Mayıs 1945’te Alman kuvvetlerinin kayıtsız şartsız teslimiyle aynı anda son buldu.
“Großdeutsches Reich” (Büyük Alman İmparatorluğu)
Nasyonal sosyalistler zaman içerisinde Alman topraklarını genişletti. 12 ve 13 Mart 1938 tarihlerinde “Ostmark” olarak isimlendirilen Avusturya ilhak edildi. İkinci Dünya Savaşı boyunca Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonunda kaybettiği toprakların geri alınması ve doğudaki komşu ülkelerin işgal edilmesiyle, Alman İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştı.
Nasyonal sosyalist rejim Büyük Alman İmparatorluğu ismine, 1848 yılında Habsburg monarşisi içerisinde yaşayan Almanları kapsayan ve “Büyük Alman Çözümü” olarak öngörülen, birleşik bir Alman ulus devletinin planı doğrultusunda sahip çıktı. Bu plan aslında 1871’de Pan-Alman Birliği’nin Alman İmparatorluğu’nu oluşturmasıyla gerçekleşmişti. Buna ek olarak, nasyonal sosyalist rejim “Büyük Alman İmparatorluğu” kavramına yayılmacı bir niyet ekledi: Etnik Almanlar ile diğer alanlar bir “Büyük Cermen İmparatorluğu” yaratmak için ülkeye dahil edilmeliydi.[2] Almanya sınırlarının ötesine gidilmesi tarihi bir zorunluluk olarak lanse edilmiştir.[3]
Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi‘nin 1920 yılında ilan ettiği 25 maddelik parti programında ulusal topluluğun egemen olduğu Büyük Almanya’nın kurulması açıklanmıştı. Bundan dolayı, NSDAP iktidarı boyunca ele geçirilen yeni alanlar Büyük Alman İmparatorluğu’nun bir parçası ilan edildi.
26 Haziran 1943’te çıkan bir kararname ile, “Büyük Alman İmparatorluğu” kavramı resmiyet kazanarak “Alman İmparatorluğu” isminin yerini aldı.[4]
İsim değişikliğinin bir sonucu olarak, devletin bastığı posta pulları “Deutsches Reich” yerine “Großdeutsches Reich” ismiyle çıkarılmaya başlandı.
“Drittes Reich” (Üçüncü Reich veya Üçüncü İmparatorluk)
Nasyonal sosyalistlere göre, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu Birinci Reich, Otto von Bismarck‘ın 1871’den 1919’a kadar devam eden Alman İmparatorluğu ise İkinci Reich idi.[5]
Weimar Cumhuriyeti döneminde parlamenter sisteme muhalif olan ve Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonucundaki yenilgisini kabullenemeyen siyasi gruplar, milliyetçi ve otoriter bir yönetimin gelmesini istiyorlardı. Beklenen oldu. 1933’te nasyonal sosyalistlerin iktidara gelmesiyle Üçüncü Reich ilan edildi.
Ayrıca, Hitler Üçüncü Reich’ın bin yıl süreceğini ilan etmişti ve nasyonal sosyalist propaganda, “Tausendjähriges Reich” (Bin Yıllık İmparatorluk) kavramını ortaya çıkarmıştı.
Bayrak

Almanya 1919’da, cumhuriyetin ilanından sonra siyah-beyaz-kırmızı renklerden oluşan Reich bayrağını (schwarz-weiß-rote Flagge) kaldırarak günümüzde de kullanılan ve cumhuriyeti simgeleyen siyah-kırmızı-altın renklerden oluşan bayrağı (schwarz-rot-goldene Flagge) yürürlüğe koymuştu. Buna rağmen siyah-beyaz-kırmızı bayrak, Weimar Cumhuriyeti dönemindeki Alman ordusu Reichswehr tarafından kullanılmaktaydı ve ticaret bayrağı olarak da yürürlükteydi. Siyah-kırmızı-altın bayrak, 1918 yenilgisini kabul etmeyen milliyetçi kesimler tarafından bir utanç sembolü olarak kabul ediliyordu. 1933’te Hitler’in iktidara gelmesiyle siyah-kırmızı-altın bayrak rafa kaldırıldı, Reich’ın sembolü olan siyah-beyaz-kırmızı bayrak yeniden ulusal bayrak olarak yürürlüğe kondu. Siyah-beyaz-kırmızı renkler 1867-1871 arasında hüküm sürmüş Kuzey Almanya Konfederasyonu’nun ve 1871-1918 arasında hüküm sürmüş Alman İmparatorluğu’nun bayrağını oluşturmaktaydı (Bu iki devletin siyah-beyaz-kırmızı bayrağı 3:2 oranındayken Üçüncü Reich’ınki 3:5 oranındadır).
Başlangıçta, Nazi bayrağının resmi şartnamesi, gamalı haç içeren beyaz diski bayrağın ortasına yerleştirdi. Ancak, 20 Aralık 1933’te denizde kullanılmak üzere gamalı haç bayrağının merkezden uzak bir versiyonunu yetkilendiren bir kararname çıkarıldı. Bu, amblemi daha görünür kılmak için tamamen pratik bir karardı (çünkü bir bayrak hızla dalgalandığında, dış yarı, direğin yanındaki yarıdan daha kısa görünür ve merkezdeki beyaz daire, dalgaya daha yakın görünürdü). Dahası, karadaki Nazi bayrağının her iki tarafında da gamalı haç “sağa dönük” olmasına rağmen, denizdeki Nazi bayrağı gamalı haçı arka tarafta “baştan sona ” veya ayna görüntüsü olarak gösteriyordu, bu nedenle bayrağın ön (veya ön yüz) tarafında “sağa dönük” bir gamalı haç ve arka (veya arka yüz) tarafında “sola dönük” bir gamalı haç vardı. Denizde gamalı haç bayrağının tersinin ne zaman değiştirildiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu değişikliğin 20 Aralık 1933 tarihli düzenlemelerin bir parçası olarak yapıldığı varsayılabilir. Her durumda nedenler aynıydı: bayrağın denizde kullanıldığında görünümünü (“optik oranlar”) iyileştirmek ve önemli tasarım öğelerinin görünürlüğünü artırmak (özellikle parlak güneş ışığında, beyaz daire üzerindeki koyu gamalı haçın ters gölgelenmesini ortadan kaldırarak).[6]

Siyah-beyaz-kırmızı bayrak, 1933’ten itibaren 2 yıl yürürlükte kaldıktan sonra, Nürnberg Yasaları’nın bir parçası olarak çıkarılan yeni bayrak yasası , 1935’te Nürnberg’deki yıllık parti mitinginde duyuruldu, Hermann Göring, eski siyah-beyaz-kırmızı bayrağın, onurlandırılsa da, geçmiş bir dönemin sembolü olduğunu ve “gericiler” tarafından kullanılma tehdidi altında olduğunu iddia etti. 15 Eylül 1935’e kadar, gamalı haç bayrağının merkezden kayık disk versiyonu, Alman kayıtlı ticaret gemilerinin sivil sancağı ve savaş gemilerinin krikosu ile sınırlıydı, ancak 15 Eylül 1935’te ticaret bayrağı ve ulusal bayrak birleştirildi ve bundan böyle arka yüzleri hariç aynıydı. Bu nedenle savaştan sonra bu düzenleme hakkında bir miktar karışıklık yaşandı. Müttefik askerler gamalı haç bayrağının merkezlenmiş disk versiyonlarını “ulusal bayraklar” olarak kabul ettiler, bu yüzden daha sonra birçok yayın, merkezlenmiş disk versiyonunun II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kullanıldığını hatalı bir şekilde savundu. Aslında, 1935’ten sonra kullanılan bayrağın merkezlenmiş disk versiyonları yalnızca Nazi Partisi’nin parti bayraklarıydı.[7] 1935’te kırmızı zemin üzerindeki beyaz dairenin içerisinde yer alan siyah gamalı haçın bulunduğu bayrakla (Hakenkreuzflagge) değiştirildi (NSDAP bayrağından farklı olarak gamalı haçın yer aldığı beyaz daire merkezde değil soldadır). 1935-1945 arasında gamalı haç bulunan bayrak, Alman devletinin ve Alman ulusunun bayrağı olarak kabul edildi.[7]
İdeoloji
→ Ana madde: Nasyonal sosyalizm
Nasyonal sosyalizm, ulusal devrimci bir hareket olarak kendisini toplumun ve devletin her kademesinde belirleyici etmen yapan bir siyasal öğretidir. İçişlerinde ve dışişlerinde, ulusun mevcudiyetinin korunması ve geleceğinin planlamasının yapıldığı politik uygulamaları içerir. Ulusal toplum fikri, siyaset, ahlak ve hukuk gibi çeşitli meselelerde belirleyici kurallar koyan bu halk hareketi, 1933-1945 yılları arasında Almanya’nın resmî devlet felsefesi olarak yürürlükte kaldı. Nasyonal sosyalistler, o dönemin Almanya’sında ortak bir toplum dayanışması içerisinde, tek parti olan NSDAP’nin popülist yönetimi altında ulusal yükselmeyi hedefleyen politikalar doğrultusunda faaliyet göstermişlerdir.
“Führer devleti” (Führerstaat) sistemi

“Nasyonal sosyalist Führer devleti”, nasyonal sosyalizm ideolojisinin ortaya koyduğu, ülke yönetiminde tüm yetkilerin tek siyasal otoritenin egemenliğinde olduğu bir devlet modelidir. Adolf Hitler’in ilan ettiği nasyonal sosyalizmin öğretileri ve nasyonal sosyalist devlet sistemi kendi taraftarlarınca bir diktatörlük değil, tam anlamıyla bir ulusal egemenliği esas alan ve halka hizmet eden sosyal devlet sistemi olarak tanımlanmıştır. Tarafsız bir gözlem sonucunda nasyonal sosyalist yönetimin tek parti rejimine dayanan ve muhalefete yer vermeyen yönetim biçimi bir diktatörlük olarak kabul edilebilir.
“Führer devleti” sisteminin en üst basamağında devletin ve milletin lideri olan “Führer” yer alır. Führer, halkı ve devleti ilgilendiren meselelerde parlamentarizme alternatif olan hızlı bir uygulamayla, karar alma yetkisinin en üst kademesini kendisinde bulundurur. Ülke içindeki siyasal kuruluşların ve yerel yönetimlerin tümü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne bağlıdır. Üçüncü Reich döneminde temel öneme sahip mevzuat ve politika konularında halk egemenliği meşru edilmişti. Bunun için halk oylamaları gerçekleştiriliyordu. Nasyonal sosyalist devletin politik meselelerle ilgili soruları anlaşılır ifadelerle açıklandı ve genellikle “Evet” veya “Hayır” seçenekleri ile seçmenler tarafından karar olunabildi.
Tarihçe


“Mareşal (Hindenburg) ve Onbaşı (Hitler)”



1933 yılında Büyük Friedrich‘in mezarında büyük bir ulusal kalkınma ve direniş başladı. Bu direniş tarihe geçti -Potsdam Günü olarak da bilinir- ve böylelikle çok yeni temel yasalar ve temel düzenlemelerin gelmesini sağladı. Temel esasta bilinçli halk toplumlaşması ve bağdaşması, ülke dahilinde köklendirilmesi; bir diğer öge olarak ise istikrarı sağlamak için yapılacak görevlerin halledilmesinde hak sahibi olunup, yapılan işlerin halkın ve Reich’ın -yani imparatorluğun- kalkınması için olunduğudur. Üçüncü Reich, yani Üçüncü Alman İmparatorluğu da aynı ikincisindeki ve birincisindeki gibi halk ve memleket esaslarına dayalıydı. Hitler savaş, bunalım ve enflasyondan bitkin düşmüş Alman halkına kurtuluş sundu.[8] Böylelikle 5 Mart 1933 tarihinde devlet seçimlerinde Adolf Hitler‘e verilen güç transferi onu liderlik (Führer makamı) için güçlendirirken, geniş bir halk kitlesinin desteğiyle gerçekleşen ve kan dökülmeden uygulanarak hayata geçen, nasyonal sosyalist hükûmetin devrimi gerçekleşmiş oldu. Garnizon Kilisesi’nde 21 Mart’ta yapılan bir şenlik nasyonal sosyalistlerin doğum tarihi olmuş oldu.
Yeni Alman Devleti hükûmetteki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ile hükûmet taraftarı milliyetçi muhalefetin –Alman Ulusal Halk Partisi– katılımıyla beraber kuruldu. Üçüncü Alman İmparatorluğu, nasyonal sosyalistlerin başını çektiği ve diğer milliyetçilerin de entegre olduğu bir idarede şekillendi. Nasyonal sosyalist hükûmet, yönetime geldiği andan itibaren Almanya’da yaşanan ekonomik ve sosyal buhranı gidermek için çalışmalarda bulundu, ayrıca bu çalışmalarıyla eş zamanlı olarak nasyonal sosyalizmi toplum hayatının her alanına sokmaya çalıştı. Mart 1933 tarihinde Cumhurbaşkanı Hindenburg, şubatta Reichstag binasında çıkan yangından sonra yeni kurallar koydu. Aynı ayda yeni bir yasa çıkarıldı. 23 Mart’taki parlamento oturumunda “Halkta ve İmparatorlukta Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Yasa” (Gesetz zur Behebung der Not von Volk und Reich) adındaki 5 maddelik yetki tasarısının kabul edilmesiyle yasama ve yürütme erkleri, Alman halkına ve Alman devletine en hızlı şekilde hizmet edilmesi için NSDAP’nin eline geçti.[9][10][11] Yasama yetkisinin, bütçe denetiminin, anayasa değişikliği yapma yetkisinin, dört yıl süreyle kabineye devredilmesi hükümlerini getiren bu yasada, halkın Alman İmparatorluğu’na ulusal bağlılıkla hizmet etmesi belirtiliyordu. Böylece devlet, anayasadaki hükümleri gözetmeksizin ve milletvekillerine gerek kalmaksızın yeni yasaların çıkmasını ve anayasada değişikliklerin yapılmasını sağladı. Böylelikle parlamentodaki diğer partilerle beraber sendikalar da hepten kaldırıldı. Marksist sendikaların yerine ulusal görüşteki nasyonal sosyalist Alman Emek Cephesi öne geçti. Yeni devlet biçimi Führerlik makamı temelinde 31 Mart ve 7 Nisan’da tanıtıldı ve her şey yürürlüğe girene kadar devlet belediye başkanları atandı. 30 Ocak 1934 tarihinde bütün hak ve yasalar eyaletlerden ve halktan yeni kurulan devlete geçti ve teslim edildi. Partilerin tekleşmesi ve devletin bir olması, Marksist ve komünist partilerin kaldırılıp yok olmasına neden oldu. Nasyonal sosyalistler, muhafazakâr milliyetçilerle de yollarını ayırdılar. NSDAP dışındaki diğer milliyetçi partilerin kapatılmasıyla, bu partilerin üyelerinin çoğu NSDAP’ye katıldılar. 1 Aralık 1933 tarihinde nasyonal sosyalistler açık siyasal çalışmaların tek yasal sorumlusu oldular. Almanya, NSDAP iktidarının hayata geçirdiği, memleketin ve halkın kalkınmasını esas alan iç politikalar sayesinde çok güçlü bir ülke olma yolunda ilerledi. Ekonomi alanındaki politikaların sonucunda işsizlik sayısı 1933 yılı başında 6 milyon iken, 1936 yılının ortasında 1,17 milyona düştü. İşsizlikteki düşüş 1936 sonrasında daha hızlandı. Devlet miras yasalarıyla 29 Eylül 1933 tarihinde köylülerin kazancını yüksek seviyeye getirdi. Irk düşünceleriyle de büyük yoğunlukla Yahudilerin şimdiye kadar oldukları politika ve devlet dairelerinden çıkartılmaları gerçekleştirildi. İlk temel önlem, bununla beraber çıkarılan memur yasası oldu. 7 Nisan 1933 tarihinde yapılan reformla devlet dairelerinde çalışacak olan memurların gerçek Alman olmaları zorunlu kılındı. Bununla beraber nasyonal sosyalistler 15 Eylül 1935 tarihinde Nürnberg Yasaları’nı çıkarttılar. Alman eğitim sistemi nasyonal sosyalizme uygun olarak, kültür derslerine ve çocuklar ile gençlerin doğuştan gelen yeteneklerini değerlendiren sanat derslerine ağırlık veren bir müfredatı yürürlüğe koyarak yeniden düzenlendi. Tüm kamu kuruluşlarında nasyonal sosyalizme ait semboller Almanya’nın resmî simgeleri olarak yürürlüğe kondu.



Dış politikada Üçüncü Reich şimdiye kadar hiç tanınmayan bir güvensizlikle, diğer dış devletlerle uğraşıma girdi. Genfer Konferansı’nda verilen kararda silahlanmanın kaldırılmasını isteyen Fransa’ya büyük tepki gösterildi. Bunun üzerine 14 Eylül 1933 tarihinde Almanya 1919’da yapılan uluslararası birlikten yani sözleşmeden çıktı. 12 Kasım 1933’te yapılan halk oylamasında %95 evet oyu alınmasıyla bu adım belirlenmiş oldu. 30 Ocak 1933 tarihinde faşist İtalya ile olan iyi müttefiklik de soğudu. Çünkü Benito Mussolini Avusturya’ya nasyonal sosyalistlerin kaldırılması ve yok olması için destekte bulundu. 26 Ocak 1934 tarihinde dış politikada bir başarı gösterildi ve Almanya-Polonya saldırmazlık paktı sağlandı. Söylenilenlere göre NSDAP idaresindeki Alman İmparatorluğu’nu SA‘nın şefi Ernst Röhm ve nasyonal sosyalistlerin sol kolu düşürmeye çalıştı. Ernst Röhm‘ün devrim denemesi 30 Haziran 1934 tarihinde bitirildi. Fransa Alman düşmanlığı politikası için çalışıyordu ve bunun için Sovyetler Birliği’ne bile başvurdu. 2 Ağustos 1934 tarihinde Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg ölünce Adolf Hitler onun yerine geçip görevi devraldı ve “Führer und Reichskanzler” yani Führer ve İmparatorluk Şansölyesi unvanıyla devlet başkanı oldu. 19 Ağustos 1934’te yapılan halk oylamasında % 89 evet ile bu belirlenmiş oldu; böylece Alman halkı, Adolf Hitler’in Alman İmparatorluğu’nun tek lideri olmasına onay verdi. Versay Antlaşması hiçe sayılıp kaldırıldıktan sonra 1935 yılının başında Saarland eyaleti geri alındı. 13 Ocak 1935 tarihinde yapılan halk oylaması büyük bir yoğunlukla bunu belirlemiş oldu. Versay Antlaşması’ndaki askerliğin zorunlu olmaması kaldırılıp, zorunlu askerlik yürürlüğe girdi. 18 Haziran 1935 tarihinde İngiltere ile askerî birlik anlaşması yapıldı. Fransa ve Sovyetler Birliği’nin siyasal ortaklığı üzerine, onlara bir cevap verilmiş oldu. 7 Mart tarihinde Ren eyaletine askerî birlikler yerleştirildi. 29 Mart tarihinde yapılan halk oylamasının sonucunda halkın % 99’u Führer’in arkasında olduğunu gösterdi. Ağustos 1936 tarihinde Berlin’de yaz olimpiyat oyunları gerçekleştirildi. Aynı yılda İtalya ve Almanya faşist General Franco’ya İspanya’da askerî birlikleriyle halk savaşında destek oluyorlardı.

12 Mart 1938 tarihinde Alman ordusu dostlukla Avusturya’ya giriş yaptı. Hitler’i binlerce Avusturyalı sevinçle karşıladı. Böylelikle Avusturya ile beraberlik kuruldu. 10 Nisan tarihinde yapılan halk oylamasıyla Avusturya’nın yasaları, Almanya’nın yasaları ile eşleştirildi. Almanya’da halkın %99’u, Avusturya’da ise %99,7’si bu iki Alman devletinin birleştirilmesini onaylamış oldu. Diğer Batı hükûmetleri bu birlikteliği diplomatik şekilde protesto ettiler. Münih’te yapılan anlaşmayla Südet toprakları Almanya’ya bağlandı. 9 Kasım 1938 tarihinde “Kristal Gece Olayı” yaşandı ve verilen kararda Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmama kararı kaldırıldı.
Alman orduları 1939 tarihinde Çekoslovakya’nın yarısına giriş yaptı. Nitekim, diğer Batı ülkelerinden gelebilecek olan herhangi bir saldırıda Çekoslovakya’nın onlarla beraber olabileceği ihtimali büyüktü. Memelland toprakları da Versay Antlaşması’nın kaldırılmasıyla Almanya’ya geri verilmiş oldu.
İkinci Dünya Savaşı
Hitler, Memelland bölgesini aldıktan sonra hedefini Polonya’ya çevirdi. Hedef, Doğu Prusya ile ana toprakların birleştirilerek Prusya’nın toprak bütünlüğünün garanti altına alınması idi. Bu, Alman milleti için oluşturması gereken yaşam alanının (Lebensraum) bir başka adımıydı. 24 Ağustos 1939 tarihinde Sovyetler ile anlaşarak ortak bir şekilde Polonya’nın ve Doğu Avrupa’nın bölüşülmesini sağladı. 1 Eylül akşamı Danzig şehrinin Almanya’ya ilhakı için Polonya’ya bir nota verdi ve nota reddedildi. Bunun üzerine Hitler Polonya’ya askerî müdahalede bulundu. İlerleyen süreçte Birleşik Krallık ve Fransa da Almanya’ya savaş ilan etti, böylece II. Dünya Savaşı fiilen başlamış oldu.



Almanya, 1 Eylül sabahı herhangi bir savaş ilanı olmaksızın Polonya’ya saldırdı. Alman planına göre Batı Cephesi’nden kaydırılan birlikler sayesinde 1 ay içinde Polonya işgal edilecek ve hemen ardından ordu bütün gücünü batıya çevirecekti. Savaş boyunca Wehrmacht generallerinin kullandığı yıldırım savaşı (Blitzkrieg) taktiklerinin ilk örnekleri Polonya’da görülmüştür. Kısa sürede Alman birlikleri Varşova’yı ele geçirmiştir. Ülkenin doğusunu ise Almanlar ile anlaşan Sovyetler ele geçirmiştir.
Almanya Polonya’yı ele geçirdikten sonra askerî güç ve yığınağını batıya kaydırdı. Ancak Müttefik generalleri arasında Almanya’nın saldırıp saldırmayacağı veya Fransa’ya saldırırsa nereden saldıracağı tam olarak kestirilemiyordu. Almanlar ise ikinci bir Marne Bozgunu yaşamamak için deniz kıyısından saldırmayı öngören Schlieffen Planı’nı tekrar kullanmayacaktı. Alman Genelkurmayı Müttefikler’e kendilerinin yenileştirilmiş bir Schlieffen Planı‘nı kullandıklarını düşündürmek için Hollanda’yı da işgal bölgesine kattı. Ancak esas vurucu darbe Ardenler bölgesinden saldıracak zırhlılardı. Nitekim Müttefikler Ardenler bölgesindeki ormanlık alanın herhangi bir zırhlı saldırısını engelleyeceğini veya kısıtlayacağını düşünüyordu. Ancak planlar boşa çıktı. BEF ve Fransız ordusu 20 günde Almanlara yenildi. İngiltere, BEF ve Fransa’ya ait 1.400.000 kadar askeri esir düşmekten Dunkirk Tahliyesi’yle kurtardı. Bunun üzerine zaten bir çıkartmaya sert bir şekilde direnecek olan Birleşik Krallık ana topraklarının güvenliğini sağladı. Kısa bir süre sonra Fransız ordusu teslim oldu ve işbirlikçi Vichy Fransası kuruldu.

Almanya, sırası ile Polonya, Danimarka-Norveç, Fransa cephelerinde galip geldikten sonra Çelik Paktı’ndan askeri bir darbe ile ayrılan Yugoslavya’ya bir cezalandırma saldırısı uyguladı, ardından işgal etti. Daha sonra müttefiki İtalya Krallığı ile savaşta olan Yunanistan’ı işgal etti. Hitler, I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinde Alman sosyalistlerin büyük etkisi olduğunu düşünüyor ve Sovyetler’in ise esas kışkırtıcı olduğunu ima eden hareketlerde ve konuşmalarda bulunuyordu. Başarısız Birahane Darbesi sonrasında cezaevinde iken yazdığı politik görüşlerini öne süren Mein Kampf‘ta açıkça Alman ırkının yaşayabilmesi için “Lebensraum”unu doğuya doğru genişletmesi gerektiğini söylemiştir. Stalin ise pek çok sorunu görmezden gelerek müttefiklerin de kibirli davranışları sonucu Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzalamış ve Nasyonal Sosyalist Almanya ile birlikte Doğu Avrupa’yı işgal etmişti. Ancak Hitler tarafından Kızıl Ordu’nun bazı sorunları Kış Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı.
Viyana Diktası ile Romanya’da faşist bir yönetim kurulmuş olan Bulgaristan ise Yunan Makedonyası ile Dobruca’nın bir kısmı karşılığı Mihver Devletleri safında savaşa girmişti. Finlandiya ise Kış Savaşı ile aksak bir barışa sahip ve kaybettiği toprakları geri almak ister bir durumda idi. Ayrıca Kızıl Ordu’nun agresif hareketleri sürekli sınır ülkelerinde daha radikal hükûmetlere yol açıyordu. Alman Ordusu kısa sürede Doğu Cephesi’ne bütün gücünü yığdı. 1941 yazı sonunda bir savaş ilanı olmaksızın ilk Alman birlikleri Sovyetler’e saldırdı ve dört yıl sürecek olan Doğu Cephesi Savaşları başladı.

Almanya’nın müttefiki İtalya, Libya’da başlarda İngilizlere karşı başarı alıyormuş gibi gözükse de daha sonradan Libya’nın çok önemli mevkilerinden birini kaybetmiş ve başarısızlığa uğramıştı. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı İtalya’ya yardım etme kararı aldı. Esasen Alman Afrika Kolordusu (Afrikakorps) efsanevi komutan Erwin Rommel ile başarılı olsa da sürekli desteklenen İngiliz Ordusu -ki Afrika Kolordusu öncelikli bir cephede değildi, öncelik doğu cephesindeydi- ve Japonya ile imzaladığı anlaşma gereği Almanya’nın, Pearl Harbor baskınından sonra ABD’ye savaş ilan etmiş olmasıyla ve bunun sonucu ABD’nin Vichy Fransası’na saldırmasıyla sıkıştı. Ayrıca İngilizlerin, Almanların Enigma şifreleme sistemini çözmesi ile Afrika’ya göndereceği yardımların güzergâhı ve saati önceden biliniyor ve Kuzey Afrika limanlarına ulaşamadan Akdeniz’de egemen konumdaki İngiliz donanmasınca imha ediliyordu. Belli bir süre sonra ise Tunus üzerinden Sicilya ve Güney İtalya’nın savunmasına atandı. Ancak Müttefikler başarılı Sardinya, Anzio ve Sicilya çıkartmalarından sonra Roma’ya doğru ilerlemeye başlayınca İtalyan Hükûmeti kayıtsız şartsız teslim oldu. Buna rağmen yenilen İtalyan Ordusu’nun artıkları Roma’nın kuzeyinde bazı savunma hatları kurdular. Savaş burada durgun bir şekilde geçti.
Amerika’nın savaşa girmesi güç dengelerini değiştirmişti. Müttefikler İtalya’da savaşı kazanmış, ancak Almanya’ya karşı gerçekçi bir ilerleme kazanmamış hatta durdurulmuştu. Kara Avrupası’na farklı noktalardan saldırılması gerekiyordu. Başlarda yaklaşan Sovyet işgaline karşı Balkanlar’a bir çıkarma düşünüldüyse de daha sonra Fransa’da karar kılınmıştır. 1944 yılı yazında Müttefikler Normandiya Kıyıları’ndan dört sahilden çıkarma yapmış, Caen ve Cherbourg gibi bölgelere ise hava indirme tümenleri ile saldırmışlardı. Kanlı mücadelelerden Sonra Alman Ordusu Müttefik ordusunu Alsas-Loren ve Belçika sınırlarında durdurabildi. Belli başlı Ardennes gibi karşı taarruzlarda bulunabilse de tam anlamıyla bir yenilgi aldı ve Almanya’nın insan ve kaynak gücü tükendi. Müttefikler yavaş yavaş Almanya’yı batıdan işgal etmeye başladı.
Doğu Cephesi’nde dengeler, Almanya’nın İtalya’da ve Fransa’da savaşa girmesi ile değişti. Değişen dengeler sonucunda Sovyetler hızlı bir ilerleyişe başladı. Stalingrad’da esir düşen asker sayısınında fazla olması nedeniyle Alman ordusu güçsüz bir konuma geldi. Sırasıyla Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Finlandiya taraf değiştirdi. Yugoslavya topraklarında ise partizan gruplar belli başlı bölgelerde yönetimi ele geçirdiler. 1945 baharında ise Sovyet birlikleri Polonya’yı ele geçirdi ve Pomeranya’da ilerlemeye başladı. 16 Nisan’da başlayan Berlin Muharebesi 2 Mayıs’ta sonuçlandı. Reichstag’da Sovyet bayrağı dalgalanıyordu.
Coğrafya
Bölgesel değişiklikler
Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerinin ve bunun sonucunda ortaya çıkan Versay Antlaşması’nın bir sonucu olarak Almanya, Alsas Loren, Kuzey Schleswig ve Memel’i kaybetti. Saarland, sakinlerinin daha sonra hangi ülkenin katılacağına referandumla karar vermesi koşuluyla Fransa’nın bir koruyucusu oldu ve Polonya ayrı bir ulus oldu ve Prusya’yı diğerlerinden ayıran Polonya Koridoru’nun oluşturulmasıyla denize erişim verildi. Danzig ise özgür bir şehir yapıldı.[12]
Almanya, 1935’te düzenlenen bir referandumla Saarland’ın kontrolünü geri aldı ve 1938’deki Anschluss‘ta Avusturya’yı ilhak etti.[13] 1938 Münih Anlaşması Almanya’ya Sudetenland’ın kontrolünü verdi ve altı ay sonra Çekoslovakya’nın geri kalanını ele geçirdi. Deniz yoluyla işgal tehdidi altında olan Litvanya, Mart 1939’da Memel bölgesini teslim etti.[14]
1939 ve 1941 yılları arasında Alman kuvvetleri Polonya, Danimarka, Norveç, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika, Yugoslavya, Yunanistan ve Sovyetler Birliği‘ni işgal etti.[15] Almanya Nisan 1941’de Kuzey Yugoslavya’nın bazı bölgelerini ilhak etti,[16][17] Mussolini ise 1943’te Trieste, Güney Tirol ve İstirya’yı Almanya’ya verdi.[18]
İşgal altındaki topraklar

İşgal edilen bölgelerin bir kısmı, Hitler’in uzun vadeli bir Büyük Germen Reich yaratma hedefinin bir parçası olarak Almanya’ya dahil edildi. Alsas-Loren gibi çeşitli alanlar, bitişik bir Gau‘nun (bölgesel bölge) yetkisi altına alındı. Reichskommissariate (Reich Komiserleri), yarı-sömürge rejimler, işgal altındaki bazı ülkelerde kuruldu. Alman idaresi altına alınan alanlar arasında Bohemya ve Moravya Protektorası, Reichskommissariat Ostland (Baltık devletlerini ve Belarus’u kapsayan) ve Reichskommissariat Ukrayna vardı. Belçika ve Fransa’nın işgal edilen bölgeleri, Belçika’nın kontrolü altına alındı.[19] 1919’a kadar Almanya’nın bir parçası olan Eupen-Malmedy ilhak edildi. Polonya’nın bir kısmı Reich’a dahil edildi ve işgal altındaki Polonya’nın merkezinde Genel Hükûmet kuruldu.[20] Danimarka, Norveç (Reichskommissariat Norwegen) ve Hollanda (Reichskommissariat Niederlande) hükûmetleri, büyük ölçüde yerlilerden oluşan sivil yönetimlere verildi.[19] Hitler, sonunda bu alanların çoğunu Reich’a dahil etmeyi amaçladı.[21] Almanya, İtalyan himayesindeki Arnavutluk’u işgal etti ve 1943’te Karadağ’ın İtalyan valiliğini ve 1941’de işgal altındaki Sırbistan’da bir kukla hükûmet kurdu.[22]
Siyaset
İdeoloji

Naziler, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından meydana gelen sosyal ve mali çalkantılar sırasında ortaya çıkan aşırı sağcı faşist bir siyasi partiydi.[23] Parti küçük ve marjinal kaldı, 1928’de federal oyların %2,6’sını aldı.[24] 1930’a gelindiğinde Parti, federal oyların %18,3’ünü alarak onu Reichstag’ın en büyük ikinci siyasi partisi haline getirdi.[25] Hitler 1923’teki başarısız Birahane Darbesi’nden sonra hapishanedeyken, Alman toplumunu ırka dayalı bir topluma dönüştürme planını ortaya koyan Kavgam’ı yazdı.[26] Nazi ideolojisi, antisemitizmin unsurlarını bir araya getirdi, ırk hijyeni ve öjeni ve bunları Alman halkı için daha fazla Lebensraum elde etmek amacıyla Pancermanizm ve bölgesel yayılmacılık ile birleştirdi.[27] Rejim, Polonya’ya ve Sovyetler Birliği‘ne saldırarak bu yeni bölgeyi ele geçirmeye çalıştı ve orada yaşayan, Aryan ırkından daha aşağı olarak görülen ve bir Yahudi–Bolşevik komplosunun parçası olarak görülen Yahudileri ve Slavları sürgüne göndermek veya öldürmek niyetindeydi.[28][29] Nazi rejimi, yalnızca Almanya’nın Bolşevizm güçlerini yenebileceğine ve insanlığı Uluslararası Yahudilerin dünya egemenliğinden kurtarabileceğine inanıyordu.[30] Naziler tarafından hayatı yaşamaya değer olmayan diğer insanlar arasında zihinsel ve fiziksel engelliler, Romanlar, eşcinseller, Yehova’nın Şahitleri ve sosyal uyumsuzlar vardı.[31][32] Ek olarak, Masonlar yoğun bir şekilde izlendi ve zulüm gördü.[33]
Völkisch hareketinden etkilenen rejim, kültürel modernizme karşıydı ve entelektüelizm pahasına geniş bir ordunun gelişimini destekledi.[34][35] Parti, birliği teşvik etmek ve rejimin popülaritesini desteklemek için Kan Bayrağı gibi semboller ve Nazi Partisi mitingleri gibi ritüeller kullandı.[36]
Devlet
Hitler, tüm astların mutlak itaatini gerektiren Führerprinzip‘i (“lider ilkesi”) öne sürerek Almanya’yı otokratik bir şekilde yönetti. Hükûmet yapısını, kendisini yanılmaz lider olarak zirvede olan bir piramit olarak gördü. Parti sıralaması seçimlerle belirlenmedi ve pozisyonlar daha yüksek rütbelilerin atanmasıyla dolduruldu.[37] Parti, Hitler etrafında bir kişilik kültü geliştirmek için propagandayı kullandı.[38] Kershaw gibi tarihçiler, Hitler’in bir hatip olarak becerisinin psikolojik etkisini vurgular.[39] Roger Gill şöyle diyor: “Hareketli konuşmaları çok sayıda Alman insanının zihnini ve kalbini ele geçirdi: dinleyicilerini adeta hipnotize etti”.[40]

Üst düzey yetkililer Hitler’e rapor verirken ve onun politikalarını uygularken, önemli ölçüde özerkliğe sahiptiler.[41] Yetkililerin “Führer için çalışmasını” – günlük karar alma süreçlerine karışmadan, parti hedefleri ve Hitler’in istekleri doğrultusunda politikaları ve eylemleri teşvik etmede inisiyatif almalarını bekliyordu.[42] Hükûmet, iktidarı toplamak ve Führer’in beğenisini kazanmak için mücadele eden parti seçkinleri tarafından yönetilen dağınık bir hizipler topluluğuydu.[43] Hitler’in liderlik tarzı, astlarına çelişkili emirler vermek ve onları görev ve sorumluluklarının örtüştüğü pozisyonlara yerleştirmekti.[44] Bu şekilde, kendi gücünü pekiştirmek ve maksimize etmek için astları arasında güvensizliği, rekabeti ve iç çatışmayı besledi.[45]
1933 ve 1935 yılları arasında birbirini izleyen Reichsstatthalter kararnameleri, Almanya’nın mevcut Länderlarını (kurucu devletler) kaldırdı ve onların yerine Nazi liderleri (Gauleiters) tarafından yönetilen yeni idari bölümler olan Gaue‘yi getirdi.[46] Länder, eğitim gibi bazı devlet daireleri için hala idari bölümler olarak kullanıldığından, değişiklik hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı. Bu, Nazi rejiminin idari tarzına özgü, birbiriyle örtüşen yargı yetkileri ve sorumluluklardan oluşan bürokratik bir karışıklığa yol açtı.[47]
Yahudi memurlar, I. Dünya Savaşı’nda askerlik hizmeti görmüş olanlar hariç, 1933’te işlerini kaybettiler. Yerlerine Parti üyesi veya parti yandaşları atandı.[48] Gleichschaltung sürecinin bir parçası olarak, 1935 tarihli Reich Yerel Yönetim Yasası yerel seçimleri kaldırdı ve belediye başkanları İçişleri Bakanlığı tarafından atandı.[49]
Hukuk
Ağustos 1934’te, memurlar ve ordu mensupları, Hitler’e koşulsuz itaat yemini etmek zorunda kaldılar. Bu yasalar, Hitler’in sözünün mevcut tüm yasaları geçersiz kıldığı kavramı olan Führerprinzip’in temeli oldu.[50] Hitler tarafından onaylanan herhangi bir eylem, hatta cinayet bile böylece yasal hale geldi.[51] Kabine bakanları tarafından önerilen tüm yasaların, üst düzey kamu hizmeti atamalarını veto edebilecek olan Führer Yardımcısı Rudolf Hess’in ofisi tarafından onaylanması gerekiyordu.[52]

Weimar Cumhuriyeti’nin yargı sisteminin ve yasal kodlarının çoğu, siyasi olmayan suçlarla başa çıkmak için yerinde kaldı.[53] Mahkemeler, Nazilerin iktidara gelmesinden öncekinden çok daha fazla ölüm cezası verdi ve infaz etti. Üç veya daha fazla suçtan (küçük olanlar bile olsa) hüküm giymiş kişiler, mutad suçlu olarak kabul edilebilir ve süresiz olarak hapse atılabilir.[54] Fahişeler ve yankesiciler gibi insanlar, doğası gereği suçlu ve toplum için bir tehdit olarak değerlendirildi. Binlerce kişi tutuklandı ve yargılanmadan süresiz olarak hapsedildi.[55]

Yeni bir mahkeme türü olan Volksgerichtshof (“Halk Mahkemesi”) 1934’te siyasi davalarla ilgilenmek üzere kuruldu.[56] Bu mahkeme 1945’te feshedilene kadar 5.000’den fazla ölüm cezası verdi.[57] Üç veya daha fazla suçtan (küçük olanlar bile olsa) hüküm giymiş kişiler, mutad suçlu olarak kabul edilebilir ve süresiz olarak hapse atılabilir.[58] Gestapo, siyasi suçluları, Yahudileri ve istenmeyen diğer kişileri tespit edip sınırladıkları için Nazi ideolojisini uygulamak için araştırmacı polislikten sorumluydu.[59] Hapishaneden serbest bırakılan siyasi suçlular genellikle Gestapo tarafından hemen yeniden tutuklandı ve bir toplama kampına kapatıldı.[60]
Naziler, ırkçı yasalara duyulan ihtiyacı haklı çıkarmak için Rassenschande (“ırk kirletme”) kavramını yaymak için propagandayı kullandılar.[61] Eylül 1935’te Nürnberg Kanunları çıkarıldı. Bu yasalar başlangıçta Aryanlar ve Yahudiler arasındaki cinsel ilişkileri ve evlilikleri yasakladı ve daha sonra “Çingeneleri, Siyahileri veya onların çocuklarını” kapsayacak şekilde genişletildi.[62] Yasa ayrıca 45 yaşın altındaki Alman kadınların Yahudi hanelerinde hizmetçi olarak çalıştırılmasını da yasakladı.[63] Reich Vatandaşlık Yasası, yalnızca “Alman veya ilgili kandan” olanların vatandaş olabileceğini belirtti.[64] Böylece Yahudiler ve diğer Aryan olmayanlar Alman vatandaşlıklarından çıkarıldı. Yasa ayrıca Nazilerin rejimi yeterince desteklemeyen herkesi vatandaşlıktan çıkarmalarına izin verdi. Kasım ayında yayınlanan ek bir kararname, üç Yahudi büyükanne ve büyükbabası veya Yahudi inancına uyulması durumunda iki büyükanne ve büyükbabası olan herkes Yahudi olarak tanımlandı.[65]
Üçüncü Reich’ta uygulamalar





1930’ların Almanyası’nda Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin kitle desteği kazanmasının önemli sebeplerinden birisi, geniş çaplı sosyal refah programlarıydı. Nasyonal sosyalist rejim, toplumdaki birlik-beraberlik duygusunu beslemek için Alman işçi sınıfına festival, tatil, gezi, sinema gibi imkânlar sunuyor, NSDAP Gençlik Kolları tarafından büyük şenlikler düzenleniyordu.
Rejimin diğer bir ilgi çekici özelliğiyse mimari projeleriydi. 1933-1936 yılları arasındaki otoban seferberliği, sadece ülkenin değil, dünyanın ilk ulusal karayolu sistemini kurdu. Almanya bu yıllarda inşaat, otomobil üretimi ve işsizlikle mücadele gibi konularda Amerika Birleşik Devletleri’ni geride bırakmıştı.
Sigara karşıtı kampanyayı başlatanlar da nasyonal sosyalistlerdi. Alman bilim insanları sigaranın kansere yol açtığını kanıtlamışlardı. Ancak Almanların sigaranın tehlikeleri konusundaki başarılı araştırmaları savaşın gölgesinde kalıp unutuldu. Tütünün insan sağlığına verdiği zarar, 1950’li yıllarda Amerikalı ve İngiliz bilim insanları tarafından yeniden keşfedildi ve 1960’larda tüm dünyada bu konuda bir konsensüse ulaşıldı. Asbestin insan sağlığına zararlarını ortaya koyanlar da Alman doktorlardı. Su kaynaklarının temizlenmesi, fabrikaların içme suyu kaynaklarından uzaklaştırılması, kadınların göğüs kanseri riskine karşı tedavi görmesi gibi bugünün meseleleri daha o zamanlar nasyonal sosyalistler tarafından uygulanan genel halk sağlığı kampanyasının parçalarıydı. Ayrıca, uzay çalışmalarının temelini atanların arasında başta Wernher von Braun olmak üzere Almanya’dan ABD’ye kaçan bilim insanlarıydı.[66]
Nasyonal sosyalistlere verilen desteğin önemli sebeplerinden biri de ekonomiydi. Her millet gibi Almanlar da ekonomik güvenliklerine öncelik veriyordu ve nasyonal sosyalistler o dönemde tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz ve işsizliği cepheden karşılamıştı. Devlet eliyle yapılan yatırımlarla, yüzde 30’a vurmuş işsizliği kesin bir şekilde düşürmeyi başarmışlardı. Nasyonal Sosyalist Almanya’da Merkez Bankası Başkanlığı ve Maliye Bakanlığı gibi görevlerde bulunmuş olan kamu maliyecisi Hjalmar Schacht, ülkede yıllardır hüküm süren enflasyonu kısa sürede bitirmiş ve devlet girişimciliği çerçevesinde bir sanayileşme planı hazırlamıştı. Bu sanayileşmenin temelini silah fabrikaları oluşturuyordu.
Seferberlik ruhunun bir başka ürünü olan “Reich İşgücü Hizmeti” (Reichsarbeitsdienst) programı da ülkeyi bir otoban ağının sarmasında, yeraltı sığınakları ve hastaneler inşa edilmesinde, Almanya’nın bütün Avrupa’nın en zengin ülkesi olmasında büyük rol oynamıştı.[67]
Nasyonal sosyalistler kendilerine özgü mimari bir tarz yaratma yoluna gitmişlerdi. Özellikle de Hitler, mimarlık gibi büyük bir sanat dalını, yakın adamlarından mimar Albert Speer aracılığıyla, kişisel rehberliği altına almıştı. Üçüncü Reich’ta mimari, Antik Roma mimarisine göre neo-klasik tarzda biçimlendirildi. Speer, Almanya’ya özgü bir tarz oluşturmak için çeşitli Roma binalarını gözden geçirdi ve bunlardan aldığı ilhamla Nürnberg’deki devasa miting alanlarıyla Berlin’deki İmparatorluk Merkez Binası’nı inşa etti. Bütün bunları, tasarlanana ancak hiçbir zaman inşa edilemeyen, Roma’daki Pantheon’un devasa bir versiyonu (Volkshalle) izleyecekti. Volkshalle yapılsaydı, nasyonal sosyalizmin yarı dinî merkezi olacak ve “Welthauptstadt” (Dünya başkenti) adını alacak Berlin’in sembolü haline gelecekti. Ayrıca Paris’teki Zafer Takı’ndan defalarca büyük bir yapı da planlanıyordu. Almanya için düşünülen çok sayıda yapı, büyüklükleri nedeniyle hayata geçirilemedi. Bu projeler için ayrılması planlanan kaynaklar savaş yıllarında kullanıldı.[68][69][70]


Üçüncü Reich’ta verilen ulusal eğitim-öğretim, gençliğin fiziksel eğitimini de kapsıyordu. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin alt gençlik kuruluşları, resmî devlet okullarına alternatif sunuyordu. Devlet okullarında zorunlu eğitim gören genç Alman erkekleri ve Alman kızları, katıldıkları gençlik kuruluşlarında —Hitler Gençliği ve Alman Kız Birliği— vakit geçirebiliyor, arkadaş edinebiliyor ve sportif faaliyetlere katılıyorlardı, bu gençlik kuruluşları partiye bağlıydı. Verilen ikincil eğitimin amacı, gençliği ahlaksal ve fiziksel olarak sağlam yetiştirmekti. Okullardaki eğitim müfredatında ise tarihin başta olduğu kültür derslerine çok önem veriliyordu. Üçüncü Reich’ta sanat ideolojik bir bakış açısıyla devletin kontrolü altına alındı. Bu dönemde Alman edebiyatı Yahudi etkisinden arındırılmak için baskı altına alınmıştı ve Alman edebiyatçılarının çalışmaları ön plana çıkarılmaya çalışılıyordu. Yahudi yazarların ve nasyonal sosyalizme aykırı eserler çıkarmış edebiyatçıların kitapları meydanlarda yakılıyor, yayımlanmaları yasaklanıyordu. Eğer bir kimse edebiyat, sanat, radyo, film, müzik ya da gazete yoluyla bir şeyler üretecekse, Reich Ticaret Odası’na üye olmak zorundaydı.[71]
Üçüncü Reich’ta 1 Mayıs İşçi Bayramı “Ulusal Emek Günü” (Tag der nationalen Arbeit) ismiyle kutlanıyordu. Nasyonal sosyalistler, komünist çizgideki uluslararası işçi bayramını Alman halkı için uygun bir tarzda şekillendirerek Almanya’nın ulusal bayramı haline getirdiler. İşçi bayramına nasyonal sosyalist bir yorum getirilen yeni kutlamalar, Alman işçi sınıfının coşkulu kutlamalarıyla büyük bir şenlik havasında geçiyordu. 1 Mayıs işçi bayramı 1934 yılından itibaren “Alman Halkının Ulusal Günü” (Nationalfeiertag des Deutschen Volkes) ismiyle kutlanmaya başlandı.[72]
Üçüncü Reich’ın sosyal politikalarından bir tanesi, her Alman ailenin rahat bir yaşam sürmesi için gereken olanakların sunulmasıydı. Bu politikalar arasında, her Alman ailenin ulaşımlarını kolayca sağlamaları için otomobil sahibi olması planı da vardı. Volkswagen‘ın öyküsü, 1937 yılında nasyonal Sosyalist Almanya’da Adolf Hitler’in tüm Alman halkını otomobil sahibi yapmak için üretilmesini emrettiği yeni bir otomobil markası projesinin hayata geçmesi ile başlar. Alman halkı için üretilen bu yeni ve kullanışlı otomobillere Volkswagen, yani “Halk Arabası” ismi verilir. Nasyonal Sosyalist Almanya’da halk için üretilen Volkswagen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyaya ihraç edilen meşhur bir otomobil markası olmuştur.
Silahlı kuvvetler



Reichswehr, Hitler’e göre bir utanç kaynağıydı. Çünkü Reichswehr zorunlu askere alma işlemi gerçekleştiremiyor, kurmay subay yetiştiremiyor veya İtilaf Devletleri‘nin sahip olduğu ağır silahlardan daha ağır bir silah üretemiyordu. Ülkenin asker sayısı jandarma kuvvetleri de dahil olmak üzere 100.000 ile sınırlı tutulmuştu.[73] Hitler öncelikle gelecek vadeden subayları gizlice yurtdışına Kurmay Eğitimi için yolladı. Ardından 1936 yılında Rhein havzasının silahlandırılması ile Versay Antlaşması’nı reddettiğini açıkladı. Hemen ardından ordunun ismini Reichswehr’den Wehrmacht‘a çevirdi. Wehrmacht’a hızlı bir sanayi altyapısı sağladı. Wehrmacht’ın araç ihtiyacını Krupp ve Porsche ikilisi karşılarken top gibi ağır silahlar için Rheinmetal’i kullandı. IG Farben tıbbi ve lojistik ihtiyaçları karşılarken, Siemens gibi firmalarda yeni gelişmekte olan elektronik/radar/haberleşme gibi ihtiyaçlara karşılık verdiler. Üç yıl gibi kısa bir sürede Wehrmacht Panzer, Mekanize Piyade, Motorize Piyade tümenlerine sahip oldu. Eski topları ve anti-tank silahlarını PAK serisi ile yenilemeye girişti.
Hitler, Wehrmacht dışında SS‘i kurarak Wehrmacht’a paralel bir parti ordusu oluşturdu. SS ‘in başında ise Nazi Partisi ileri gelenlerinden Heinrich Himmler vardı.
Hitler ve kurmaylarına göre deniz kuvvetleri olası bir savaşta Müttefik kuvvetler ile başa baş mücadele edebilecek bir kapasiteye gelemeyecekti. Esas amacı düşmanı oyalamak ve kaynaklarının ulaşımını engelleyecek bir donanma kurmak istedi bunun için de Plan Z’yi yürürlüğe koydu.Böylece yeni deniz kuvvetlerinin belkemiği ağır ve hafif kruvazörler ile denizaltılar üzerine kuruldu. Buna rağmen Plan Z, iki adet zırhlı kruvazör içermekte ve Ferdinand von Zeppelin gibi bir uçak gemisi yapılmasını da öngörmekteydi.[74]
Versay Antlaşması Almanya’nın hava kuvvetleri bulundurmasını yasaklamakta idi. Ancak anlaşma Hitler tarafından reddedilince kurmaylarının da tavsiyesi ile Luftwaffe‘yi kurdu ve güçlendirmeye başladı. Öncelikle kara kuvvetlerinden büyük bir subay transferi gerçekleştirdi. Ardından bazılarına nasyonal sosyalistlerin de öncelik ettiği Junkers, Heinkel, Messerschmitt Focke-Wulf gibi firmalardan hava kuvvetleri için planlar çizmesini ve uçaklar üretmesini istedi. Luftwaffe aynı deniz ve kara kuvvetlerinde olduğu gibi dakik savaşabilecek şekilde tasarlanmıştı. Bunun için Junkers Ju 87 gibi pike bombardıman uçağı ve yakın muharebe araçlarının üretimine öncelik verdi.[75]
Ekonomi


Nasyonal Sosyalist Almanya’nın para birimi, Weimar Cumhuriyeti döneminde de kullanılmış olan Reichsmark idi. Alman ekonomisi, Hitler tarafından görevlendirilen ekonomi bakanı (Aynı zamanda Reichsbank’ın başkanı) Hjalmar Schacht ve Hermann Göring‘in bazı özel programları ile oldukça hızlı bir şekilde denge altına alındı. Büyük Buhran‘da çok fazla olan işsizlik, %0’lara çekildi. Ayrıca Fransa, Belçika ve Danimarka’dan sayıları milyonları geçen işçiler ülke içinde istihdam edildi. Hitler büyük patronlara gerektiğinde döviz ve ucuz ham madde sağlıyor, buna karşılık onların politik desteğini alıyordu. Savaş başladıktan sonra esirleri de iş gücü olarak yine belli başlı patronlara verdi. Almanya’nın oldukça büyük petrol ve metal açığı vardı. Demir ihtiyacını İsveç ve Norveç’ten, kromu Sovyet Rusya ve Türkiye’den, petrolü ise genellikle Romanya ve Bavyera‘dan karşılıyordu. Savaşın sonlarına doğru Romanya’nın düşmesi, Türkiye ve İsveç’in ambargosu ve Norveç ile ticaretin İngiltere Filosu tarafından kesilmesi nedeniyle büyük ham madde sıkıntıları yaşanmıştır. Hitler’in 19 Mart 1945 yılındaki talebi üzerine batıda bulunan sanayi kuruluşlarında sadece üretim kısıtlayıcı önlemler alınırken Sovyetler’e geçebilecek olan sanayi kuruluşları toptan imha edilmesi üzerine Albert Speer’e emrini iletmiştir. Albert Speer ise, Hitler’in bu taleplerini gerçekleştirmemiştir. Speer, yayımladığı bir emirle birlikte bu yıkımı engellemiştir. Nazilerin iktidara geçişinden (1933) II. Dünya Savaşı‘nın başlangıç yılına (1939) kadar Almanya’da haftalık kazançlar reel olarak %19 arttı.[76] Naziler, Büyük Buhran‘ın ortasında iktidara geldi. O dönemde işsizlik oranı %30’a yakındı.[77] 1938’de Almanya’da işsizlik ortadan kalktı.[78] 1933 yılında 56 olan sanayi üretimi, 1938 yılında 144’e çıktı.[79] Hitler liderliğindeki Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılından itibaren Almanya ekonomisi üzerindeki gelişmeler ve Hitler’in izlediği ekonomi politikaları günümüzde dahi olağanüstü başarı olarak değerlendirilmektedir.[80]
Kültür
Rejim, ulusal bir Alman etnik topluluğu olan Volksgemeinschaft kavramını destekledi. Amaç, ırksal saflığa ve Marksizme karşı savaş, fetih ve mücadeleye hazırlanma ihtiyacına dayalı sınıfsız bir toplum inşa etmekti.[81][82] Alman İşçi Cephesi 1933’te Kraft durch Freude (KdF; Neşeyle Güç) örgütünü kurdu. On binlerce özel eğlence kulübünün kontrolünü ele geçirmenin yanı sıra, son derece düzenli tatiller ve eğlenceler sundu.[83][84]
Reichskulturkammer (Reich Kültür Odası) Eylül 1933’te Propaganda Bakanlığı’nın denetimi altında örgütlendi. Film, radyo, gazete, güzel sanatlar, müzik, tiyatro ve edebiyat gibi kültürel yaşamın unsurlarını denetlemek üzere alt odalar kuruldu. Bu meslek mensuplarının kendi organizasyonlarına katılmaları istendi. Yahudilerin ve siyasi olarak güvenilmez olduğu düşünülen insanların sanatta çalışmaları engellendi ve birçoğu göç etti. Kitaplar ve senaryolar yayınlanmadan önce Propaganda Bakanlığı tarafından onaylanmak zorundaydı. Rejim, kültürel kaynakları yalnızca propaganda aracı olarak kullanmaya çalıştığı için standartlar kötüleşti.[85]

1930’larda radyo Almanya’da popüler oldu; 1939’a kadar hanelerin yüzde 70’inden fazlası, diğer tüm ülkelerden daha fazla alıcıya sahipti. Temmuz 1933’e kadar, radyo istasyonu kurmayları solculardan ve istenmeyen kişilerden temizlendi.[86] Propaganda ve konuşmalar, iktidarın ele geçirilmesinden hemen sonra tipik radyo sesleriydi, ancak zaman geçtikçe Goebbels, dinleyicilerin eğlence için yabancı yayıncılara yönelmemesi için daha fazla müzik çalınmasında ısrar etti.[87]
Sansür
Gazeteler, diğer medya organları gibi devlet tarafından kontrol ediliyordu; Reich Basın Odası gazeteleri ve yayınevlerini kapattı veya satın aldı. 1939’da gazete ve dergilerin üçte ikisinden fazlası doğrudan Propaganda Bakanlığı’na aitti.[88] Nazi Partisi’nin günlük gazetesi Völkischer Beobachter (“Etnik Gözlemci”), Nordik üstünlüğünü savunan ırk teorilerinin yer aldığı Yirminci Yüzyıl Efsanesi kitabını da yazan Rosenberg tarafından düzenlendi.[89] Goebbels, telsiz hizmetlerini kontrol etti ve Almanya’daki tüm gazetelerin yalnızca rejim lehine içerik yayınlamasında ısrar etti. Goebbels’e göre Propaganda Bakanlığı her hafta tam olarak hangi haberlerin yayınlanması gerektiği ve hangi açılardan yararlanılacağı konusunda iki düzine direktif yayınladı; tipik gazete, özellikle neleri atlayacağına ilişkin yönergeleri yakından takip etti.[90] Gazete okuru, kısmen içeriğin kalitesinin düşmesi ve kısmen de radyonun popülaritesinin artması nedeniyle düştü.[91] Savaşın sonlarına doğru insanlar resmi kanalların dışında bilgi edinebildikleri için propaganda daha az etkili oldu.[92]

Kitap yazarları sürüler halinde ülkeyi terk etti ve bazıları sürgündeyken rejimi eleştiren materyaller yazdı. Goebbels, geri kalan yazarların Germen mitleri ve kan ve toprak kavramına ilişkin kitaplara odaklanmasını tavsiye etti. 1933’ün sonunda, çoğu Yahudi yazarlara ait veya Yahudi karakterleri içeren binden fazla kitap Nazi rejimi tarafından yasaklanmıştı.[93] Nazi kitap yakmaları gerçekleşti; 10 Mayıs 1933 gecesi bu türden on dokuz etkinlik düzenlendi. Albert Einstein, Sigmund Freud, Helen Keller, Alfred Kerr, Marcel Proust, Erich Maria Remarque, Upton Sinclair, Jakob Wassermann, HG Wells ve Émile Zola alenen yakıldı. Liberal, demokratik değerleri benimseyen pasifist eserler ve literatürün yanı sıra Weimar Cumhuriyeti’ni destekleyen veya Yahudi yazarlar tarafından yazılan yazılar da yok edilmek üzere hedef alındı.[94]
Mimarlık ve sanat
Hitler mimariye kişisel bir ilgi duydu ve devlet mimarları Paul Troost ve Albert Speer ile Roma mimarisine dayalı neoklasik tarzda kamu binaları yaratmak için yakın çalıştı.[95][96] Speer, Nürnberg’deki Nazi partisi miting alanları ve Berlin’deki yeni bir Reich Şansölyesi binası gibi heybetli yapılar inşa etti.[97] Hitler’in Berlin’i yeniden inşa etme planları arasında Roma’daki Pantheon’a dayanan devasa bir kubbe ve Paris’teki Arc de Triomphe‘nin iki katından daha yüksek bir zafer takı vardı. Fakat hiçbir yapı inşa edilmedi.[98]

Hitler’in soyut, Dadaist, dışavurumcu ve modern sanatın çökmekte olduğuna dair inancı politikanın temeli oldu.[99] Birçok sanat müzesi yöneticisi 1933’te görevlerini kaybetti ve yerlerine parti üyeleri getirildi.[100] Yaklaşık 6.500 modern sanat eseri müzelerden kaldırıldı ve Nazi jürisi tarafından seçilen eserlerle değiştirildi.[101] Reddedilen eserlerin “Sanatta Çöküş” gibi başlıklar altında sergileri 1935’e kadar on altı farklı şehirde açıldı. Goebbels tarafından düzenlenen Dejenere Sanat Sergisi Temmuz-Kasım 1937 arasında Münih’te gerçekleşti.[102]
Besteci Richard Strauss, Kasım 1933’te kurulduğunda Reichsmusikkammer‘ın (Reich Müzik Odası) başkanlığına atandı.[103] Diğer sanat türlerinde olduğu gibi, Naziler, ırksal olarak kabul edilemez görülen ve çoğunlukla müziği onaylamayan müzisyenleri dışladı.[104] Caz özellikle uygunsuz görüldü ve yabancı caz müzisyenleri ülkeyi terk etti veya sınır dışı edildi.[105] Hitler, Richard Wagner‘in müziğini, özellikle Germen mitlerine ve kahramanlık hikâyelerine dayanan parçaları tercih etti ve 1933’ten 1942’ye kadar her yıl Bayreuth Festivali’ne katıldı.[106]
Nüfus

1939’daki nüfus sayımına göre, Nazi Almanyası topraklarında, Reich İşçi Servisi (RAD) ve ordu çalışanları da dahil olmak üzere 79.375.281 kişi yaşıyordu; 38.761.645 (%48,83) erkek ve 40.613.636 (%51,17) kadın. Bunlardan 24.187.422’si (%30,47) büyük şehirlerde, 29.875.968’i (%37,64) 2.000 ila 100.000’den az nüfusa sahip belediyelerde ve 25.311.877’si (%31,89) 2.000’den az nüfuslu belediyelerde yaşıyordu. Çok sayıda eyaleti ile Prusya’nın eski toprakları, açık ara en büyük nüfus alanını (40.941.155 kişi veya %51,58) oluşturuyordu. O zamanlar zaten Nazi Almanyası’na “bağlı” olan Avusturya, 6.881.457 kişiyi (%8,67) oluşturuyordu.
Bakanlıklar
Nasyonal Sosyalist Almanya’da 16 bakanlık bulunmaktaydı. Bunlardan 10 tanesi 1933’ten önce de vardı. 6 tanesi ise 1933’te kuruldu.
- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı — Reichsarbeitsministerium
- Beslenme ve Tarım Bakanlığı — Reichsministerium für Ernährung und Landwirtschaft
- Maliye Bakanlığı — Reichsfinanzministerium
- Adalet Bakanlığı — Reichsjustizministerium
- Posta Bakanlığı — Reichspostministerium
- Ulaştırma Bakanlığı — Reichsverkehrsministerium
- Ekonomi Bakanlığı — Reichswirtschaftsministerium
- Dışişleri Bakanlığı — Reichsministerium des Auswärtigen
- İçişleri Bakanlığı — Reichsministerium des Innern
- Savaş Bakanlığı (daha önce Millî Savunma Bakanlığı, “Reichswehrministerium”) — Reichskriegsministerium
1933’te kurulan yeni bakanlıklar:
- Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı — Reichsministerium für Volksaufklärung und Propaganda
- Sivil Havacılık Bakanlığı — Reichsluftfahrtministerium
- Bilim, Eğitim ve Kültür Bakanlığı — Reichsministerium für Wissenschaft, Erziehung und Volksbildung
- Kilise İşleri Bakanlığı — Reichsministerium für die kirchlichen Angelegenheiten
- Doğu Toprakları İşgal Bakanlığı — Reichsministerium für die besetzten Ostgebiete
- Silahlanma ve Mühimmat Bakanlığı (Ekim 1942’de Silahlanma ve Savaş Üretimi Bakanlığı) — Reichsministerium für Bewaffnung und Munition
Sınırların genişlemesi
-
1933
-
1935
-
1938
-
1939
-
1943
![]() |
Ayrıca bakınız
- Nasyonal sosyalizm
- Wehrmacht
- Waffen-SS
- Sturmabteilung
- Hitler Gençliği
- Nazilerin iktidara yükselişi
- Alman tekrar silahlanması
- II. Dünya Savaşı
- Mihver Devletleri
- Antisemitizm
- Holokost
- Generalplan Ost
- Nazilerin Sovyet savaş esirlerine karşı işledikleri suçlar
- Nazi Almanyası’nda tütün karşıtı hareket
- Nazi Almanyası’nda hayvan refahı
- Nazi Almanyası’nda tatiller
Notlar
- ^ 12 Temmuz 1933’te, İçişleri Bakanı Reichsinnenminister Wilhelm Frick, “Horst-Wessel-Lied”in, daha çok “Deutschland Über Alles” olarak bilinen “Das Lied der Deutschen“ın hemen ardından çalınmasını emretti. Tümmler 2010, s. 63.
- ^ Resmî olarak 1933’ten 1943’e kadar Deutsches Reich (Alman İmparatorluğu) ve 1943’ten 1945’e kadar Großdeutsches Reich (Büyük Alman İmparatorluğu) ismi kullanıldı.
- ^ 1900’den önce doğan erkeklere Birinci Dünya Savaşı’nda ölenler dahil edilmemiştir.
- 1938 – SSCB‘de olağanüstü mahkemede ölüm cezasına çarptırılan, aralarında Ekim Devrimi‘nin önderlerinden Nikolay Buharin‘in de bulunduğu 18 kişinin cezaları infaz edildi.
Nikolay Buharin Никола́й Буха́рин |
|
---|---|
![]() |
|
13., 14., 15. Politbüro tam üyesi | |
Görev süresi 2 Haziran 1924 – 17 Kasım 1929 |
|
8., 9., 10., 11., 12. Politbüro yedek üyesi | |
Görev süresi 8 Mart 1919 – 2 Haziran 1924 |
|
Kişisel bilgiler | |
Doğum | Никола́й Ива́нович Буха́рин Nikolay İvanoviç Buharin 09 Ekim 1888 Moskova, Rus İmparatorluğu |
Ölüm | 15 Mart 1938 (49 yaşında) Moskova, Rusya SFSC, SSCB |
Partisi | RSDİP → SBKP |
Evlilik(ler) | Anna Larina |
Çocuk(lar) | Svetlana, Yuri Larin |
Bitirdiği okul | Moskova Üniversitesi |
Nikolay İvanoviç Buharin (Rusça: Николай Иванович Бухарин; 9 Ekim 1888 – 15 Mart 1938), Bolşevik devrimci ve entelektüel, Sovyet siyasetçi.
Gençlik yılları
Buharin Moskova‘da ilkokul öğretmeni olan anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Politika hayatı, on altı yaşındayken yakın dostu İlya Ehrenburg ile birlikte, 1905 yılının Rus Devrimi‘ne bağlı Moskova Üniversitesi öğrenci hareketlerine katılarak başladı.
1906 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi‘nin Bolşevik kanadına katıldı. Grigori Sokolnikov ile birlikte, Komsomol‘un kuruluşu olarak düşünülen 1907 Moskova Gençlik Konferansı’nı bir araya getirdi.
Yirmi yaşına gelene kadar, partinin Moskova komitesinin üyesi oldu. Komite, Çar yanlısı gizli polis teşkilatı Okhranka tarafından ağırlıklı olarak izleniyordu. Komite liderleri arasında yer aldığı için Buharin kısa zamanda gizli polisin ilgisini çekmeye başladı. Bu arada N. Osinskii ve Vladimir Mikhailovich Smirnov ile yakın arkadaşlık kurdu ve Nikolai Lukin‘in kız kardeşi olan gelecekteki eşi Nadezhda Mikhailovna Lukina ile tanıştı. Sürgünden hemen sonra evlendiler.
Sürgün dönemi
Buharin, 1911 yılında kısa bir hapis döneminden sonra, Arhangelsk‘in Onega kasabasına sürüldü ama daha sonra Hannover‘de ortaya çıktı. Sürgünde eğitimine devam etti ve önemli Bolşevik kuramcılarından biri olmayı başardı. Leninist fikirlerden sapan Alexander Bogdanov gibi Marksist olmayan ekonomik kuramcıların eserlerine yönelik ilgisi çoğaldı.
Buharin sürgündeyken çeşitli kitaplar yazdı, Lev Troçki ve Aleksandra Kollontay ile beraber Novy Mir (Yeni Dünya) gazetesinin editörlüğünü üstlendi. I. Dünya Savaşı‘nda emperyalizm üzerine kısa bir kitap yazdı. Lenin, sonraki yıllarda fikirlerinin yer aldığı Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı daha kapsamlı ve popüler eserinin bazı bölümlerini buradan esinledi.
Parti içinde yükselişi
Buharin Rusya’ya geri döndüğünde, Moskova’da bulunan en önemli Bolşeviklerden biri oldu ve Merkez Komite‘ye seçildi. Devrimden sonra Pravda‘nın editörü oldu. Sol Komünistler‘in Brest-Litovsk Antlaşması‘na karşı hareketinin öncülüğünü üstlendi, Bolşeviklerin savaş çabalarına devam etmesini ve bunu dünya çapında proleter devrime taşımayı savundu. 1921 yılında pozisyonunu değiştirdi, Lenin’in poliçelerini kabul etti ve Yeni Ekonomi Politikası (YEP)’in geliştirilmesini destekledi. Bazı kişiler, Buharin’in pozisyon değiştirmesinin, Lenin’in vasiyetinde Buharin’in Marksizm ve diyalektiği tamamen kavrayamadığını belirtmesinde haklı olduğunun bir göstergesi olarak algılıyor. Lenin’in ölümünden sonra, Buharin 1924 yılında Politbüro‘nun tam üyesi ve 1926 yılında Komünist Enternasyonal (Komintern)’in başkanı oldu.
1925’te Pionerskaya Pravda adlı çocuk gazetesinin kuruluşunda yer alarak gazetenin ilk editörü oldu. Pionerskaya Pravda, Komsomol Merkez Komitesi tarafından çocuk örgütü Pioner için çıkarılan bir yayın organıydı. Buharin bu gazetede çocuklar için pek çok makale yazdı.
Stalinizme katkıları
1926 yılından sonra Buharin, Komünist Parti’nin sağ kanadının lideri sayıldığı dönemde, partinin Stalin tarafından idare edilen ve yönetiminde olan merkezi kanadının müttefiği oldu. 1924 yılında Stalin tarafından öne sürülen ve sosyalizmin az gelişmiş olmasına rağmen Rusya gibi tek bir ülkede geliştirilebileceğini savunan Tek Ülkede Sosyalizm tezinin detaylarını Buharin hazırlamıştır. Bu teoriye göre devrimi kapitalist ülkelerde teşvik etmenin bir önemi kalmamıştır çünkü Rusya tek başına sosyalizmi elde edebilir ve etmelidir. Bu tez Stalinizme damgasını vuracaktır.
Uluslararası Komünist Muhalefeti’nin kuruluşu
Buharin 1928 yılında Stalin’in tarımı kamulaştırma önerisine karşı çıktı ama baskılar nedeniyle fikrinden vazgeçti. Bu sebeple, Nisan 1929’da Komintern‘den, aynı yılın Kasım ayında Politbüro‘dan atıldı. Buharin’in ABD Komünist Partisi‘nden Jay Lovestone gibi uluslararası destekçileri de Komintern’den atıldı. Görüşlerini savunmak için Uluslararası Komünist Muhalefeti‘ni kurdular. Sovyetler Birliği’nde bulunan Troçkist Sol Muhalefet, Buharin ve onu destekleyenlere Sağ Muhalefet adını verdi.
Yargılanması ve idamı
Buharin, Stalin tarafından temize çıkarıldı ve 1934 yılında İzvestiya‘nın editörlüğüne atandı ama 1937 yılında Sovyet devletini devirmeye çalışmak suçuyla tekrar tutuklandı. Mart 1938’de yargılandı ve NKVD tarafından Moskova’da, 15 Mart 1938 tarihinde kurşuna dizilerek idam edildi.
Buharin, 1988 yılında Sovyet devletinin Mihail Gorbaçov yönetiminde temize çıkarıldı.
Eserleri
Makale serilerinden |
Marksizm |
---|
![]() |
- Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi (1917)
- Rus Devrimi ve Önemi (1917)
- Anarşi ve Bilimsel Komünizm (1918)
- Sovyet Cumhuriyeti’nde Kilise ve Okul (1919)
- Kızıl Ordu ve Kontra Devrim (1919)
- Komünizmin ABC’si (Evgeni Preobrazenski ile birlikte 1920)
- Parlamentarizm Üzerine (1920)
- Tarihsel Materyalizm: Bir Sosyoloji Sistemi (1921)
- Sovyet Rusya’da Ekonomik Örgütlenme (1922)
- Serbest Sınıfın Ekonomi Teorisi (1927)
- Diyalektik Materyalizm Bakımından Teori ve Uygulama (1931)
- Marks’ın Öğretisi ve Tarihsel Önemi (1933)
- SSCB’de Şiir, Vezin Tekniği ve Şiir Sorunları (1934)
- Her Şey Nasıl Başladı: Hapishane Yazıları (1937-1938)
![]() George Walden tarafından
|
20. yüzyılın en kötü figürü kim diye sorulduğunda, çoğu kişi Hitler derdi. Stalin milyonlarca insanı öldürmüş olsa da, yıllarca Batı’da onun suçlarına dair çok az ayrıntılı kanıt vardı, oysa hepimiz Hitler’in toplama kamplarının filmlerini ve Nazilerin suçlarını belgelendiren sayısız kitabı gördük. Ancak bugün, Stalin’in yönetiminin kanlı dehşetleri hakkında bir sürü kanıt Rus arşivlerinden ortaya çıkıyor ve yeni bir kitap, Otuzlu Yıllardaki Sovyet tasfiyelerinden en korkunç belgelerden bazılarını ortaya koyuyor. Burada, Stalin’in eski yandaşlarından biri olan Nikolai Buharin’in ölüm hücresi mektubunu yeniden yayınlıyoruz.ÇOK GİZLİ – KİŞİSEL : STALIN, JOSIF VISSARIONOVICHBelki de ölmeden önce sana yazacağım son mektup bu. Bu yüzden, tutuklu olmama rağmen, bu mektubu resmi dille yazmama izin vermeni istiyorum, çünkü bu mektubu yalnızca sana yazıyorum: Varlığı ya da yokluğu gerçeği tamamen senin elinde kalacak. Dramın ve belki de hayatımın son sayfasına geldim. Kalem ve kağıt alıp almama konusunda acı çektim – bunu yazarken, içimde kıpırdayan binlerce duygudan dolayı titriyorum ve kendimi kontrol edemiyorum. Çok geç olmadan, elim yazmayı bırakmadan, gözlerim kapanmadan, beynim bir şekilde hala çalışırken senden önceden ayrılmak istiyorum. Herhangi bir yanlış anlaşılmayı önlemek için, size en baştan şunu söyleyeceğim ki, dünya genelinde: a) İtiraf ettiğim hiçbir şeyi geri alma niyetim yok; b) Size yalvarma niyetim yok. Fakat… Size bu son satırları yazmadan bu hayattan ayrılamam çünkü bilmeniz gereken azapların pençesindeyim. 1) Geri dönüşü olmayan bir uçurumun kenarında dururken, ölümümü beklerken size şeref sözü veriyorum ki, itiraf ettiğim suçlardan masumum. 2) Zihnimdeki her şeyi gözden geçirdiğimde, daha önce söylediklerime yalnızca şu gözlemleri ekleyebilirim: a) Birinin birinin bir şey bağırdığını söylediğini duydum. Bana öyle geliyor ki Parti üyesi Kuzmin’di, ancak buna hiçbir zaman gerçek bir önem yüklememiştim. b) Parti üyesi Aikhenvald sokakta yürürken bana konferanstan bahsetti (dedi ki, “Çete toplandı ve bir rapor okundu”) – ya da buna benzer bir şey. Ve evet, bu gerçeği gizledim, çeteye acıdım . c) 1932’de takipçilerimle ilişkilerimde ikiyüzlülük yapmaktan da suçluydum , içtenlikle onları partiye tamamen geri kazanacağıma inanıyordum. Aksi takdirde onları partiden uzaklaştırmış olurdum. Mesele bundan ibaretti. Bunu söylerken vicdanımı tamamen rahatlatıyorum. Geri kalan her şey ya hiç gerçekleşmedi ya da gerçekleştiyse, o zaman hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden plenumda gerçeği ve sadece gerçeği söyledim, ancak kimse bana inanmadı. Burada ve şimdi mutlak gerçeği söylüyorum: tüm bu geçen yıllar boyunca parti çizgisini dürüstçe ve içtenlikle uyguladım ve sizi bilgece sevmeyi ve beslemeyi öğrendim. 3) Başkalarının iddialarını ve tanıklıklarını teyit edip, bunları detaylandırmaktan başka çarem yoktu. 4) Ülkemizde olup bitenler hakkında az çok şu anlayışı oluşturdum: Genel bir tasfiyenin siyasi fikrinde büyük ve cesur bir şey var. Bu a) savaş öncesi durumla ve b) demokrasiye geçişle bağlantılı. Bu tasfiye 1) suçluları; 2) şüpheli kişileri ve 3) potansiyel olarak şüpheli kişileri kapsıyor. Bu iş bensiz yönetilemezdi. Tanrı aşkına, burada, iç düşüncelerimde bile, sitem ettiğimi düşünmeyin. Büyük planların, büyük fikirlerin ve büyük çıkarların her şeyden önce geldiğini çok iyi biliyorum ve kendi kişiliğim sorununu, her şeyden önce omuzlarınıza düşen evrensel/tarihsel görevlerle aynı kefeye koymamın önemsiz olacağını biliyorum. Ama en derin acımı hissettiğim ve kendimi en büyük, acı verici paradoksumla karşı karşıya bulduğum yer burasıdır. 5) Bu suçlardan suçlu olduğuma inandığınızı ve kalbinizin derinliklerinde tüm bu dehşetlerden gerçekten suçlu olduğumu düşündüğünüzü düşündüğümde kalbim kaynıyor. Kafam şaşkınlıkla dönüyor ve avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Kafamı duvara vurmak istiyorum. Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım? 6) Hiç kimseye karşı en ufak bir kötü niyetim yok, ayrıca kin de duymuyorum. Hristiyan değilim ama tuhaflıklarım var. Ve eğer gerçekten bilmek istiyorsanız, her şeyden çok, belki de unuttuğunuz bir gerçek yüzünden eziliyorum: bir keresinde, büyük ihtimalle 1928 yazında, sizin evinizdeydim ve bana şöyle dediniz: “Seni neden arkadaşım olarak gördüğümü biliyor musun? Sonuçta, sen entrika çevirme yeteneğine sahip değilsin, değil mi?” Ve ben de şöyle dedim: “Hayır, değilim.” O zamanlar Kamenev’le [iddia edilen bir Troçkist, daha sonra vuruldu] takılıyordum. Aman Tanrım, ne çocukmuşum! Ne aptalım! Ve şimdi bunun bedelini onurumla ve hayatımla ödüyorum. Bunun için beni affet, Koba [Stalin’in bir takma adı]. Yazarken ağlıyorum. Artık hiçbir şeye ihtiyacım yok ve muhtemelen tüm bunları yazmama izin vererek durumumu daha da kötüleştirdiğimi biliyorsun. Ama… Sana son vedamı etmeliyim. Bu nedenle kimseye, [parti] liderliğine, soruşturmacılara veya aradakilere karşı hiçbir kötü niyetim yok. Senden af diliyorum, her ne kadar etrafımdaki her şey kararmış ve üzerime karanlık çökmüş olsa da. 7) Halüsinasyon gördüğümde seni birkaç kez gördüm. Bir keresinde Nadezhda Sergeevna’yı [Stalin’in merhum eşi] gördüm. Sana karşı kötü düşünceler beslediğime asla inanmazdı. [Rüyada] saatlerce konuştuk, sen ve ben… Ah, Tanrım, keşke ruhumun yüzüldüğünü ve yırtıldığını görmeni sağlayacak bir düzenek olsaydı! Keşke sana ne kadar bağlı olduğumu görebilseydin, beden ve ruh. 8) Son olarak, son, küçük, isteklerime geçmeme izin verin: a) Yaklaşan yargılamadan geçmekten ölmem bin kat daha kolay olurdu; kendimi nasıl kontrol edebileceğimi bilmiyorum. Utancı ve gururu unutarak dizlerimin üzerine çökerdim ve sizden [yargılamadan] geçmemi istememenizi rica ederdim. Ama bu muhtemelen zaten imkansızdır. Mümkün olsaydı, yargılamadan önce ölmeme izin vermenizi isterdim. Elbette, bu tür konulara ne kadar sert baktığınızı biliyorum. b) Eğer ölüm cezası alacaksam, o zaman sizden önceden yalvarıyorum, sizden, değer verdiğiniz her şey adına, beni vurmamanızı rica ediyorum. Bunun yerine hücremde zehir içmeme izin verin. Benim için bu nokta son derece önemli. Bunu bir hayır işi olarak bana bahşetmenizi rica etmek için hangi kelimeleri kullanmam gerektiğini bilmiyorum. Politik olarak, bunun pek bir önemi olmayacak ve ayrıca, kimse bu konuda hiçbir şey bilmeyecek. Bana acıyın! Beni sizin kadar iyi tanıdığınızdan, kesinlikle anlayacaksınız. Bazen ölümle açıkça yüz yüze geliyorum, tıpkı cesurca işler yapabileceğimi çok iyi bildiğim gibi. Diğer zamanlarda, kendimi öyle bir karmaşa içinde buluyorum ki tüm gücüm tükeniyor. Bu yüzden eğer karar ölümse, bana bir bardak morfin verin. Size yalvarıyorum… c) Karıma ve oğluma veda etmeme izin vermenizi rica ediyorum. Kızıma veda etmeme gerek yok. Onun için çok acı verici olacak. Nadya [ilk karısı] ve babam için de çok acı verici olacak. Öte yandan Anyuta [ikinci karısı] genç. O hayatta kalacak… Duruşmadan önce onunla görüşmek için izin istiyorum. Ailem itiraf ettiğim şeyi görürse intihar edebilir. Onları bir şekilde buna hazırlamalıyım. d) Eğer hayatım bağışlanacaksa, (öncelikle bunu eşimle görüşmem gerekecek olsa da) şunları talep etmek istiyorum: Amerika’ya sürgün edilmem. Troçki’ye karşı ölümcül bir savaş başlatırdım, kararsız aydınların büyük kesimlerini kazanırdım. Benimle birlikte uzman bir güvenlik görevlisi gönderebilir ve ek bir güvence olarak, Troçki ve arkadaşlarının burnuna gerçekten yumruk attığımı kanıtlayana kadar eşimi altı ay boyunca burada tutabilirsiniz. Ama eğer aklınızda en ufak bir şüphe varsa, beni Pechora veya Kolyma’daki bir kampa sürgün edin, 25 yıllığına bile olsa. Ailemle birlikte hayatımın sonuna kadar orada yerleşerek öncü, girişimci, kültürel çalışmalar yürüteceğim. Nereye gönderilirsem gönderileyim bir dinamo gibi çalışacağım. Ancak, gerçeği söylemek gerekirse, buna pek fazla umut bağlamıyorum. Ve bu yüzden bunlar, öyle görünüyor ki, son isteklerim. Josif Vissarionovich! İçimde en yetenekli generallerinizden birini, size gerçekten bağlı birini kaybettiniz. Ama bunların hepsi geçmişte kaldı. Bunların hepsini düşünmek acı verici. Ama kendimi bu gözyaşı vadisinden ayrılmaya zihinsel olarak hazırlıyorum ve içimde hepinize, partiye ve davaya karşı büyük ve sınırsız bir sevgiden başka hiçbir şey yok. İnsanca mümkün ve imkansız olan her şeyi yapıyorum. Baş ağrısına ve gözlerimdeki yaşlara rağmen tüm t’leri çizdim ve tüm i’leri noktaladım. Vicdanım artık senin önünde rahat, Koba. Senden son kez af diliyorum (sadece kalbinde, başka türlü değil). Bu nedenle seni zihnimde kucaklıyorum. Elveda sonsuza dek ve zavallı Nikolay Buharin’inizi sevgiyle anıyorum. Bu mektubu yazdıktan üç ay sonra, Bukharin karşı-devrimci faaliyetler ve casusluktan suçlu bulundu. 14 Mart 1938’de 17 diğer “hain” ile birlikte vuruldu. Stalin, Bukharin’e onu idam etme kararının “kişisel olarak sana karşı hiçbir şey” olmadığını garanti etmişti. Bu, J Arch Getty ve Oleg V Naumov’un Teröre Giden Yol: Stalin ve Bolşeviklerin Kendini Yok Etmesi, 1932-1939 adlı kitabından düzenlenmiş bir alıntıdır. Propagandacıyı yakalayan çarpık ideoloji Bukharin mektubu 20. yüzyılın en kasvetli tarihi belgelerinden biri olarak sıralanmalıdır. İçinde Sovyet komünizminin tüm kanlı macerası ve bunun altında yatan entelektüel sapkınlık ortaya çıkmıştır. Bukharin bir Bolşevik teorisyen ve bir “Sağcı”ydı – oldukça göreceli bir terim. Her şeyden önce profesyonel bir devrimciydi. Başka bir belgede köylüleri yok etmekle ilgili şakalar yapıyor ve Pravda’nın editörü olarak kariyerinin çoğunu bu dava için yalanlar ve propagandalar yaymakla geçirmişti. Kendisini yutacak olan tasfiyeyi “büyük ve cesur” olarak tanımlıyor ve “potansiyel olarak şüphe altında olan kişilerin” bile kurbanları olması gerektiğini hevesle kabul ediyor. Sadece entelektüeller böyle konuşabilir. Yirmili yılların sonlarında Nikolai Bukharin, Stalin’in en yakın yoldaşıydı, bu yüzden bir noktada ona “Koba” diyordu ve gelecekteki celladına Fransızca’daki tu gibi tanıdık ty ile hitap ediyordu . Batılı zihin için Stalin’e karşı tutumu anlaşılmazdı. İtirafını geri çekiyor ama eski yoldaşını suçlamıyor ve Stalin’i veya Parti’yi “iç düşüncelerimde bile” kınadığını reddettiğinde, işlemediği suçlar yüzünden yakında bir köpek gibi vurulacak olan adam neredeyse kesinlikle gerçeği söylüyordu. Mektupa gücünü ve acıklılığını veren sadece Bukharin’in bir NKVD (KGB) mermisi yerine bir bardak morfin istemesi değil. Onun sözleri, Sovyet komünizmini uluslararası bir belaya dönüştüren Rus düşüncesinde içkin olan yozlaşmış ideallerin, çarpık mantığın ve liderlere karşı köle zihniyetinin en doğrudan ifadesidir. Bukharin’in sosyalizmi inşa etmenin “evrensel/tarihsel görevleri” olarak adlandırdığı şeyle karşılaştırıldığında, gerçek önemsizleşir ve bireysel insan hayatı hiçbir şey değildir. Ama bu sefer hayali suçları itiraf etmeye zorlanan Bukharin’dir ve alınacak olan kendi hayatıdır. Bu yüzden devrimci olarak “acı verici paradoksu”, tüm hayatı boyunca inandığı inancın kalbindeki yalanla yüz yüze getirilir. Bu yüzden işkence görmüş mantığı da. Stalin’in masum olduğunu bilmesi halinde ölmekten memnun olacağını iddia ediyor, çünkü “büyük fikir” kurbanlarını talep ediyor. Onu dehşete düşüren şey, Stalin’in itirafına gerçekten inanması düşüncesi. Bukharin için dünya/tarihsel liderin masum bir adamı masum olduğunu bilerek idam etmesi doğru; eski arkadaşını suçluluğuna inanarak idam etmesi doğru değil. Ama elbette yazarken ağlayan Bukharin hiç ölmek istemiyor. En iyi kurgularda olduğu gibi ona olan sempatimiz bölünmüştür. Bir düzeyde, var olmayan suçlar için aşağılayıcı bir yargılama ve ölüme katlanmak üzere olan bir adamdır. Diğer yandan, onunki anıtsal ölçekte şiirsel bir adalet vakasıdır. Öldürmenin tarihsel zorunluluğunu vaaz eden adam ölüm karşısında titrer. Mektubu aynı anda hem aşağılık hem de asildir, çünkü sonunda gerçekle yüzleşmektedir. Hiçbir şey, Arthur Koestler’in muhteşem Darkness At Noon’u bile, komünizmin çürümüş ruhunu bundan daha çarpıcı bir şekilde ortaya koymamıştır. Bunu okuduktan sonra kimse bir daha “komünizm teoride iyi bir fikirdi, sadece pratikte işe yaramadı” diyemez. Bukharin’in ölüm hücresinden gelen mektup, teori ve pratiği bir araya getiriyor. Associated Newspapers Ltd., 22 Ekim 1999 |
- 1939 – Cumhurbaşkanı Emil Hácha, Nazi Almanyası‘nın İkinci Çekoslovak Cumhuriyeti‘ni ilhakını kabul etti ve Bohemya ve Moravya Protektorası ilan edildi.
- 1945 – II. Dünya Savaşı: Sovyet güçleri Yukarı Silezya‘yı Alman güçlerinden temizlemek için taarruz başlattı.
- 1961 – Güney Afrika, Milletler Topluluğu‘ndan ayrıldı.
- 1961 – Turkish Daily News kuruldu. 3 Kasım 2008’den itibaren Hürriyet Daily News adını aldı.
- 1964 – Sinema yıldızı Elizabeth Taylor ile oyuncu Richard Burton evlendi.
- 1985 – İnternette ilk alan adı tescili yapıldı.
İnternet |
---|
![]() |
Ölçeğe göre bilgisayar ağı türleri |
---|
![]() |

İnternet, bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan elektronik iletişim ağıdır.[1] TDK, internet sözcüğüne karşılık olarak genel ağı önermiştir.[2] İnternet yerine zaman zaman sadece net sözcüğü de kullanılır.[3]
İnternet, çok protokollü bir ağ olup birbirine bağlı bilgisayar ağlarının tümü olarak da tanımlanabilir. Binlerce akademik ve ticari ağ ile devlet ve serbest bilgisayar ağının birbirine bağlanmasıyla oluşmuştur. Bilgisayarlar arasında bilgi çeşitli protokollere göre paketler hâlinde transfer edilir. İnternet üzerinde elektronik posta ve birbirine bağlı sayfalar gibi çok çeşitli bilgiler ve hizmetler vardır. İnternet üzerinden oyunlar da oynanabilir.
İnternetin kökeni, hataya dayanıklı, sağlam ve özel bir bilgisayar ağı kurmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri hükûmeti tarafından 1960 yılındaki araştırmalara dayanır. 1980’lerde Ulusal Bilim Vakfı tarafından yeni bir ABD omurgasının finansmanı için toplanan özel fonlar, dünya çapında katılım ve birçok özel ağın birleşmesine neden olmuştur. 1990’larda uluslararası bir ağın yaygınlaşması ile internet, modern insan hayatının temelinde yer almıştır.
Etimoloji
1985 yılında kullanılmaya başlayan[1] İngilizce internet kelimesi, “kendi aralarında bağlantılı ağlar” anlamına gelen Interconnected Networks teriminin kısaltmasıdır.[4] Ön ek olan inter-, İngilizcede arasında ve karşılıklı anlamlarına gelir. Net kelimesi ise ağ anlamına gelir.[5]
Zaman zaman internet kelimesi yerine kullanılan “WWW” kısaltması ise World Wide Web (Dünya Çapında Ağ) sözcüklerinin akronimidir ve internet ile eş anlamlı değildir.
Yazılışı
İnternet, belirli ve tek bir iletişim ağının adı olduğu için özel isimdir. Özel isimlerin büyük harfle yazılması gerektiği kuralına[6] dayanarak büyük harfle yazılmalıdır. Ancak bunun dışında, özel isimler, anlamı dışında kullanıldığı zaman küçük harfle yazılabilir.[6] Örneğin: “Güneş’e en yakın gezegen Merkür’dür” cümlesinde Güneş büyük harfle yazılırken “Bu odaya hiç güneş girmiyor” cümlesinde “güneş” özel isim anlamı yerine “güneş ışığı” anlamında kullanıldığından küçük harfle yazılır.[6] Buna benzer olarak “İnternet” de bazen anlamı dışında, örneğin “Evimde internet yok”, “İnternet hızım düşük” gibi bir cümlelerde “internet bağlantısı” anlamında kullanılabilir ve özel isimlerin yazım kuralı gereği bu kullanımlar bağlamında küçük harfle yazılabilir. İnternet’in yaygınlaşmasıyla, özel isim olan temel anlamı dışındaki yan anlamlar da yaygınlaşmış, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde de sadece “isim” olarak nitelendirilmiş[7] ve küçük harfle yazılmış, temel anlamının gerektirdiği “özel isim” yazım biçimine yer verilmemiştir.
Geçmiş

İnternet üzerinden ağ sayesinde iletişim kuran bilgisayar sistemleri olan askerî iletişim sistemi Semi-Automatic Ground Environment (SAGE) ve ticari hava yolu rezervasyon sistemi olan Semi-Automatic Business Research Environment (SABRE) 1950’lerin başında başlamıştır. 1960^’larda ise the Advanced Research Projects Agency (ARPA), ABD’nin savunma sistemi için the Advanced Research Projects Agency Network’ün (ARPANET) tasarım finansmanı olmaya başladı. 1960’larda oluşturulan projelerin sayesinde 1969’da internet o dönemin zirvesine ulaşmıştır. Bu tarihten sonra da ARPANET bildiğimiz modern internet olarak hayatımıza girmiş oldu. 70‘li yılların başında Amerikan üniversitelerinde bu projeden yararlanma imkânı verilmesinin ardından e-posta (SMTP) ve NNTP uygulamaları yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bunları FTP ve HTTP izlemiştir. 30 Nisan 1993’te CERN tarafından WWW ön eki ile internet kamunun ulaşabileceği şekle getirildi. internet teknolojisi Türkiye’ye ilk olarak 1987 yılında Ege Üniversitesi‘nin öncülüğünde kurulan Türkiye Üniversite ve Araştırma Kurumları Ağı (TÜVAKA) ile geldi,[8][9][10] 12 Nisan 1993 tarihinde ODTÜ‘den Ankara-Washington arasında kiralık hat ile de Türkiye’de ilk internet bağlantısı kuruldu ve vatandaşların kullanımına açıldı.[10]
Kişisel kullanım
Kişisel bilgisayarlar ile internete bağlanabilmek için genellikle bir telefon hattına ihtiyacı vardır. Bunun yanında uydu, kablo ve Wi-Fi diye adlandırılan radyo yayınlarıyla da internete bağlanılabilir. En yaygın olanı ise bir analog modem ile belli hızda bir internet servisi veren bir şirketin hizmetinden yararlanmaktır. Modemin ayarları şirketin verdiği servis telefon numarası ve özelliklerine göre ayarlanıp, bağlan komutu verilir. Analog modem bilgisayarın dijital verileri (bits) çeşitli ses frekanslarına çevirip telefon hattından internet servisine ulaştırmakta olup tersine aynı yöntemle verileri almaktadır.
Her görüntülenen sitenin bir adresi numarası vardır Bu, dört yuvadan oluşan ve her yuvanın 0 ile 255 arası değeri olan bir adrestir. Fakat kullanıcı bu yalın sayı değerini her çağıracağı site için aklında tutamayacağı için bu adresleri Web sayfasına eş değer tutan DNS bilgisayarları vardır. Bunların görevi ise görüntülenecek her site ismine eş değer IP adresini hazır tutmak ve bilgi taşıma protokolünün paketlerini (TCP/IP) bu adrese yönlendirmektir. Tıpkı telefon rehberlerindeki isim-numara eşleştirmesi gibi alan adı-IP eşleştirmesi yapar. Böylece az uğraşla internet gezgincisinin çağırdığı sitedeki bilgilere ulaşılabilir.
Günümüzde analog modemlerin yerini daha hızlı ve daha az hatalı olan dijital (ADSL) modemler almaktadır. Bunların kullanım ücretleri, çoğul katılımın artması sayesinde makul ödenebilir düzeye inmektedir. ADSL bir analog modemden 10x – 1500x kez hıza sahip olup canlı videolu sohbet imkânı yanında bir sinema filmini kısa bir zaman dilimi içinde yükleme imkânı vermektedir.
WWW. Dünyası yanında dosya indirimi sanal sohbet odaları, eCommerce (sanal ticaret), tartışma mekânları (forum), internet üzerinden sohbet doğrudan mesaj (IM) gibi kullanım alanlarını, bugün bütün Dünya’da yüz milyonlarca insan kullanmaktadırlar.
Günümüzdeki kullanımı
Günümüzde özellikle mobil internet aygıtlarıyla hemen hemen her yerden internete erişilebilir. Kablosuz ağ bağlantısını destekleyen cep telefonları, taşınabilir oyun konsolları, dizüstü bilgisayarlar gibi cihazlarla kullanıcılar istedikleri zaman istedikleri yerden internete ulaşabilirler. Servis sağlayıcılarının hizmetleri ve sundukları kablosuz veri iletim ücretleri diğer erişim yöntemlerine göre daha yüksek olabilir.
Yaygınlaşması
Radyo, televizyon ve internetin bulunuşundan 50 milyon kullanıcıya ulaşmak için geçen süre incelendiğinde radyo için 38, televizyon için 13 yıl iken internet için sadece beş yıldır.
İnternet Türkiye‘ye 1993 yılında gelmiştir ve geldikten sonra Türkiye’de kullanımı yaygınlaşmıştır. İnternet günümüzde de yaygın olan yediden 70’e herkesin kullandığı teknoloji ürünü olan ve her gün yenilenen bir bilgi kaynağı teknoloji ürünüdür.
Terimler
İnternet ve “World Wide Web” sözcükleri günlük kullanımda genelde aynı anlamda kullanılır fakat aynı şey değillerdir. İnternet yazılım ve donanım altyapısı ile sağlanan küresel veri iletişim dizgesidir fakat web, internet ile sağlanan iletişim şekillerinden yalnızca birisidir.
Site

İnternet sitesi, internet üzerinden yazı, resim ve diğer dosyaların paylaşıldığı dijital sayfalar grubudur. internetin, ekran aracılığıyla görsel olarak hoparlörler aracılığıyla da işitsel olarak kullanıldığı ortamlardır. Bir internet sitesi bir sayfadan ya da binlerce sayfadan oluşabilir. Bir sitenin kullanıcının karşısına çıkan ilk sayfasına “ana sayfa” denir. Ana sayfadan, linkler (bağlantılar) aracılığıyla sitenin diğer kısımlarına veya yabancı sitelere ulaşılabilir.
Modem
Telefon sinyallerini sayısal verilere çeviren ve bilgisayarın internete bağlanmasını sağlayan elektronik alettir.
TCP/IP
interneti çağın haberleşme ortamı yapan ise TCP/IP dosya iletişim protokolüdür. Açılımı; Transmission Control Protocol/Internet Protocol’dur (Aktarım Denetim Kuralı/internet Kuralı).
TCP/IP, özde makinelerin konuşmasını sağlayan, işletim sisteminden veya uygulama yazılımlarından bağımsız bir kuralıdır. Bu özelliği sayesinde, cep telefonu, kişisel bilgisayar veya bir saat dahi internete bağlı diğer cihazlarla konuşabilir.
Adres işareti (@)
internette sık kullanılan sembollerden birisi @’dir (okunuşu: et). Elektronik posta adreslerinde kullanıcı ismi ile gönderilen hedef alanını (site adı) ayırır. Adres işareti, güzel a olarak da bilinir. Türk Dil Kurumu çengelli a ya da kuyruklu a karşılıklarını önermiştir.
E-posta
E-posta (İngilizce: e-mail) “elektronik posta” sözcüklerinin kısaltmasıdır. internet üzerinden gönderilen ve alınan dijital mektuplardır. Günlük kullanımda “mail” (okunuşu: meyl) olarak da geçer. Görsel olarak kâğıt bir mektup ile aralarında büyük bir fark yoktur. E-postalara resim, müzik, video gibi her türlü dosya türü eklenebilir ve alıcının bilgisayarına transfer edilebilir. Her gün Dünya’da milyarlarca e-posta gönderilmektedir. Ucuzluğu ve kolaylığı nedeniyle kâğıt mektuplardan daha yaygın olarak kullanılmaktadır ancak güvenilirliğinin yetersizliği nedeniyle resmî işlerde kullanımı oldukça kısıtlıdır.
E-posta hesapları bu hizmeti veren çeşitli sitelerden ücretsiz veya belirli bir ücret karşılığında açılabilir. E-posta adresleri; kullanıcı adı, adres işareti, hesabın oluşturulduğu sitenin e-posta sunucusunun adı, nokta (.) ve site uzantısının aralık bırakılmadan yazılması ile oluşur. Örneğin: vikipedist@vikipedi.com
İnternete bağlanabilen cihazlara gelebilecek dijital tehlikeler
Pek çok faydasının yanında internet çeşitli tehlikelere de yol açar. İnternet ağına bağlanıldığı andan itibaren çeşitli zararlı yazılımların saldırılarına mazur kalınabilir, hacker diye tanımlanan bilgisayar korsanlarının bilgisayarı ele geçirebileceğine şahit olunabilir, çevrimiçi bankacılık aracılığı ile banka hesabı boşaltılabilir; cihazlar, anlaşılamayan garip davranışlarda bulunmaya başlayabilir.
Virüsler
Bilgisayar virüsleri, zararlı kod ve programcıklardır. Bilgisayarlara veri taşıyan diskler, taşınabilir hafızalar, yerel ağlar ya da internet aracılığıyla girerler. Kendini kopyalamak, verileri silmek, istenmeyen programları çalıştırmak, kişisel (şifre vb.) bilgileri yaymak gibi zararlı faaliyetlerde bulunabilirler. Bilgisayarlara zarar verme yöntemleri canlılarda hastalık meydana getiren virüslere benzediği için bu isim uygun görülmüştür.
Bazı virüsler bir programın zaman aşımına uğramış veya bozunmuş yani istem dışı çalışan ve genellikle görevleri belli olmayan hâlleridir. Kötü emeller için hazırlanan trojan, win32, win29, solucan vb. virüsler başkaları tarafından bulaştırılırlar. Virüsler kendi kendine oluşmazlar, fark edildiğinde derhâl temizlenmesi gerekir.
Casus programlar
Malware, adware, spyware gibi çeşitli şekillerde adlandırılan casus programlar, bilgisayarlardan bilgi toplamak amacıyla oluşturulmuş küçük yazılımlardır. Virüs gibi faaliyet gösterirler bu nedenle bir kısmı virüs olarak da adlandırılır. Bilgisayar kullanıcısının internet alışkanlıkları, hesap numaraları gibi bilgileri zararlı kişi ve kuruluşlara ulaştırırlar. Bazıları çok zararlı olmamakla birlikte, veri toplarken arka planda çalışarak bilgisayar hafızasını gereksiz yere işgal ederler. Bazı casus programlar ise resmî kuruluşlar tarafından suçluları ve terörist faaliyetleri izlemek amacı ile geliştirilmiştir. Ayrıca devletler eski casusluk yöntemleri yerine bilgisayar ortamında casusluk yöntemlerine başvurmakta buna bağlı olarak risk ve maliyeti düşürmektedirler.
Bilgisayar korsanları
Başka insanların bilgisayar, telefon gibi elektronik cihazların bilgilerine izinsiz olarak ulaşarak kişisel bilgilerini çalan kişilerdir. Fakat her zaman bu gerekmez. Bazı hackerlara yer verilen sitelerde hackerlar, sitelerin teknik gelişimine yardım ederler. Bunun Vikipedi‘de örneği teknisyenlerdir.
Bu tehlikelerden korunma yöntemleri
Bilgisayarları internetten gelebilecek tehditlere karşı korumanın en etkin yolu bilinçli olmaktır. Şüpheli sitelere, bağlantılara girilmemeli ve antivirüs, anticasus ve güvenlik duvarı yazılımları kullanılmalıdır. Norton, Kaspersky, McAfee, Avast gibi günümüzdeki birçok ticari güvenlik yazılımı, bu üç korumayı da içerir.
İnternetten gelebilecek diğer tehlikeler
İnternetin yaygınlaşması sonucu her gün milyonlarca insanın hiç tanımadığı insanlarla şahsi bilgilerini paylaşması, virüslerden çok daha tehlikeli bir tehdit oluşturmaktadır. İnternetin dikkatsiz kullanımı, kimlik bilgilerinin çalınması ya da polisiye olaylara istemeden karışmak gibi sonuçlar doğurabilir.
Sohbet ve oyun odaları, çok güzel dostluklara ve ilişkilere vesile olabildiği gibi, hırsızlık, pedofili, teşhir, taciz, tecavüz ve hatta cinayete varan tehditlere de kapımızı sonuna kadar açmaktadır.
Pornografiye erişimin hızlı ve kolay olması, her yaşta pornografi bağımlılığı riskini artırmakta; şahısların cinsel hayatını, aile hayatını ve zaman zaman da psikolojilerini tehdit etmektedir. Çocukların çok küçük yaşta pornografiye kolayca erişebilmeleri, ileriki yaşlarda ciddi cinsel ve psikolojik rahatsızlıklara sahip olmalarına neden olabilmektedir.
Alan adı

Alan adı, bir web sitesinin internetteki adı ve adresidir. Bu adres olmadan bir internet kullanıcısı web sitesine sadece IP adresiyle ulaşabilir. Örneğin wikipedia.org
bir alan adıdır. Alan adları IP adresi denilen, bilgisayarların (sunucuların/serverların) birbirini tanımasını sağlayan numara sisteminin daha basitleştirilmiş ve akılda kalması için kelimelerle ifade edilmiş halidir.[1]
Örneğin wikipedia.org
alan adı adres çubuğuna yazıldığında tarayıcı bu alan adını önce IP adresine çevirir, daha sonra kullanıcıyı bu IP adresine sahip bilgisayara yönlendirir. Dolayısıyla web sitesinin ziyaret edilebilmesi için kullanıcıların IP adresini bilemeyecekleri göz önünde bulundurulmalı ve siteye daha kolay ve akılda kalıcı bir alan adı alınmalıdır. Alan adı almak için bir internet servis sağlayıcısına gidilebilir veya web hosting (barındırma) firmasından müşteri için bir alan adı kaydetmesi istenebilir.
Aslında alan adı satın alınan değil kiralanan bir hizmettir,[2] bu yüzdendir ki en fazla on yıl olmak üzere alan adının süresi yenilenmelidir. Normal olarak en az bir yıl olarak kayıt edilen alan adları, on yıla kadar tescil edilebilir.
Türkiye’nin ülke alan adı olan .tr uzantılı alan adları (.com.tr, .net.tr ve daha fazlası) Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından yönetilmekte ve tahsis edilmektedir, en fazla beş yıl olarak tahsis edilebilir.
Tarihçe
Tescillenen ilk alan adı “symbolics.com”dur.[3] 15 Mart 1985 tarihinde tescil edilmiş olup halen aktifliği sürdürülmeye devam edilmektedir. Şu an internet müzesi olarak kullanılmaktadır.[4]
En eski alan adları
Kaydedilen en eski alan adlarının ilk yüz tanesi aşağıdaki tabloda verilmiştir.[5]
# | Alan adı | Kayıt tarihi |
---|---|---|
1 | symbolics.com | 15 Mart 1985 |
2 | bbn.com | 24 Nisan 1985 |
3 | think.com | 24 Mayıs 1985 |
4 | mcc.com | 11 Temmuz 1985 |
5 | dec.com | 30 Eylül 1985 |
6 | northrop.com | 7 Kasım 1985 |
7 | xerox.com | 9 Ocak 1986 |
8 | sri.com | 17 Ocak 1986 |
9 | hp.com | 3 Mart 1986 |
10 | bellcore.com | 5 Mart 1986 |
11 | ibm.com | 19 Mart 1986 |
12 | sun.com | 19 Mart 1986 |
13 | intel.com | 25 Mart 1986 |
14 | ti.com | 25 Mart 1986 |
15 | att.com | 25 Nisan 1986 |
16 | gmr.com | 8 Mayıs 1986 |
17 | tek.com | 8 Mayıs 1986 |
18 | fmc.com | 10 Temmuz 1986 |
19 | ub.com | 10 Temmuz 1986 |
20 | bell-atl.com | 5 Ağustos 1986 |
21 | ge.com | 5 Ağustos 1986 |
22 | grebyn.com | 5 Ağustos 1986 |
23 | isc.com | 5 Ağustos 1986 |
24 | nsc.com | 5 Ağustos 1986 |
25 | stargate.com | 5 Ağustos 1986 |
26 | boeing.com | 2 Eylül 1986 |
27 | itcorp.com | 18 Eylül 1986 |
28 | siemens.com | 29 Eylül 1986 |
29 | pyramid.com | 18 Ekim 1986 |
30 | alphacdc.com | 27 Ekim 1986 |
31 | bdm.com | 27 Ekim 1986 |
32 | fluke.com | 27 Ekim 1986 |
33 | inmet.com | 27 Ekim 1986 |
34 | kesmai.com | 27 Ekim 1986 |
35 | mentor.com | 27 Ekim 1986 |
36 | nec.com | 27 Ekim 1986 |
37 | ray.com | 27 Ekim 1986 |
38 | rosemount.com | 27 Ekim 1986 |
39 | vortex.com | 27 Ekim 1986 |
40 | alcoa.com | 5 Kasım 1986 |
41 | gte.com | 5 Kasım 1986 |
42 | adobe.com | 17 Kasım 1986 |
43 | amd.com | 17 Kasım 1986 |
44 | das.com | 17 Kasım 1986 |
45 | data-io.com | 17 Kasım 1986 |
46 | octopus.com | 17 Kasım 1986 |
47 | portal.com | 17 Kasım 1986 |
48 | teltone.com | 17 Kasım 1986 |
49 | 3com.com | 11 Aralık 1986 |
50 | amdagh.com | 11 Aralık 1986 |
51 | ccur.com | 11 Aralık 1986 |
52 | ci.com | 11 Aralık 1986 |
53 | convergent.com | 11 Aralık 1986 |
54 | dg.com | 11 Aralık 1986 |
55 | peregrine.com | 11 Aralık 1986 |
56 | quad.com | 11 Aralık 1986 |
57 | sq.com | 11 Aralık 1986 |
58 | tandy.com | 11 Aralık 1986 |
59 | tti.com | 11 Aralık 1986 |
60 | unisys.com | 11 Aralık 1986 |
61 | cgi.com | 19 Ocak 1987 |
62 | cts.com | 19 Ocak 1987 |
63 | spdcc.com | 19 Ocak 1987 |
64 | apple.com | 19 Şubat 1987 |
65 | nma.com | 4 Mart 1987 |
66 | prime.com | 4 Mart 1987 |
67 | philips.com | 4 Nisan 1987 |
68 | datacube.com | 23 Nisan 1987 |
69 | kai.com | 23 Nisan 1987 |
70 | tic.com | 23 Nisan 1987 |
71 | vine.com | 23 Nisan 1987 |
72 | ncr.com | 30 Nisan 1987 |
73 | cisco.com | 14 Mayıs 1987 |
74 | rdl.com | 14 Mayıs 1987 |
75 | slb.com | 20 Mayıs 1987 |
76 | parcplace.com | 27 Mayıs 1987 |
77 | utc.com | 27 Mayıs 1987 |
78 | ide.com | 26 Haziran 1987 |
79 | trw.com | 9 Temmuz 1987 |
80 | unipress.com | 13 Temmuz 1987 |
81 | dupont.com | 27 Temmuz 1987 |
82 | lockheed.com | 27 Temmuz 1987 |
83 | rosetta.com | 28 Temmuz 1987 |
84 | toad.com | 18 Ağustos 1987 |
85 | quick.com | 31 Ağustos 1987 |
86 | allied.com | 3 Eylül 1987 |
87 | dsc.com | 3 Eylül 1987 |
88 | sco.com | 3 Eylül 1987 |
89 | gene.com | 22 Eylül 1987 |
90 | kccs.com | 22 Eylül 1987 |
91 | spectra.com | 22 Eylül 1987 |
92 | wlk.com | 22 Eylül 1987 |
93 | mentat.com | 30 Eylül 1987 |
94 | wyse.com | 14 Ekim 1987 |
95 | cfg.com | 2 Kasım 1987 |
96 | marble.com | 9 Kasım 1987 |
97 | cayman.com | 16 Kasım 1987 |
98 | entity.com | 16 Kasım 1987 |
99 | ksr.com | 24 Kasım 1987 |
100 | nynexst.com | 30 Kasım 1987 |
- 1989 – Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası‘nda Galatasaray, Monaco takımı ile Köln‘de bulunan Müngersdorf Stadyumu‘nda yaptığı maçta 1-1 berabere kalarak, bu kupada yarı finale yükselen ilk Türk takımı oldu.
- 2001 – İstanbul – Moskova seferini yapan Tupolev Tu-154 tipi bir uçak, Çeçen korsanlarca kaçırıldı. Medine‘ye indirilen uçağa, Suudi antiterör timlerince düzenlenen operasyonda, Türk yolcu Gürsel Kambal, Rus hostes Yuria Fomina ve bir korsan öldü.
- 2002 – Güneydoğu Anadolu Projesinin sulama tünellerinden T2 faaliyete geçti.
- 2003 – Hu Jintao, Çin‘in 4. Devlet Başkanı olarak göreve başladı.
- 2004 – Çin Halk Cumhuriyeti’nde ilk kez bir milletvekili, ülkede yılda 10 bin insanın idam edildiğini açıkladı. Ülke, insan hakları örgütlerinin eleştirileri nedeniyle, idamla ilgili rakamlarını gizli tutuyor.
- 2011 – Suriye İç Savaşı‘nın başlangıcı.
Suriye İç Savaşı | |||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
Arap Baharı, Arap Kışı, Terörle Savaş | |||||||||
![]() İç Savaş’ın durumunu gösteren harita Suriye Silahlı Kuvvetleri kontrolünde
Devrimci Komando Ordusu ve ABD kontrolünde
Türkiye ve eski Suriye Millî Ordusu kuvvetleri kontrolünde
Suriye Demokratik Güçleri ve ABD kontrolünde
Güney Operasyonları Odası kontrolünde
Belirsiz bölge
Diğer:
|
|||||||||
|
|||||||||
Taraflar | |||||||||
![]() ![]() Silahlı gruplar
|
![]() (2024-)
|
![]()
|
![]()
Müttefikler Destekleyenler:
|
||||||
Komutanlar ve liderler | |||||||||
|
|
|
|
||||||
Kayıplar | |||||||||
![]() 91.929-104.332 asker & 67.349 milis ölü[23][24] 4.100 asker/milis ve 1.800 destekçi esir[23] 1.736-2.000 ölü[23][25] ![]() 137-160 asker ölü & 266-284 ÖAŞ ölü[26] Suriyeli olmayan diğer savaşçılar: 8.700+ ölü[23] (2.300-3.500+ İDMO-bağlantılı)[27][28] Toplam: 170.045-182.777 ölü |
![]() ![]() 111.927-152.524 ölü[b][23][24]
|
![]() 41.266 ölü[23] |
![]() 14.334 ölü[23] ![]() 3.200+ ölü[30]
|
||||||
En az 306.887 sivil öldürüldü (Birleşmiş Milletlere göre)[32] 100 diğer yabancı savaşçı öldürüldü ( Toplam ölü: Yaklaşık 6,7 milyon kişi ülke içinde göç etti & 6,6 milyon kişi mülteci oldu (Mart 2021)[34] |
![]() |
---|
![]() |
|
||
---|---|---|
|
||
Şu madde dizisinin bir parçasıdır: |
Baasçılık |
---|
![]() |
Suriye İç Savaşı (Arapça: الحرب الأهلية السورية, el-Harb’ül-ehliyye el-Suriyye), Suriye ordusu, Suriye hükûmeti ve Suriye’deki iç isyancılar arasında başlayan, sonrasında Irak ve Şam İslam Devleti, El Nusra ve bazı Kürt, Türkmen, Dürzi ve Süryani grupların da katıldığı, son dönemde ise Rusya, İran, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ve İsrail gibi dış güçlerin de sınırlı ve düzenli olarak dâhil olduğu çatışmalardır. Gösteriler 15 Mart 2011’de başlamış ve Nisan 2011 tarihinde ülke çapında yayılmıştır. 2024 sonlarına doğru, HTŞ,SMO gibi Muhalifler koalisyon halinde 2. Halep Muharebesi başlamış ve 8 Aralık 2024’te, Başkent Şam’ın ele geçirilmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesi sonucunda Muhalifler Suriye geçiş hükümeti’ni kurmuştur.
Nisan 2011 tarihinde Suriye Ordusu eylem ve ayaklanmaları bastırmak için görevlendirilmiş ve askerler ülke genelinde göstericiler üzerine ateş açmıştır.[35] Aylarca süren askerî kuşatmaların ardından[36] gösteriler silahlı isyanlara dönüşmüştür. Çoğunlukla firari askerler ve sivil gönüllülerden oluşan muhalif güçler, merkezi bir liderlik olmaksızın isyana başlamışlardır.[37] Ülke genelindeki hemen hemen her kasaba ve şehirde yaşanan çatışmalar asimetrik savaş niteliğindedir.[38] 2013 yılında Hizbullah, Beşar Esad’a sadık Suriye ordusunun yanında savaşa dahil olmuştur.[39][40] Beşar Esad yönetimi Rusya ve İran‘dan askeriye ve para desteği alırken, muhalifler Katar ve Suudi Arabistan‘dan silah ve mühimmat desteği almaktadır.[41] Haziran 2013 tarihi itibarıyla Beşar Esad yönetimi ülke genelinin %30-40’ını ve ülkedeki nüfusun %60’ını kontrol etmektedir.[42] 2012 sonlarındaki bir BM raporu, iç savaşın Nusayri Şebbiha milisleri ve Sünni muhalifler arasında süregelen[43] “bariz derecede mezhepsel”[44] bir çatışma olduğunu bildirmiş, fakat hem muhalefet, hem de hükûmet bunu reddetmiştir.[45][46]
Birleşmiş Milletler‘e göre ölen nüfus Ocak 2015 tarihi itibarıyla 220.000’i aşmıştır.[47] SCPR (Suriye Politik Araştırmalar Merkezi), Suriye İç Savaşı sebebiyle dolaylı ya da dolaysız olarak hayatını kaybeden toplam insan nüfusunu Şubat 2016 itibarıyla 470.000 olarak açıklamıştır.[48]
Raporlara göre on binlerce gösterici devlet hapishanelerinde hapsedilmiş, bu göstericiler sistematik işkenceye ve teröre maruz bırakılmıştır.[49] Uluslararası organizasyonlar hem Baas Partisi hükûmetini, hem de muhalefeti insan hakları ihlalleriyle suçlamışlardır.[50] Birleşmiş Milletler ‘in ve Uluslararası Af Örgütü ‘nün hem 2012 yılında, hem de 2013 yılında Suriye’deki soruşturmaları ve saha araştırmaları sonucunda, insan hakları ihlallerinin, işkencelerin ve savaş suçlarının büyük kısmının Baas Partisi hükûmeti tarafından yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır.[51][52][53][54][55] Savaşta kimyasal silahlar birkaç kez kullanılmış ve bu, uluslararası alanda tepki çekmiştir.[56]
Suriye Havayolları, iç savaşın başlamasından 8 yıl sonra, 19 Şubat 2020’de, savaş süresince yapılan ilk sivil uçuşunu Şam’dan Halep’e gerçekleştirdi.[57][58]
27 Kasım 2024’te, Muhalifler kuzeybatı Suriye’de ani bir taarruz başlattı, stratejik Urm El-Suğra ve Anjara kasabaları ile bölgedeki en büyük Suriye rejimi üssü olan 46. Alay dahil olmak üzere 13 köyü ele geçirdiği bildirildi.[59] 28 Kasım’da, Rus ve Suriye savaş uçaklarının saldırıya yanıt olarak muhalif mevzilerini bombaladığı bildirildi. Ayrıca, İran devlet medyası, Suriye’deki kıdemli bir İran askeri danışmanı olan İslam Devrim Muhafızları Kolordusu (İDMK) Tuğgeneral Kioumars Pourhashemi’nin Halep’te öldürüldüğünü söyledi.[60][61] Ertesi gün, muhalif güçler Halep’e girerek şehir içindeki çatışmayı yeniden başlattı.[62]
8 Aralık 2024’te isyancı güçler başkent Şam‘ı ele geçirdi.[63] Bunun ardından Baas rejimi çöktü, böylece 61 yıllık Baas yönetimi sona erdi.[64] Ve Beşşar Esad‘ın Rusya’ya kaçtığı bildirildi.[65][66]
Arka plan
Esad yönetimi
Suriye 1946 yılında bağımsızlığını kazanmıştır. 1949 yılında CIA destekli bir darbe ile demokratik hükûmet devrilmiş ve bunu iki ayrı darbe daha takip etmiştir.[67][68][69][70] 1954 yılında bir halk isyanı ile askeri iktidar devrilmiş ve iktidar sivillere geçmiştir; 1958 yılından 1961 yılına kadar Mısır’la süren kısa bir birleşme deneyimi sırasında Suriye’nin parlamenter sistemi son derece merkezi bir başkanlık sistemi ile ikame edilmiştir.[71] 1963 yılında Suriye Baas partisi bir darbe ile iktidarı ele geçirmiştir. 1966 yılında başka bir darbe ile partinin gelenekçi liderleri devrilmiştir.[72] Bir ıslahî devrimle Savunma Bakanı General Hafız Esad, Kasım 1970 tarihinde gücü ele geçirmiş ve Suriye Başbakanı olmuştur. Mart 1971 tarihinde Esad kendisini Başkan ilan etmiş ve 2000 yılındaki ölümüne kadar devam edecek olan Hafız Esad yönetimi başlamıştır. Bu tarihten itibaren Suriye Baas Partisi, Suriye’yi bir tek parti rejimi olarak idare etmiştir.[73]
Hafız Esad‘ın iktidarının sona ermesi ile ülkede yoğun sosyal ve politik tartışmaların yaşandığı “Şam Baharı ortaya çıkmıştır.[74] Temmuz 2000 tarihinde başlayan Şam Baharı, pek çok politik forum ve salonun ortaya çıkması ile ülkenin geleceğinin özgürce tartışıldığı bir ortam doğurmuş, fakat bu siyasi hürriyet ortamı, özgür ve adil seçimler ile politik özgürlük talep eden pek çok aktivistin tutuklanması ile, Ağustos 2001 tarihinde sona ermiştir.[75]
Demografi

Suriye’nin etnik-dini durumu[76]
Esad ailesi, Şii İslam‘ın bir kolu olan, Suriye toplumunun tahminen %12’lik bir kısmını oluşturan Nusayri azınlığa mensuptur.[77] Aile, Suriye’nin güvenlik güçlerini sıkı bir kontrol ile elinde tutmuş ve bu yüzden ülkenin dörtte üçünü oluşturan Sünni çoğunluk üzerinde bir “dargınlığa”[78] sebep olmuştur. Etnik azınlık olan Suriye Kürtleri de etnik ayrımcılık ve kültürel hakları ile anadilleri üzerindeki yasaklar sebebiyle protest bir tutum takınmış ve şikayetçi olagelmişlerdir.[79][80]
Sosyoekonomi
Savaştan önce hükûmet aleyhtarlığının en yüksek olduğu yerler, çoğunlukla dindar Sünnilerin ikamet ettiği ülkenin fakir kısımları olmuştur.[81] Bu yerlerin başında çok yüksek yoksulluk oranlarıyla mücadele eden Dera ve Humus gibi şehirler gelirken, bu şehirlerin kırsal bölgeleri 2011 yılı başında kuraklık yaşamıştır. Devletin ekonomik politikaları çoğunlukla hükûmetle yakın ilişkilere sahip küçük bir azınlığına fayda sağlamıştır.[81] 2011 yılı başları itibarıyla Suriye, yaşam standartlarında ulusal çapta bir kötüleşme yaşamış, emtia fiyatları fahiş derecede artmış[82] ve yüksek genç işsizliği oranları görülmüştür.[83]
İnsan hakları
Suriye’de insan hakları konusu uzun süre uluslararası organizasyonlar ve bağımsız kuruluşlar tarafından sert eleştirilere konu yapılmıştır.[84] Ülke 1963 yılından itibaren olağanüstü hâl altında idare edilmiş ve bu durum, güvenlik güçlerine olağandışı tutuklama ve gözaltı yetkileri vermiştir.[85] Beşar Esad, yaygın kabule göre, demokratik reformlar konusunda başarısız olmuştur; 2012 yılındaki bir İnsan Hakları İzleme Örgütü raporuna göre Beşar Esad iktidarı devraldığından beri rejimin antidemokratik doğasında herhangi bir iyileşme sağlanamamıştır.[86] Suriye Baas Partisi dışındaki tüm siyasi partilerin yasaklı olduğu ülke, serbest seçimlerin olmadığı bir tek parti rejimi görüntüsünü korumuştur.[85]
İsyandan önce ülkede ifade hürriyeti, toplanma hürriyeti ve örgütlenme hürriyeti sıkı şekilde kontrol altında tutulmuştur.[87] 2006’dan itibaren muhaliflere uygulanan seyahat yasakları artırılmıştır; bu yasaklar Arap dünyasındaki en ağır seyahat yasakları olarak tanımlanmıştır.[88] Hükûmet güçleri, insan hakları savunucularını ve diğer hükûmet muhaliflerini baskı altında tutmuş ve hapsetmiş, sınırsız süre boyunca hapis cezasına mahkûm etmiş, kötü hapishane koşullarında tutmuş, işkenceye maruz bırakmış[87] ve öldürmüştür.[89][90]
Kadınlar ve etnik azınlıklar kamu sektöründe ayrımcılığa maruz kalmıştır.[87] 1962 yılında binlerce Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış ve onların soyundan gelenler “yabancılar” olarak fişlenmiştir.[91] 2004 yılından itibaren ülkenin Kürt bölgelerinde yaşanan ayaklanmalar tansiyonu yükseltmiştir.[92][93] Bu tarihten beri Kürt göstericiler ile güvenlik güçleri arasında zaman zaman çatışmalar yaşanmaya devam etmiştir.
Dinî özgürlüklerin kısıtlı olduğu ülkede Yehova Şahitleri ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmıştır.[94] LGBT haklarının da zayıf olduğu ülkede, eşcinsel ilişkiler en az 3 yıl hapis cezasıyla cezalandırılırken, 2010 yılında polis güçleri 25 erkeği eşcinsel oldukları gerekçesiyle gözaltına almıştır.[95] Birleşmiş Milletler, 10’lu yaşlarındaki ve daha küçük yaştaki erkek çocukların Suriye güvenlik güçleri tarafından toplu halde tecavüze uğradıklarını belgelemiştir.[96] İnsan Hakları İzleme Örgütü bir başka raporunda, 2010 yılında dünyada en kötü insan hakları durumunun Suriye’de olduğunu bildirmiştir.[97]
Basın özgürlüğü
Tüm medya organlarının Baas Partisinin kontrolü altında bulunduğu ülkede[98] gazeteciler ve bloggerlar sistematik olarak tutuklanmış ve yargılanmıştır.[99] 2009 yılında Gazetecileri Koruma Komitesi, dünya üzerinde blogger olmak için en kötü 10 ülke listesinde Suriye’ye 3. sırada yer vermiştir.[100] İnternet sansürünün yoğun olduğu ülkede, politik sebeplerle internet siteleri yasaklanmış ve bu sitelere erişenler tutuklanmıştır. 2007 yılında kabul edilen bir yasa uyarınca internet kafeler, kullanıcılarının internet forumlarında yaptıkları tüm yorumları ve paylaşımları kaydetmek ve devlete bildirmekle yükümlü tutulmuşlardır.[101] Wikipedia, YouTube, Facebook, Twitter gibi internet siteleri sınırsız süreyle kapalı tutularak sansürlenmiştir.[102][103][104] Suriye, Sınır Tanımayan Gazeteciler örügütünün İnternet Düşmanları listesinde, listenin ilk oluşturulduğu 2006 yılından beri yer bulmaktadır.[105] İnternet içeriğinin yaygın şekilde sansürlenmesine ek olarak, Baas Partisi hükûmeti ülkede internet kullananları yakından takip etmiş ve “görüş açıklamak ve çevrimiçi bilgi yaymak” suçlamalarıyla Suriye vatandaşlarını tutuklamıştır. Muğlak ifadelerle yazılan kanunlar hükûmete tutuklamalar için geniş bir sebepler demeti sunmuştur.[106]
Arap Baharı
Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta hükûmet karşıtı gösteriler başlamış ve bu gösteriler Suriye de dahil olmak üzere Arap Dünyasına yayılmıştır. Mısır, Tunus, Yemen ve Libya’da devrim yaşanmış ve diğer Arap ülkelerinde hükûmet değişiklikleri, anayasal değişiklikler, sosyal ve politik hayatta köklü değişimler görülmüştür.
Sınırların Çizimi ve Yönetim
Sykes-Picot Anlaşmaları gereğince tasarlanan bölge haritaları gerek demografik gerek coğrafi gerekse etnik mezhepsel duruma uygun değildir. Fransız yönetiminin bölgede uyguladığı azınlık bazında çoğunluk üzerine hakimiyet politikası durumun temel kaynaklarındandır. Nüfusun yüzde onuna tekabül eden Nusayri kesime gerek askeri gerek bürokratik alanda verilen geniş yetkiler onların 1946 sonrası Suriye’de İktidar olmasını sağladı. Azınlık olarak yönetimde olan Nusayriler çoğunluk olan Sünnileri yönetmek için Fransa’nın desteğine ihtiyaç duyacak bu şekilde Fransa kolaylıkla Suriye üzerinde söz sahibi olabilecekti[107]
İsyan ve iç savaş
Gösteriler ve sivil başkaldırı (Mart 2011-Temmuz 2011)
İsyan ilk olarak, Arap Baharı’ndan etkilenerek, Ocak 2011 tarihinden itibaren küçük gösteriler halinde başlayıp büyüyerek, yolsuzluğa ve insan hakları ihlallerine karşı bir sivil başkaldırı olarak başlamıştır. Geniş çaplı gösteriler ise 15 Mart 2011 tarihinde güney şehri Dera‘da ortaya çıkmıştır, bu yüzden Dera ilerleyen safhalarda “Devrimin Beşiği” olarak anılmıştır; bu gösteriler kısa sürede ülke çapına yayılmıştır.[108] Hükûmet gösterilere geniş çaplı tutuklamalar, işkenceler, polis şiddeti ve sansürle cevap vermiş, fakat gösteriler büyümeye devam etmiştir. Nisan ayının sonuna doğru Beşşar Esad, direnen şehirlere ve kasabalara karşı büyük ölçekli askeri bir harekât başlatmış, harekâta tanklar, piyadeler ve ağır silahlar katılmış, tüm bunlar kısa sürede büyük sayılarda sivil can kayıplarına neden olmuştur.[109]
Askeri baskıların ardından, pek çok asker göstericilere katılmak için firar etmiş ve pek çok gösterici de silahlanmaya başlamıştır. Cisr eş-Şuğur kasabasında, ilk büyük gösterilerden 79 gün sonra, 4 Haziran 2011 tarihinde ülkedeki ilk silahlı çatışma yaşanmıştır. Suriye Ordusunun bir cenaze törenine katılan kalabalık üzerine ateş açması üzerine kızgın göstericiler, ateş açılan binayı ateşe vermiş ve 8 güvenlik görevlisini öldürmüştür; ele geçirilen polis istasyonundaki silahlara el konulmuş ve çevre kontrol altına alınmıştır. Göstericiler ve güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar takip eden günlerde de devam etmiştir. Bazı güvenlik görevlileri, sivillere ateş etmeyi reddeden askerlerin gizli servis elemanları tarafından infaz edilmelerinin ardından firar ederek göstericilere katılmış ve muhalefeti büyütmüşlerdir.[76]
İç savaş (Temmuz 2011-günümüz)
Suriye‘nin pek çok şehrindeki gösterileri hükûmet güçleri kanlı bir şekilde bastırma yoluna gidince, olaylar daha da büyümüş ve ufak çaplı çatışmalar yerini muharebelere bırakmıştır. Sonucunda, on binlerce insan ölmüştür.[110]
İlk büyük çatışmalar Humus, Dera ve Şam‘da yaşansa da kısa sürede tüm ülke geneline yayılmıştır. Humus Kuşatması, Baniyas Kuşatması, er-Restan ve Telbise Kuşatması, 2011 Cisr eş-Şuğur Muharebesi ve Hama Kuşatması ilk büyük şehir savaşlarının yaşandığı noktalar olmuştur.
2012 ve 2013 yılları muhaliflerin avantajı ele geçirdikleri yıllar olmuşlardır. Muhalifler, Şam şehir merkezine birkaç km’ye kadar yaklaşmışlar, Halep‘in büyük bölümünü ele geçirmişlerdir. Humus’ta şehir merkezinde sert çarpışmalar yaşanmıştır. Kuzey ve Doğu Suriye büyük bir oranda rejimin elinden çıkmıştır. YPG Afrin, Kobani ve Haseke’de özerk kantonlar ilan etmiştir.[111]
2013 yılın sonu ve 2014 yılı başında muhaliflerin dış desteği büyük oranda kaybetmesi ve aralarında çarpışmaya başlaması sonucu rejimin ilerlemeye başladığı bir dönem olmuştur. Şam şehir merkezi büyük oranda güvenlik altına alınmış, Hama ve Humus kırsalı büyük oranda muhaliflerden temizlenmiş ve Lazkiye yolu güvence altına alınmıştır. IŞİD, kuzey ve doğudaki bölgelerin çoğunu ele geçirmiştir.[112]
2015 yılında IŞİD’in hava bombardımanlarıyla eski gücünden uzak bırakılması ve muhaliflerin pek çok bölgede işbirliğine gitmesi ile rejim ilerleyişi durdurulmuş, muhalifler Halep kuşatmasını kırmış, İdlip şehir merkezini rejimden almış ve İdlip kırsalını büyük oranda rejimden temizlemişlerdir.[113][114] Eylül 2015’te Rus hava saldırılarının başlaması ile birlikte muhaliflerin lehine olan güç dengesi aleyhine bozulmaya başlamıştır. 2015 yılı sonu Rusya, İran ve pek çok Şii milisin Suriye rejimine desteğini artırdığı bir dönem olmuştur. Muhalifler ise Batı’dan aldığı desteği büyük oranda kaybetmiştir.[115]
2016 yılında rejim ve müttefikleri Halep kırsalında muhalifler ve IŞİD’den pek çok yerleşim bölgesini geri almıştır. Ayrıca Türkmen Dağı‘nın büyük bölümünü ele geçirmiştir.[116] Bunun üzerine Türkiye ve Suudi Arabistan kara operasyonu ihtimalini görüşmüş, bu durum İran ve Rusya arasında uluslararası gerginliğe yol açmıştır.[117][118] IŞİD, Suriye’nin kuzeydoğu kırsalında YPG‘ye, güney kırsalında ise Suriye muhalefetine karşı pek çok bölgeyi kaybetmiştir.[119][120]
Savaşın cepheleri
Suriye’deki iç savaş, ülkenin her yerine yayılmış tam ölçekli bir cephe savaşı olarak sürmektedir. Başlarda ılımlı muhalif grupların ve ardından da Kürt gruplar ile IŞİD ve diğer radikal grupların rejimden pek çok bölgeyi ele geçirmesi ile birlikte, Nusayrilerin çoğunlukta olduğu ve rejimin kalelerinden biri olarak adlandırılan Tartus ili dışında tüm bölgelerde çarpışmalar yaşanmaktadır.
Deyrizor Cephesi
IŞİD, muhalifleri bölgeden uzaklaştırmış ve rejim güçlerini Deyrizor şehir merkezi ve çevresindeki birkaç kasabada kuşatmaya almıştır. Deyrizor şehir merkezinin bir bölümü IŞİD, bir bölümü ise rejimin elindedir.[121]
2014 yılının temmuz ayında şehri kuşatma altına alan Irak ve Şam İslam Devleti, 3 yıllık saldırılar sonucunda 137’nci Tugay’ın direnişini kıramadı ve 3 yıl boyunca Suriye ordusu ile İslam Devleti arasında savaş devam etti. 5 Eylül 2017 tarihinde Suriye Kaplan Kuvvetlerinin Deyrizor’a girmesiyle birlikte kuşatma fiilen kırıldı.[122] Bazı kaynaklar ABD‘nin kuşatma kırılmadan kısa bir süre önce 20 IŞİD komutanını Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetlerine ait bir araçla Suriye’nin kuzeyine kaçırdığını iddia etti.[123] Kuşatmanın kırılmasının ardından şiddetli çatışmalar ve Suriye ordusunun ilerleyişi devam etti. Suriye ordusu 7 Eylül 2017’de Deyrizor’un batısında, Ayaş Bölgesi’nde bulunan askeri depoları İslam Devleti’nden geri aldı.[124]
9 Eylül 2017’de Suriye ordusu Güney Deyrizor’da İslam Devleti’nin üstüne gitmeye devam etti ve Teym petrol arazisini ele geçirdi.[125] Güney Deyrizor’da Rusya destekli Suriye ordusu ilerlerken, ABD destekli YPG Deyrizor’un kuzeyinde Deyrizor operasyonunu başlattığını duyurdu ve harekete geçti.[126]
10 Eylül 2017’de Suriye ordusu, Rusya ordusu ile yaptığı ortak operasyon ile Deyrizor’da Irak ve Şam İslam Devleti‘nin hava üssünü kuşatmasını da deldi ve ilerlemeye devam etti.[127] YPG ise Deyrizor operasyonuna “Cezire Fırtınası” adını vererek Deyrizor’un merkezine taarruz başlattı. İlk gün 45 km yol alan ve Deyrizor’a 6 km kadar yaklaşan YPG ile IŞİD’in anlaştığı iddia edildi.[128]
10 Eylül 2017 sonrası Rusya’dan yapılan açıklamada Suriye ordusunun kentin yüzde 85’ini kontrol ettiği duyuruldu. ABD destekli YPG ise Suriye ordusu ile Irak’taki Şii grupların sınırda koridor kurmasını engellemek için Deyrizor’a operasyonunu sürdürdü. Fırat’ın bir tarafında Suriye ordusu ilerlerken diğer tarafında YPG ilerlemeye devam etti.[129]
YPG, yaptığı son açıklamada Suriye ordusunun Fırat’ı geçmesine izin vermeyeceğini[130] açıklarken Rusya Dışişleri sözcüsü Maria Zakharova Suriye ordusunun Fırat’ın doğusuna geçtiğini söyledi.[131] Diğer yandan Suriye Devlet Başkanı Esad‘ın danışmanı Buseyna Şaban, Suriye topraklarının hepsi Suriye ordusunun eline geçene kadar savaşılacağını söyledi. Savaşılacak gruplar arasında ABD destekli YPG‘nin de olduğunun altını çizdi.[132]
16 Eylül 2017 gecesi saat 03.00 sularında Suriye ordusu ile Rus ordusu savaş uçakları ile YPG‘yi vurdu. Saldırının Deyrizor’un doğusunda Sanayi bölgesi yakınlarında yapıldığı iddia edildi.[133]
Suriye ordusu, havaalanı kuşatmasını deldikten sonra havaalanı çevresine taarruz başlattı. Havaalanın kuzeyinde bulunan el-Cufra köyü IŞİD’den geri alındı.[134]
17 Eylül 2017 gecesi Suriye ordusu Fırat’ın doğusunda Mazlum ve Marrat bölgelerini ele geçirdi. Böylece Fırat’ın doğusuna resmi olarak da geçmiş oldu. ABD daha önce Fırat’ın doğusunu “kırmızı çizgi” olarak adlandırmış, ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun komutan yardımcısı Robert Jones, Suriye ordusunun Fırat’ın doğusuna geçmesine izin vermeyeceklerini söylemişti. Fırat’ın doğusunda hızla ilerleyen Suriye ordusu güçlerinin sonraki hedefinin Haseke olduğu iddia edildi. İddialara göre Suriye ordusunun amacı Haseke’yi de ele geçirip Irak’ta bulunan Kürt bölgesi ile Suriye’de bulunan Kürt bölgesinin bağlantısını kesmek.[135][136]
Suriye ordusu 5 Eylül 2017’de Deyrizor’daki İslam Devleti kuşatmasını kırdıktan sonra 3 Kasım 2017’de Deyrizor’un merkezini tamamen ele geçirdi. Ordunun Deyrizor’u ele geçirmesi Suriye Devlet Televizyonundan “Şehir terörizmden tamamen kurtuldu.” olarak verildi.[137] Suriye ordusu Deyrizor’un merkezini ele geçirmiş olsa bile şehrin kuzeyinde YPG bulunuyor ve birçok alana sahip. Kuzeyde YPG, güneyde Suriye ordusu Deyrizor’u tamamen ele geçirip İslam Devleti’ni Suriye’den attı. İslam Devleti’nin son toprağı Irak üzerindeki Qaim kenti. Bu bölgeye de ekimin sonunda Irak ordusu operasyon başlatmıştı.
Güney Cephesi
Dera, Süveyda ve Kuneytire illerinde rejim ile muhaliflerin oluşturduğu Güney Cephesi arasında çatışmalar sürmektedir. Bu çatışmalara İsrail, El Nusra Cephesi ve IŞİD de dahil olmaktadır.[138]
Humus Cephesi
Rejimin Humus şehir merkezini muhaliflerden alması sonrası, muhalifler şehrin kuzey kırsalına çekilmiştir.[139] Palmira ve Karyatayn çevresinde de çatışmalar sürmektedir.[140][141]
Kuzey Cephesi
Suriye’nin kuzeyindeki Halep, İdlip ve Hama illerinde rejim ve muhaliflerin oluşturduğu Fetih Ordusu arasında çatışmalar sürmektedir. Bunun yanında YPG ile IŞİD arasında ve IŞİD ile rejim ve muhalefet arasında da çatışmalar yaşanmaktadır. YPG ile Özgür Suriye Ordusu ve diğer muhalif gruplar ise ateşkes yapmışlar, kısa süre sonra ise ateşkes bozulmuştur.[142]
2015 yılında Fetih Ordusu, İdlip, Cisr eş Şuğur ve Eriha‘yı ele geçirerek rejimi İdlip ilinden Fua ve Kefraya kasabaları dışında tamamen püskürtmüştür.[143] 2016 yılı başında rejim ve müttefikleri muhaliflerin Azez koridorunu kapatmışlardır. Ayrıca Halep’in batı kırsalında muhaliflerden, doğu kırsalında ise IŞİD’den pek çok yerleşim birimini geri almışlardır.[144]
7 Eylül 2017 gecesi İsrail Hava Kuvvetleri, Suriye’nin Hama ilinde bulunan Suriye askeri araştırma tesisini bombaladı. Saldırıda 2 Suriye askeri öldü. İsrail, bombalama sebebini kimyasal silah olarak gösterdi.[145] Bazı kaynaklar, tesisin yanı sıra Hizbullah‘a giden yardım konvoyunun da vurulduğunu iddia etti.[146]
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, 14-15 Eylül’de gerçekleştirilen Astana Görüşmeleri’nde İdlib’in çatışmazlık bölgesi ilan edidiğini ve üç ülkenin – Türkiye, Rusya, İran- gözlemcilerinin İdlib’in belirli yerlerine yerleştirileceğini duyurdu. Amacın, Suriye ordusu ile Özgür Suriye Ordusu militanları arasında çatışmayı engellemek olduğu açıklandı. Ayrıca, Suriye’deki savaşın siyasi çözümle sona ereceği söylendi.[147] Türkiye’nin daha önce Suriye’nin muhalif örgütlerine desteğini kestiğini iddia edilmişti.[148]
Lazkiye Cephesi
Rejimin kalesi olarak adlandırılan Lazkiye ilinin büyük bölümü rejim güçlerinin elinde olsa da, muhalifler İdlip‘te kazandığı başarılardan sonra Lazkiye ilinin doğusunda rejim elindeki bazı yerleşim birimlerini ele geçirmiştir.[149] İdlip-Lazkiye sınırını oluşturan Türkmen Dağları’nda da rejim ile muhalif arasında çatışmalar devam etmektedir.[150]
2015 yılı sonu ve 2016 yılı başında Rus hava desteği ile rejim kaybettiği pek çok bölgeyi geri almıştır. Türkmen Dağı ve Kürt Dağı’nda önemli kazanımlar elde etmiştir.[116][151]
Rakka Cephesi
Özgür Suriye Ordusu ve El Nusra Cephesi‘nin başını çektiği muhaliflerden 2014 yılında IŞİD’in eline geçen Rakka ve çevresini geri almak için Suriye Ordusu güneyden taarruz başlatmıştır. Ayrıca Kuzey Rakka’da da Suriye Demokratik Güçleri ile IŞİD arasındaki çatışmalar devam etmektedir.
Rojava Cephesi
Rejimin doğu illerinden büyük oranda çekilmesi sonucu doğu kırsalı büyük oranda IŞİD ve Kürt grupların eline geçmiştir. Bu iki grup aralarında savaşmaktadır. Rejim güçleri ile IŞİD arasında da Deyrizor, Haseke ve Şaddadi’de çatışmalar devam etmektedir.
Şam Cephesi
Başkent Şam‘da rejim güçleri büyük oranda kontrolü sağlasa da, Lübnan sınırında ve Doğu Guta’da çatışmalar devam etmektedir. Rejim güçleri ile DEAŞ ve diğer muhalif gruplar arasında çatışmalar yaşanmaktadır.[152]
Gelişmiş silahlar ve kitle imha silahlarının kullanımı
Kimyasal silahlar

Baas Partisi hükûmeti ve muhalif güçler, en ciddisi Guta Saldırıları olmak üzere birden çok kez kimyasal saldırılarda bulunmakla suçlanmıştır.
29 Nisan 2013 tarihinde, Baas Partisi güçlerinin Saraqib’e düzenlediği bir saldırıda 2 kişi ölmüş ve 13 kişi yaralanmıştır; yaralıları tedavi eden ve ölülerin kanlarını analiz eden Türk doktorlar kurbanların kanlarında sarin bulmuşlardır.[153] Fransız istihbaratı da bölgeden kan, irin, toprak ve sarf malzemesi numuneleri toplamış ve laboratuvarlardaki analizler sarin kullanımını teyit etmiştir.[154]
13 Haziran 2013 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri, Suriye Ordusu’nun pek çok kez muhaliflere karşı sınırlı kimyasal saldırılar düzenlediğini ve bu saldırılarda 100-150 kişinin hayatını yitirdiğini kesin kanıtlarla duyurmuştur.[155]
5 Ağustos 2013 tarihinde Suriye Ordusu’nın, Şam’ın Adra ve Houma mahallelerinde kimyasal saldırılar düzenlediği ve saldırılardan 400 kadar kişinin etkilendiği belirtilmiştir. Saldırıda kimyasal silahlara maruz kalanların video görüntüleri internete yüklenmiş ve yayılmıştır, fakat kimyasal silahın türü tespit edilememiştir.[156]
21 Ağustos 2013 tarihinde, Suriyeli insan hakları savunucuları Suriye Ordusu’nun Doğu Guta bölgesinin Jobar, Zamalka, ‘Ain Tirma ve Hazzah bölgelerine sistematik bir kimyasal saldırı düzenlediğini ve en az 635 kişinin saldırının ilk anında hayatını kaybettiğini acil olarak duyurmuşlardır. Saldırılar Baas Partisi tarafından yalanlanmış ve video görüntülerinin sahte olduğu iddia edilmişse de, Birleşmiş Milletler’in üç haftalık soruşturmaları ve saha araştırmaları sonucunda saldırı kesinleşmiş ve saldırıda kullanılan kimyasal gazın sarin gazı olduğu netlik kazanmıştır.[157] Birleşmiş Milletler misyonunun yaptığı araştırmalar, “saldırının bir düzenli ordunun düzenleyebileceği tarzda olduğu, saldırıda kullanılan roketlerin yeni yapım Rus roketleri olduğu, roketlerin Suriye Ordusu kontrolündeki bölgeden ateşlendiği ve büyük ihtimalle saldırıdan Baas Partisi’nin sorumlu olduğu” sonucuna ulaşmıştır.[158][159] Suriye’deki muhalif unsurlar ve Irak Hükûmeti kimyasal saldırıların failinin IŞİD olduğunu iddia etmiştir.[160]
Amerika Birleşik Devletleri’nin, Baas Partisi’ni bu kimyasal saldırı nedeniyle cezalandıracağını ilan etmesinin ardından Suriye kimyasal silahlarından vazgeçmeyi kabul etmiş ve bir BM misyonu ülkeye gelerek Suriye’nin kimyasal kapasitesini yok etmeye başlamıştır.[161][162][163]
Suriye Hükûmeti, 2013 Kasım ayında ülkede bulundurduğu tüm kimyasal silah tesislerini ve stoklarını imha etmiştir.[164]
Ahrar-uş Şam ve El Nusra Cephesi mensupları 28 Mayıs 2013 Adana‘da polis tarafından gerçekleştirilen operasyonlarda, kimyasal silahlarla yakalanmıştır.[165] CHP‘li milletvekili Eren Erdem Suriye’de kullanılan kimyasal silahların bir bölümünün Türkiye üzerinde gönderildiğini iddia etmiştir.[166]
Misket bombaları
Merkezi New York‘ta bulunan İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Beyrut kaynaklarına göre, Suriye Ordusu askerleri Eylül 2012 tarihinde misket bombaları kullanmaya başlamıştır. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Silahlar bölümü başkanı Steve Goose, “Esad, her yerde yasak olan misket bombasını acımasızca kullanmayı artarak sürdürüyor ve bunun bedelini masum siviller canları ya da organlarını kaybederek ödüyor,” demiştir. Silahın kullanımın ilk kurbanlarının son kurbanlar olmadığı, silahın patladıktan sonra ardında bıraktığı küçük misketlerin daha sonra da patlayarak sivilleri öldürmeyi ve sakat bırakmayı sürdürdüğü bildirilmiştir.[167]
Scud füzeleri
Aralık 2012 tarihinde Baas Partisi güçleri, özellikle Halep şehrine karşı olmak üzere, muhaliflerin yönettiği şehirlere karşı Scud füzeleriyle saldırılar düzenlemeye başlamıştır.[168] Aralık ve Ocak ayları arasında şehri vuran Scud füzelerinin sayısının 40’tan fazla olduğu bildirilmiştir.[169] Birleşmiş Milletler Scud füzeleriyle düzenlenen bu büyük saldırıları kınamıştır.[170] Scud füzeleriyle düzenlenen saldırılar ülkede binlerce sivilin ölümüne neden olmuştur.[171][172][173]
Canlı bombalar
İngiliz The Guardian Gazetesi’nin doğrulayamadığı bir haberde Suriyeli bir subay, ABD savaş uçaklarına karşı Suriye Ordusu’nda 13 pilotun kamikaze saldırısı düzenlemeye hazır oldukları yönünde imza attığını, 3000 intihar saldırganının da ABD hava kuvvetlerine saldırı düzenleyebileceği yönünde bilgi verdiği iddia edilmiştir.[174]
Özellikle Halep ve Şam şehirlerinde, IŞİD ve El Nusra benzeri muhalif örgütler tarafından şehir meydanlarına, üniversitelere, devlet ve hükûmet binalarına ve Alevi köylerine karşı intihar saldırıları düzenlenmiştir.[175][176][177][178]
Vakum bombası
Hava-yakan bomba olarak da bilinen termobarik silahlar, Baas Partisi güçleri tarafından muhalif şehirler üzerinde kullanılmıştır. 2012 tarihinden itibaren, Esad yönetimine sadık hava güçlerinin muhalefet gösteren sivil yerleşim yerlerine vakum bombaları bıraktığı bildirilmiştir.[179] Silahlar yoğun olarak Halep Muharebesi ve Kafr Batna Savaşı’nda kullanılmıştır.[180] Birleşmiş Milletler insan hakları soruşturmaları paneli, Beşar Esad’a sadık güçlerin vakum bombalarıyla muhalif Kusayr şehrinin yerleşim yerlerini Mart 2013 tarihinde defalarca kez bombaladığını doğrulamıştır.[181]
Napalm bombası
Ağustos 2013 tarihinde, Baas Partisi güçlerinin Napalm-benzeri yangın çıkaran bir bombayla Kuzey Suriye’de bir okula saldırı düzenlediği bildirilmiştir.[182]
Muhalifler
Suriye muhalefeti
Suriye‘de ılımlı muhalefetin çatı örgütü Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonudur. SDMGK‘ya bağlı olarak Özgür Suriye Ordusu başta olmak üzere Suriye Türkmen Ordusu ve Nureddin Zengi Hareketi gibi pek çok muhalif grup vardır.[183]
Ilımlı muhalefetin dışında İslami Cephe ve El Nusra Cephesi başta olmak üzere pek çok İslamcı muhalif grup vardır. Bu gruplar, ılımlı muhaliflerden farklı olarak İslami yasalarla yönetilen bir Suriye kurmak istemektedirler.[184][185]
PYD
PYD silahlı kolu YPG ile iç savaşa dahil olmaktadır. Bunun yanında Kuzey Suriye‘de muhaliflerle Burkan el-Fırat ve Suriye Demokratik Güçleri gibi ortak operasyon güçlerinde de yer almaktadır.[186][187]
Irak ve Şam İslam Devleti
IŞİD (DAİŞ, DEAŞ ya da İslam Devleti) olarak adlandırılan örgüt, ilk olarak El Kaide‘nin Irak ve Suriye kolu olarak ortaya çıkmıştır. Ardından Suriye’de temsil konusunda El Nusra Cephesi ile anlaşmazlığa düşmüş ve El Kaide’den bağımsız olarak hareket etmeye başlamıştır. IŞİD, günümüzde dünya genelinde İslami bir devlet kurmak amacıyla hareket etmektedir. Diğer İslamcı örgütlerden farklı olarak, uluslararası sınırları tanımamaktadır. 2014 yılında Suriye’de savaşa dahil olmuş, 2017 yılının sonunda Suriye’deki son toprağı Deyrizor’u kaybedip Suriye İç Savaşı’nda saf dışı kalmıştır.[188]
Uluslararası durum

Birçok ülke ve uluslararası kuruluş, cumhurbaşkanı Beşşar Esad ve yönetimini halka zulm çektiriyor söylemiyle yaptırımlara uğratmıştır; Beşşar Esad ve tüm çevresinin mal varlıkları dondurulmuştur.
Bazı ülkeler muhalif gruplara silah yardımı yapmıştır. Net olmasa dahi bazı iddialara göre bu ülkeler Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye‘dir. BM Güvenlik Konseyi, Suriye rejimine yaptırım kararı almak için toplansa da, rejime yakın Rusya ve Çin bunları veto etmiştir.
Konseyde net karar alınamayınca Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa Suriye Halkının Dostları Grubu adlı bir grup oluşturmuştur. Birçok kez grup toplanıp yaptırım karar almıştır. Son olarak Suriye, Türkiye‘nin F-4 savaş uçağını düşürmesiyle (Haziran 2012 Türk uçağının düşürülmesi), NATO olağanüstü toplanmış ve olayı çok sert bir şekilde kınamıştır.
Birleşmiş Milletler, Suriye’deki Baas Partisi Hükûmeti’ni meşru otorite olarak tanımaktadır.[189]
Suriye hükûmetini destekleyenler
3 ülke Suriye’yi destekler ve dış müdahaleye karşı çıkar. Bunlar; Rusya, Çin ve İran.[190] Ayrıca Hizbullah ve beraberinde birkaç aşiret[191] (Lübnan‘dan) rejimin yanında savaşmaktadır.
Muhalifleri destekleyenler
Muhalifleri destekleyen ülkelerin önde gelenleri Suudi Arabistan, Katar, ABD, Birleşik Krallık,[192] Fransa, Almanya, Libya ve Türkiye‘dir. Askeri ve ticari destek veren ülkeler ise sadece Türkiye, ABD, Katar, Suudi Arabistan[193] ve Libya‘dır.
Mezhep çatışmaları
Suriye
Suriye‘de muhalif kesimin Baas Partisi rejimine karşı başkaldırmasında Sünni gruplar etkilidir. Muhalefetin neredeyse tamamı Sünni, rejimin de neredeyse tamamının Arap Alevisi olduğu yönünde iddialar vardır, ancak buna karşıt görüşler de bulunmaktadır.[194] Bu yüzden olaylar bazı uzmanlar ve kuruluşlar tarafından mezhep kavgası şeklinde yorumlanmıştır.[kaynak belirtilmeli] Nusayri gruplar, iktidarı ellerinde tutmak için Suriye Hükûmeti’nin yanında gözükmüşlerdir.[kaynak belirtilmeli] Eski başbakan Riyad Ferid Hicab‘ın ülkeyi terk etmesi ve mezhep gruplarının birbirlerine karşı katliamlar yapması, mezhep kavgasını netleştirmiştir.[kaynak belirtilmeli] Ülkede bazı muhalif unsurların, gösterilerinde “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” sloganı attığı, ülkedeki kiliseleri bombaladığı ve Şii/Alevi nüfusun ağırlıklı yaşadığı bölgelerde silahlı eylemler gerçekleştirdiği ileri sürülmektedir.[195]
Lübnan
Ülkede yaşanan çatışmalar, bölgede yayılmıştır. Lübnan‘da mezhep kökenli çatışmalar yaşanmıştır. Muhalefet yanlıları Sünniler ve rejim yanlısı Nusayriler bu bahaneyle çatışmaya girmişlerdir. Güvenlik güçleri olaylara müdahale etmişlerdir.[kaynak belirtilmeli]
Çatışmalarda bazı tarikat ve dini önderlerin öldürülmesiyle, şiddet yükselmiştir. Yaklaşık 70 kişi ölmüş, 410 kişi yaralanmıştır. Çatışmalar özellikle mahalle aralarında gerçekleşmektedir. Bazı aşiretlerde çatışmalarda taraf olmuştur.[196]
Türkiye-Suriye ilişkilerindeki gerilim
Olayların başladığı günden bu yana Türkiye‘de Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti ve Suriye‘de Baas Hükûmeti arasında gerilimler yaşanmıştır. 24 Ağustos 2016 tarihinde sabaha karşı saat 4 sularında Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye’nin Cerablus bölgesine havadan ve karadan askerî harekât başlatmıştır.
El-Kaide ve diğer örgütlerin etkisi
Ülkede muhaliflerin safına katılan radikal İslamcı terörist gruplar yer almaktadır.[197] El-Kaide ve El-Nusra Cephesi gibi aşırı İslamcı grupların, rejim sonrası şeriat devleti kurma ihtimali bazı muhalif kesimleri rahatsız etmektedir. Suriye Ulusal Konseyi ile bağlantıları olmadığından İslamcı militanlar bağımsız hareket etmektedir. ABD ve batılı güçler El-Kaide’nin muhaliflere destek olmasından rahatsızlık duymaktadır. Özgür Suriye Ordusu komutanlarından Ebu Ammar, Eğer bize batıdan yeterli yardım gelmezse, El-Kaide ile işbirliği yaparız açıklamasını yapmıştır.[198]
Mülteciler
Çatışmaların başladığı zamandan bu yana, şiddet ve yaşam sorunları nedeniyle milyonlarca sivil komşu ülkelere sığınmıştır. Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak, Ermenistan ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi dahil toplamda 4,9 milyon kişi sivil komşu ülkelere sığınmıştır. Ayrıca Suriye içinde 6,3 milyon kişi yerinden edilmiştir.[199] İnsani yardıma gereksinimi olanların sayısı ise 13,5 milyonu buluyor[199]
Suriye İç Savaşı sırasında halk gıda, yakıt, işsizlik ve barınak sıkıntısı yaşamıştır. Çatışmaların şiddetinden kaçan Suriye halkı Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Irak gibi komşu ülkelere sığınmıştır.[200] Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) verilerine göre, Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sayısı 2.000.000’u geçmiş bulunmakta ve bunların 1.700.000’den fazlası mülteci kampları dışında yaşamaktadır.[201]
Suriye’deki iç savaştan kaçan mülteci kadınların birçoğu fuhuşa ve zorla evliliğe itilmektedir.[202]
Ölü sayısı
Suriye nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı. Birleşmiş Milletler‘in açıklamasına göre Suriye iç savaşında 250 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir fakat Birleşmiş Milletler Suriye iç savaşına dair istatistik toplamayı bıraktığı için ölenlerin sayısının daha fazla olduğu düşünülmektedir. Suriye Politika Araştırma Merkezi (SCPR) yayınladığı raporla 2011 Mart ile 2016 Şubat ayları arasında Suriye iç savaşında 500 bin insanın hayatını kaybettiğini, 1.88 milyon insanın ise yaralandığını belirtmiştir.[203]
2016 Suriye Geçici Ateşkesi
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye‘de ön görülen bir ateşkes anlaşması için Rusya ile anlaşmaya vardıklarını açıklamıştır.[204] Kerry, anlaşmanın IŞİD ve El Nusra örgütünü kapsamadığını ve 27 Şubat gününden itibaren geçerli olacağını belirtmiştir. Birleşmiş Milletlerin de desteklediği bu anlaşma Suriye iç savaşının başladığı Mart 2011 tarihinden bu yana ilk kez büyük çapta bir ateşkes anlaşması olarak da tanımlandı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ise varılan anlaşmaya uyacağını açıklamıştır.[205] Varılan ateşkes anlaşması ile ülkeye insani yardım malzemelerinin ulaşması sağlanmıştır. Ateşkes ile ülke genelinde gözle görülür bir değişiklik olmuş fakat çok kez bu ateşkes ihlal edilmiştir.[206][207] Suriye İnsan Hakları Ağı ateşkesin ilk dört gününde toplam 52 kez ateşkesin ihlal edildiğini öne sürmüştür.[208] İhlaller karşılığında ise taraflar birbirlerini ateşkesi ihlal etmekle suçlamıştır.[209]
Suriye’deki ateşkese rağmen Rusya‘nın hava destekli operasyonlarında Suriye Ordusu, Türkmen bölgelerine saldırmaya devam etmiştir.[210] Ayrıca Halep‘in Şeyh Mesud mahallesinde YPG ile muhalifler arasında çatışmalar devam etmiştir.[207]
7 Mart tarihinde ateşkesin 312 kez ihlal edildiği, Lazkiye, Şam, Dera ve Humus’ta çatışmaların aralıklarla devam ettiği belirtilmiştir. 8 Mart itibarıyla ateşkesin kapsadığı bölgelerde ölü sayısı 135 olarak açıklanmıştır.[211]
Suriye yerleşimiyle ilgili uluslararası toplantısı
Kazakistan‘ın başkenti Astana‘da 23-24 Ocak 2017 tarihlerinde Türkiye ve Rusya‘nın önderliğinde İran, ABD ve BM Genel Sekreteri Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura gözetiminde İç savaşın tarafları Suriye rejimi ve Suriye Muhalifleri bir araya gelerek müzakerelerde bulundu.[212]
Amerika Birleşik Devletleri’nin saldırısı
Arka plan
İdlib‘in Han Şeyhun beldesinde kimyasal gaz kullanıldığı iddia edildi. Kısa süre sonra iddia edilen saldırı ile ilgili birçok fotoğraf ve video sanal ortama yayıldı. Bunun üstüne Fransa, Birleşmiş Milletler‘in toplanması için oturum talep etti. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi saldırıda 11’i çocuk 58 kişinin öldüğünü iddia etti. Suriye ordusu ise bu suçlamaları reddederek Özgür Suriye Ordusu‘nun kimyasal gaz deposunu vurduğunu söyledi. Birleşmiş Milletler’in yoğun baskıları sonucu Rusya o tarihte herhangi bir hava harekâtı yapmadığını açıkladı. Beyaz Saray ise bu durumun göz ardı edilemeyeceğini belirtti ve bu saldırıların sorumlusunun bir önceki ABD yönetimi olduğunu söyledi. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanıysa bu durumu insanlık dışı saldırı olarak yorumladı.[213][214][215]
BM tartışmaları
Bu açıklamalar sonrası Birleşmiş Milletler toplandı. Açılış konuşmasını BM Silahsızlanma İşleri Yüksek Temsilcisi Kim Won-soo yaptı ve doğrulanırsa bu saldırının en büyük ikinci kimyasal saldırı olabileceğini söyledi. ABD’nin BM Büyükelçisi Nikki Hale ise bu saldırılara bir yaptırım uygulanmazsa devamı geleceğini söyleyerek Rusya’yı da bu durumdan suçlu tuttu. İngiltere’nin BM Büyükelçisi Matthew Rycroft ise Esad’ı Rusya’nın barış denemeleriyle dalga geçmekle suçladı. Rusya’nın “savunulamayacağı savunduğunu” ileri sürdü. Bu suçlamalar üstüne Rus Büyükelçi Yardımcısı Vladimir Safronkov, İngiliz hükûmetini “Esad’ı düşürmeye saplantılı” olarak değerlendirdi. Diğer Rus temsilciler İdlib’de daha detaylı bir araştırma yapılmasını talep etti ve internete düşen görüntülerin yalandan ibaret olduğunu söyledi. Türkiye Sağlık Bakanı Recep Akdağ ise İdlib’den getirilen 30 kişinin incelendiğini kimyasal saldırı olduğuna dair kanıt olduğunu söyledi. Çin ve Rusya çıkacak kararları veto edeceğini söylerken ABD temsilcisi “BM müdahale etmezse ABD edebilir.” açıklamasını yaptı.[216][217]
Askeri saldırı
ABD’nin Akdeniz’de bulunan savaş gemileri 03.45’te Şayrat Hava Üssü‘nü Tomahawk füzeleri ile vurmaya başladı. Saldırı sonunda 59 füze atıldı. Saldırı sonrası ilk açıklama ABD başkanı Donald Trump‘dan geldi. Saldırı emrini kendisinin verdiğini söyleyen Trump diğer ülkeleri ABD’nin yanında olmaya çağırdı. Pentagon ise saldırıdan önce Rusya’nın bilgilendirildiğini aktardı.[218] Hatta Pentagon’un, Rusya’ya “Müdahalede bulunursanız askeri çatışma çıkar.” uyarısında bulunduğu iddia edildi.[219]
Saldırı sonrası
Saldırı sonrası ilk tepki Rusya’dan geldi. Rusya, ABD’yi mevcut yönetime saldırmakla suçladı. Rusya Başbakanı Dmitri Medvedev ise “ABD ile çatışmaya ramak kalmıştı.” dedi. Bu saldırıyı meşru bulmayan, BM’nin izni olmadan yapıldığını söyleyen Rusya, ABD ile birlikte Suriye’de koordinasyon amacıyla oluşturulan sıcak iletişim hattını durduracağını açıkladı[220] ve açıklamalar sonrası Akdeniz’e son teknoloji füzeler ile donatılmış en yeni gemilerinden yolladı.[221] 9 Nisan 2017 günü Rusya lideri Putin ile İran lideri Hasan Ruhani bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşme sonunda taraflar terörle mücadele birlikte olacaklarını belirttiler ve saldırıyı kabul edilemez olarak nitelediler. Müttefik gruplardan yapılan ortak açıklamalarda ise ABD’nin kırmızı çizgiyi geçtiği vurgulandı ve “Bundan sonra her türlü saldırıya karşılık vereceğiz” dendi.[222][223]
Avrupa’dan ise ABD’yi destekler tarzda tepkiler geldi. Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Donald Tusk “ABD saldırısı, barbarca kimyasal saldırıya karşı bir kararlılığa ihtiyaç olduğunu gösteriyor. AB, Suriye’deki vahşeti bitirmek için ABD ile çalışacak.” dedi. Almanya ve Fransa ortak açıklama yapıp “Bunun sorumlusu Esad’dır.” derken İngiltere Başbakanlığı’ndan “ABD’nin eylemine tam destek veriyoruz.” açıklaması geldi. İtalya Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı Paolo Gentiloni ise bu saldırının kimyasal kullanımı sonrası doğru olduğunu vurguladı. Danimarka Başbakanı “Sivillere korkakça saldırının sonuçlarının olması güzel. ABD Esad vahşetinin cezasız kalmayacağını açıkça ortaya koydu.” açıklamasını yaptı. Polonya ve Ukrayna‘da bu saldırıya destek verdi.[224]
Türkiye cephesinde ise cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Esed rejiminin kimyasal ve konvansiyonel silahlarla işlediği savaş suçlarına karşı atılmış somut bir adım olarak bunu olumlu buluyoruz. Bunu da yeterli görmüyorum.” açıklamasını yaparken başbakan Binali Yıldırım ABD’nin yaptığı saldırının dünya kamuoyunun hislerine tercüman olduğunu söyledi ve “Her türlü desteği vermeye hazırız.” dedi.[225][226] Ordu cephesinden ise hükûmet ve cumhurbaşkanının aksine saldırıya tepki geldi ve emekli generaller saldırıyı “Kürt koridoruna hayat öpücüğü.” olarak değerlendirdi.[227]
Yeniden yapılanma


Birleşmiş Milletler yetkilileri Suriye’deki savaşın yaklaşık 400 milyar dolara ulaşan bir yıkıma neden olduğunu tahmin ediyor.[228] SNHR, 2017’de savaşın Suriye camilerinin yaklaşık %39’unu ibadet için kullanılamaz hale getirdiğini bildirdi. 2011 ile 2017 yılları arasında Suriye’de 13.500’den fazla cami yıkıldı. 2013 yılına kadar yaklaşık 1.400 cami yıkılırken, 2013 ile 2017 yılları arasında 13.000 cami yıkıldı.[229] Suriye savaş gözlemcisine göre, 2011’den bu yana Suriye savaşı sırasında 120’den fazla kilise hasar gördü veya yıkıldı; ve bu saldırıların %60’ı Esad yanlısı güçler tarafından gerçekleştirildi.[230]
Savaş devam ederken, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, Suriye’nin savaştan zarar görmüş ülkeyi kendi başına yeniden inşa edebileceğini söyledi. Temmuz 2018 itibarıyla yeniden inşanın en az 400 milyar ABD dolarına mal olacağı tahmin ediliyor. Esad, bu parayı dost ülkelerden, Suriye diasporasından ve devlet hazinesinden borç alabileceğini söyledi.[231] İran, Suriye’nin yeniden inşasına yardım etmekle ilgilendiğini belirtti.[232] Bir yıl sonra bu gerçekleşiyor gibi görünüyordu, İran ve Suriye hükûmeti, İran’ın şebekenin %50’si hasar gören Suriye enerji şebekesinin yeniden inşasına yardım edeceği bir anlaşma imzaladı.[233] Uluslararası bağışçılar, yeniden inşanın finansörlerinden biri olarak önerildi.[234] Kasım 2018 itibarıyla, yeniden inşa çabalarının çoktan başladığına dair raporlar ortaya çıktı. Yeniden inşa sürecinin karşı karşıya olduğu en büyük sorunun yapı malzemesi eksikliği ve var olan kaynakların verimli bir şekilde yönetilmesinin sağlanması gerektiği bildirildi. Yeniden inşa çabaları şimdiye kadar sınırlı bir kapasitede kaldı ve sıklıkla şehrin belirli bölgelerine odaklandı, böylece dezavantajlı insanların yaşadığı diğer bölgeler göz ardı edildi.[234] Suriye’de altyapıyı yeniden inşa etmek için çeşitli çabalar devam ediyor. Rusya, Suriye’nin Tartus limanını modernize etmek için 500 milyon dolar harcayacağını söylüyor. Rusya ayrıca Suriye’yi Basra Körfezi‘ne bağlamak için bir demiryolu inşa edeceğini de söyledi.[235] Rusya ayrıca BM’nin kurtarma çalışmalarına da katkıda bulunacak.[236] Suriye, iki Rus firmasına petrol arama sözleşmeleri verdi.[237]
Suriye, dünya çapında yüzün üzerinde gelişmekte olan ülkede altyapıya yatırımı teşvik etmek için tasarlanan Çin‘in “Bir Kuşak, Bir Yol” ɡirişimine katılmak için Çin ile ciddi diyalog içinde olduğunu duyurdu.[238][239] 12 Ocak 2022 Çarşamba günü Çin ve Suriye, Şam‘da bir mutabakat zaptı imzaladı. Muhtıra, Suriye Tarafı Planlama ve Uluslararası İşbirliği Komisyonu Başkanı Fadi al-Khalil ve Çin tarafının Şam Büyükelçisi Feng Biao tarafından imzalandı. Muhtıra, Suriye’nin Çin ve diğer ortak ülkelerle ticaret, teknoloji, sermaye, insan hareketi ve kültürel değişim gibi alanlarda iş birliğini genişletmeyi amaçlayan girişime katılmasını öngörüyor. Diğer ayrıntıların yanı sıra, ortak devletlerle bu iş birliğinin geleceğini tanımlamayı amaçlıyor.
Galeri
-
Azaz şehrinde çatışmalarda yıkılmış bir ev
-
Muhalifler Humus şehrinde gösteri yapıyor
-
Beşşar Esad yandaşları Lazkiye‘de miting yapıyor.
-
Humus‘taki çatışmalar
-
Suriye polisi
-
Şam‘da yüksek güvenlik
-
Yıkılmış camii avlusu
-
Suriye Askerleri
-
Hükûmet güçlerinin üssü
-
Mülteci kampı (Türkiye)
-
Azez kasabası
-
ÖSO askerlerinin kamyoneti
Ayrıca bakınız
- Orchard Operasyonu
- Halep Muharebesi
- Deyrizor Kuşatması
- Azez Muharebesi
- Palmira Muharebesi
- Türkiye-IŞİD çatışması
- Irak ve Şam İslam Devleti’ne karşı yapılan askerî müdahaleler
- Kobani Kuşatması
- Zabadani Muharebesi
- Şubat 2016 Humus saldırısı
- Suriye-Türkiye ilişkileri
- 2025 Suriye Alevi katliamları
Notlar
- ^ 8 Aralık 2024‘e kadar
- ^ Sayı, ayrı sütunlarda listelenen IŞİD ve SDG dışındaki tüm hükûmet karşıtı güçleri içermektedir.
- 2011 – Kenan Evren, kurucularından biri olduğu Mehmetçik Vakfına röportaj verdi. Bu, Evren’in son röportajı oldu.
Kenan Evren TOP.1938-50 |
|
---|---|
![]() |
|
1988’de Kenan Evren | |
7. Türkiye Cumhurbaşkanı | |
Görev süresi 9 Kasım 1982 – 9 Kasım 1989 |
|
Başbakan | Bülent Ulusu (1980-83) Turgut Özal (1983-89) |
Yerine geldiği | Kendisi (devlet başkanı olarak) |
Yerine gelen | Turgut Özal |
Türkiye Devlet Başkanı | |
Görev süresi 12 Eylül 1980 – 9 Kasım 1982 |
|
Başbakan | Bülent Ulusu |
Yerine geldiği | İhsan Sabri Çağlayangil (vekâleten cumhurbaşkanı) |
Yerine gelen | Kendisi (cumhurbaşkanı olarak) |
Millî Güvenlik Konseyi Başkanı | |
Görev süresi 12 Eylül 1980 – 7 Aralık 1983 |
|
TSK Genelkurmay Başkanı | |
Görev süresi 7 Mart 1978[1] – 1 Temmuz 1983 |
|
Yerine geldiği | Semih Sancar |
Yerine gelen | Nurettin Ersin |
Türk Kara Kuvvetleri Komutanı | |
Görev süresi 5 Eylül 1977 – 6 Mart 1978 |
|
Yerine geldiği | Semih Sancar |
Yerine gelen | Nurettin Ersin |
Ege Ordu Komutanı | |
Görev süresi 30 Ağustos 1976 – 30 Ağustos 1977 |
|
Yerine geldiği | Turgut Sunalp |
Yerine gelen | Sait Özçivril |
TSK Genelkurmay II. Başkanı | |
Görev süresi 30 Ağustos 1975 – 30 Ağustos 1976 |
|
Yerine geldiği | Adnan Ersöz |
Yerine gelen | Vecihi Akın |
Türk Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı | |
Görev süresi 17 Ağustos 1973 – 28 Ağustos 1975 |
|
Yerine geldiği | Zeki Erbay |
Yerine gelen | Vecihi Akın |
Kişisel bilgiler | |
Doğum | Kadir 17 Temmuz 1917 Kula, Manisa, Osmanlı İmparatorluğu |
Ölüm | 9 Mayıs 2015 (97 yaşında) Ankara, Türkiye |
Defin yeri | Devlet Mezarlığı, Ankara |
Milliyeti | Türk |
Evlilik(ler) |
Sekine Evren
(e. 1944; ö. 1982) |
Çocuk(lar) | 3 |
Bitirdiği okul | |
Mesleği | Asker · Devlet adamı · Ressam |
Dini | İslam |
Ödülleri | ![]() ![]() ![]() |
İmzası | ![]() |
Askerî hizmeti | |
Takma adı | Evren Paşa |
Bağlılığı | ![]() |
Branşı | ![]() |
Hizmet yılları | 1938-1983 |
Rütbesi | ![]() |
Birimi | Genelkurmay II. Başkanlığı |
Komutası |
|

Ahmet Kenan Evren (17 Temmuz 1917, Kula, Manisa – 9 Mayıs 2015, Ankara), Türk asker, devlet adamı ve ressam. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 17. Genelkurmay Başkanı, 12 Eylül Darbesi sonrası Türkiye’nin Devlet Başkanı (1980-1982) ve 7. Cumhurbaşkanıdır (1982-1989). Ayrıca 1982 yılında kurulan Mehmetçik Vakfının kurucularındandır. 1998 yılında “Atatürk” adlı yağlı boya tablosunun 105 milyar liraya satılmasıyla dönemin yaşayan en pahalı Türk ressamı olmuştur. Osmanlı Devleti‘nin vatandaşı olarak doğmuş son Türkiye cumhurbaşkanıdır.
Maltepe Askerî Lisesi, Kara Harp Okulu, Topçu Okulu ve Kara Harp Akademisini bitirdi. Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Ordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığından sonra 7 Mart 1978’de Genelkurmay Başkanı oldu. Görevi sırasında 12 Eylül 1980 günü gerçekleştirdiği askerî darbeyle Devlet Başkanlığı ve Millî Güvenlik Konseyi Başkanlığı görevlerini de üstlendi. 1982’de kendisi ve diğer Millî Güvenlik Konseyi üyesi komutanların aralarında topladıkları biner TL ile Mehmetçik Vakfını kurdu. 7 Kasım 1982’de halkoyuna sunulan ve %91,37 oy oranı ile kabul edilen yeni anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yedinci cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Okuma yazma oranının yükseltilmesi, kız çocuklarının mutlaka okutulması, nüfus artış hızının azaltılması, okul yapımının çoğaltılması için başlattığı “Kendi okulunu kendin yap.” kampanyası için çalıştı. 9 Kasım 1989’da görev süresini tamamlayarak Marmaris’e yerleşti.
Cumhurbaşkanlığından sonra anılarını ve diğer kitaplarını yazarak, resim yaparak, kişisel resim sergileri açarak, ziyaretleri kabul ederek, ziyaretlerde bulunarak, balolara katılarak ve kurduğu “Kenan Evren Eğitim Kültür Vakfı” ile ilgilenerek günlerini geçirdi. 1990’da Atatürk Uluslararası Barış Ödülü‘ne layık görüldü. 1990-1991 yıllarında kendi yazdığı ve 6 ciltten oluşan Kenan Evren’in Anıları adlı otobiyografisini yayımladı.
18 Haziran 2014 tarihinde Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından; 12 Eylül 1980’de dönemin Başbakanı Süleyman Demirel‘e muhtıra vermek, T.C. Anayasası‘nı ve Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan müebbet hapis cezası verilmesine ve orgenerallik rütbesinin erliğe düşürülmesine karar verildi. Ankara 10. Ceza Mahkemesi’nin mahkûmiyet hükmü temyiz edilmiş ancak 24 Kasım 2014 itibarıyla Yargıtay sürecine henüz başlanmamıştı. Evren ve Tahsin Şahinkaya‘nın ölümlerinin ardından Yargıtay süreci devam eden kamu davası düşmüş oldu, kararlar kesinleşmedi. Yıllar sonra, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası; Evren’in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Evren ve Şahinkaya’ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması” kapsamında meslekten ihraç edildi. Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu.
9 Mayıs 2015’te tedavi gördüğü Gülhane Askerî Tıp Akademisinde 97 yaşında öldü.
İlk yılları, eğitimi ve askerlik kariyeri
İlk yılları
Kenan Evren, Arnavut kökenli Hayrullah Evren (1877-1957) ve Bulgaristan Türkü Naciye Evren’in (1885-1983) dördüncü ve son çocuğu olarak doğdu. Nüfus cüzdanı, doğduktan 6 ay sonra Alaşehir‘de alındığı için resmiyette 1 Ocak 1918’de Alaşehir’de doğduğu yazsa da sonradan yaptığı araştırmalara göre Evren, 17 Temmuz 1917 tarihinde Kula‘da dünyaya geldi. Babası Hayrullah Evren bugün Sırbistan‘da bulunan Preşova kasabasından İstanbul’daki amcasının yanına yerleşmiş, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) Teşkilatında aşar kontrol memuru olarak görev yapmıştı. Anne tarafı ise Bulgaristan‘ın Ziştov kentinden göç ederek Soma‘ya yerleşmişti.
Kadir Gecesi doğduğundan dolayı Evren’e “Kadir” adı verildi, on beş gün kadar adı “Kadir” olarak kaldı. Ağabeyi Ragıp’ın isteği üzerine babası, “Kadir” adından vazgeçip Evren’e “Ahmet Kenan” adını koydu.
15 Mayıs 1919’da Yunanlar İzmir’e asker çıkararak Anadolu içlerine doğru Osmanlı topraklarını işgale başladığında Evren ve ailesi Alaşehir‘deydi. Yunanlar Alaşehir’e yaklaştıklarında Evren’in ailesi Alaşehir’i terk edip Denizli’ye göç etti. O tarihte at ve katır üstünde gerçekleşen göç sırasında Evren, henüz iki yaşındayken, kuvvetli bir ishale yakalandı. Annesi, Evren’i sırtında ve kucağında taşımaktan bitap düşüp oğlunun öleceğini tahmin ederek onu yolda bırakmayı dahi düşünmüşse de bırakmadı ve Evren ailesi Denizli’ye yerleşti. Kurtuluş Savaşı‘nın kazanılmasından sonra Evren’in babası önce Bergama’ya, sonra Muğla’ya tayin edildi. Aile Muğla’ya geçti.
Eğitimi
Kenan Evren, 7 yaşındayken Muğla’da ilkokula başladı. Birinci sınıfı burada okudu. Daha sonra babasının tayini Alaşehir’e çıktı. İlkokulun diğer sınıflarını Alaşehir‘de, ortaokulu Manisa‘da okudu. Bu dönemde yaşanan Menemen Olayı kendisini etkiledi, ilk portre resmini Mustafa Fehmi Kubilay‘ın resmi olarak yaptı.
Evren, liseyi Maltepe Askerî Lisesinde okudu. 1938’de Kara Harp Okulunu bitirerek topçu asteğmen oldu. Topçu Okulunda iken Mustafa Kemal Atatürk‘ün ölümü kendisini derinden etkiledi. Anıları‘nın ilk cildinde Atatürk’ün ölümünden bahsetti.
Şubat 1939’da teğmen oldu. 1940’ta Topçu Okulunu bitirdikten sonra çeşitli birliklerde görev yaptı. Ağustos 1942’de üsteğmenliğe yükseldi. 1946 yılına kadar çeşitli topçu birliklerinde Batarya Takım Komutanı ve Batarya Komutanı olarak görev yaptı. 1946 yılında girdiği Kara Harp Akademisini 1949 yılında kurmay yüzbaşı olarak bitirdi.
Askerlik kariyeri
Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra Genelkurmay Eğitim Şubesi kısım amirliği, 1. Ordu Harekât Dairesi başkan yardımcılığı yaptı, Kara Harp Akademisinde öğretmenlik etti. 1958-1959 yıllarında, Kore Savaşı’nın ardından Güney Kore‘de kalan Türk Tugayında harekât ve eğitim şube müdürü ve kurmay başkanı olarak görev aldı. Türkiye‘ye döndükten sonra 1959-1961 arasında Ordu Donatım Okulu kurmay başkanlığı ve 2. Ordu harekât eğitim başkanlığı görevlerini üstlendi. O sırada 27 Mayıs Darbesi‘yle ordu yönetime el koymuştu. 227. Piyade Alayı komutanlığı, 9. Kolordu kurmay başkanlığı, Kara Kuvvetleri Okullar Dairesi başkanlığı yaptı. 1964’te tuğgeneral, 1967’de tümgeneral oldu. 58. Er Eğitim Tümeni komutanlığı ve 2. Ordu kurmay başkanlığı görevlerine atandı. 1970’te korgeneralliğe yükseldi. 1970-1972 arası Trabzon’da 11. Kolordu komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Denetleme Kurulu başkanlığı görevlerinde bulundu. 1974’te orgeneral olarak Genelkurmay İkinci Başkanlığına getirildi. 1976 ile 1977 yıllarında Ege Ordusu komutanlığı görevinde bulundu.
Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun‘un 1 Haziran 1977’de, Kanlı 1 Mayıs‘tan (1 Mayıs 1977) sonra darbe girişiminde bulunacağı iddiasıyla, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel tarafından 200 asker ile birlikte resen emekliye sevk edilmesiyle Kenan Evren’e Genelkurmay Başkanlığı yolu açıldı. Gelecekteki Genelkurmay Başkanı olmasına kesin gözüyle bakılan Ersun’un emekliye ayrılması Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki dengelerin ve kıdem geleneğinin bir anda altüst olmasına neden oldu. Bu karışık dönem nedeniyle Genelkurmay Başkanı Semih Sancar‘ın görev süresi bir yıl uzatılırken bu arada Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelecek yani bir yıl sonra Genelkurmay Başkanı olacak isim konusunda bir anlaşmazlık baş gösterdi. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 1. Ordu Komutanı Adnan Ersöz’ü isterken Başbakan Demirel 3. Ordu Komutanı Ali Fethi Esener’in Kara Kuvvetlerinin yeni komutanı olmasını istedi. Ancak Ne Demirel ne de Korutürk geri adım atınca her iki komutan da görev süreleri bittiğinden 30 Ağustos 1977’de emekliye ayrıldı. Böylece kıdem sırasında 4. olan Evren, önündeki 3 kişinin görev sürelerini tamamlayarak emekli olmasıyla beklenmedik biçimde 5 Eylül 1977 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 1977-1978 yıllarında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Evren, 6 Mart 1978’de Genelkurmay Başkanlığına atandı.
Evren, Genelkurmay Başkanı olduktan sonra 17 Mart 1978 tarihli emriyle 1 numaralı direktifini orduya yayımladı. Kamuoyunda ve Türk Silahlı Kuvvetlerinde olumlu karşılanan bu direktifin bazı maddeleri şöyleydi:[14]
— Savurganlıktan vazgeçilecektir. Her kademedeki komutan her hususta tasarrufa azami riayet edecektir.
— Gittiğim garnizonlarda komutanlar ancak bir yemek verecek. Bu yemek de çok basit, mümkünse tabildot yemeği şeklinde olacak. Diğer yemek paraları ve orduevindeki yatak ücretleri mutlaka alınacak. Zira geçici görev yolluğu bunun için veriliyor.
— Garnizonlara gittiğimde komutanlar beni şehir dışında il hududunda değil, garnizonda merasim bölüğü ile karşılayacak.
— Emniyet mülahazası ile yollara asker dizilmeyecek. Zira bu erler saatlerce, bazen yağmur altında soğukta arazide kalmakta, hiç de yararı olmamaktadır. Kaldı ki zaten komutan arabasının arkasından bir koruma aracı takip ettiği gibi önde de eskort aracı bulunmaktadır.
— Bayramlarda tebrik kartları ancak iki üst makama kadar gönderilecek, aynı garnizon içinde ve karargâh dâhilinde subay ve komutanlar arasında tebrik kartı teati edilmeyecektir.
— Yurt dışı ve yurt içine kurs, gezi ve geçici görevle gönderilen personel miktarında azami ölçüde tasarrufa uyulacaktır.
Evren, 27 Aralık 1979’da kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı ile birlikte imzalayarak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk‘e gönderdiği uyarı mektubunda (27 Aralık Muhtırası) siyasal partilerin ve diğer anayasal kuruluşların ülkenin sorunlarının çözülmesinde uzlaşmaya varmalarını istedi. Mektupta şu ifadeleri kullandı:[15]
“Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğunun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer Anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”
Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, askerlerin talebi doğrultusunda uyarı mektubunu 2 Ocak 1980 tarihinde hükûmet ve siyasi partilere gönderdi ancak olumlu bir sonuç çıkmadı. Evren, 30 Ağustos 1980’de Zafer Bayramı dolayısıyla radyo ve televizyonda yayımlanan konuşmasında, halkın ve Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının bayramını kutladıktan sonra ülkenin ve devletin içinde bulunduğu durumdan bahsederek şöyle dedi:
“Yurtta doğmasını düşledikleri kargaşa ile demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan anarşinin idrakten yoksun vatan haini yaratıcıları, elbette layık oldukları cezayı bulacak, tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahredici yumruğu altında ezilerek akıttıkları kardeş kanlarının günahları içinde boğulup gidecekler ve yüce Türk ulusu, bağrından doğan Türk Silahlı Kuvvetlerinin yarattığı güven ortamı içinde sonsuza kadar birçok bayramları refah ve mutlulukla kutlayacaktır.”
12 Eylül 1980 Darbesi
“Bayrak Harekâtı”

Kenan Evren’in 8 Eylül 1980’de imzaladığı icra emri gereği 12 Eylül 1980 günü saat 03.00’te resmî adı “Bayrak Harekâtı” olan müdahale, Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komuta zinciri içinde başladı. Yasama ve yürütme yetkilerini kullanmak üzere Evren’in liderliğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun‘dan oluşan Millî Güvenlik Konseyinin ilk bildirisi olan 1 numaralı bildiri, tüm hedeflerin sorunsuz olarak birer birer ele geçirilmesi sonucu saat 04.00’te radyolardan yayımlandı. Bildiride, “Girişilen harekâtın amacı; ülke bütünlüğünü korumak, millî birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.” ifadeleri yer aldı. Evren, saat 13.00’te radyo ve televizyondan canlı yayınla uzun bir konuşma yaptı. Bu konuşmada, “Bir defa daha belirtiyorum ki Silahlı Kuvvetler; aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk İlkeleri‘ne yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır.” dedi.
Evren, genelkurmay ve Millî Güvenlik Konseyi başkanlığının yanı sıra devlet başkanlığını da üstlendi. TBMM ve hükûmeti feshetti, bütün ülkede sıkıyönetim ilan etti. 20 Eylül’de eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Bülent Ulusu‘ya hükûmeti kurma görevi verdi. Devlet Başkanı olarak yurt gezilerine çıktı, 12 Eylül Darbesi’nin gerekçelerini ve amaçlarını halka anlattı. Gittiği yerlerde halktan büyük destek gördü. 10 Temmuz 1981 günü, Danışma Meclisinin 23 Ekim günü toplanacağını açıkladı. 23 Ekim’de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Üyeleri MGK tarafından seçilen Danışma Meclisince hazırlanan ve MGK’ce düzenlenip son hâlini alan Anayasa’nın kabul edilmesi için yoğun bir propaganda kampanyası yürüttü. Bazı illere gidip konuşmalar yaptı. 1982 Anayasası, 7 Kasım 1982 tarihinde yapılan referandumda %91,37’lik “KABUL” oyuyla kabul edildi. Evren, Anayasa’nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı.
Dış bağlantı iddiaları
Mehmet Ali Birand‘ın 12 Eylül Darbesi‘ni anlattığı “12 Eylül Saat: 04.00” adlı kitabında, darbe sırasında dönemin CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze‘in askerî müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın, “Your boys have done it. (Senin çocuklar yaptılar.)” şeklinde yaptığını iddia ettiği konuşması, darbe içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. İddiaya göre mesaj, Henze’den sonra Başkan Jimmy Carter‘a iletilmiştir. Henze 2003 yılında verdiği demeçte, “Senin çocuklar yaptılar.” sözlerinin Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiştir, kısa bir süre sonra Birand ise 1997’de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayımlamıştır. Ancak yayımlanan kayıtlarda konuşmanın Birand’ın iddia ettiği gibi değil, “The boys in Ankara did it.” (Ankara’dakiler yaptılar.)” şeklinde olduğu görülmüştür.
Kenan Evren’in bu dönemde NATO içerisinde gizli bir örgütlenme olan stay-behind kontrgerilla ordusunun başında bulunduğu bazı çevrelerce iddia edilmektedir.
Devlet Başkanlığı (1980-1982) ve Cumhurbaşkanlığı (1982-1989)
7 Mart 1978’den beri Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan Kenan Evren, 12 Eylül 1980’den sonra Millî Güvenlik Konseyi başkanlığını ve devlet başkanlığını da üstlendi. Anayasa oylamasına kadar “Devlet Başkanı” sıfatıyla ülkeyi yönetti. 7 Kasım 1982’de yapılan anayasa halk oylamasından %91,37 “KABUL” çıkması sonucu 9 Kasım 1982’de Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. 9 Kasım 1989’da görevi sona erdi.
“Anarşi ve terörle mücadele”
12 Eylül Darbesi‘nin başlıca gerekçesi olarak “anarşi ve terör” gösterildi. 12 Eylül 1980’den önce 5.000’den fazla insan ölmüştü. Kenan Evren liderliğindeki 12 Eylül Yönetimi, ilk hedef olarak “anarşi ve terörün yok edilip can ve mal güvenliğinin sağlanacağını” açıkladı. Evren, bu hedefe ulaşmak için sıkıyönetim komutanlarına “bütün yetkilerini kullanmaları ve olayların üzerine cesaretle gitmeleri” emrini verdi. Bu husus, Millî Güvenlik Konseyinin 2 numaralı bildirisiyle ülkeye duyuruldu. Bildirinin 2 ve 3. maddelerinde şu ifadeler yer aldı:
“Sıkıyönetim komutanlıkları ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin sağlanması için; lüzum görecekleri her türlü tertip ve tedbiri almaya yetkili kılınmışlardır. Bütün vatandaşlar; ülkede devlet otoritesinin tesisi, asayiş, emniyet, huzur, can ve mal güvenliğinin kısa sürede sağlanması için sıkıyönetim komutanlıklarının aldığı ve alacağı kararlara, tedbirlere ve yayınlanacak bildirilere titizlikle uyacaklardır.”
Evren diğer yandan; lüzumlu kanunların hemen ele alınması, evvelce teklif edilip uzun süre Meclis Komisyonlarında ve Genel Kurulda bekletilip kanunlaşmayan kanun tasarılarının ele alınması, yeniden çıkarılması gereken kanunların tasarılarının en kısa zamanda önüne getirilmesi emrini de verdi. 12 Eylül’ün üçüncü ayı bitmeden 6 Aralık 1980 Cumartesi bir basın toplantı düzenleyen Başbakan Bülent Ulusu, 12 Eylül’den sonraki 80 gün ile 12 Eylül’den önceki 80 günlük olayları karşılaştırarak resmî rakamları kamuoyuna açıkladı:
“Silahlı saldırı ve çatışma olaylarının sayısı 12 Eylül’den önceki 80 günlük dönemde 1.609 iken 12 Eylül’den sonraki 80 günlük dönemde 305’e inmiş,
Patlayıcı madde atma olaylarının sayısı 12 Eylül’den önceki 80 günlük dönemde 704 iken 12 Eylül sonrası 80 günde 288’e inmiş,
Anarşik olaylardaki ölü sayısı 12 Eylül’den önceki 80 günlük dönemde sadece sıkıyönetim ilan edilen 20 ilde 680 iken 12 Eylül’den sonraki 80 günde, 67 ilimizde, 137’ye inmiştir.”
12 Mart 1981 Perşembe günü, 12 Eylül’ün üzerinden geçen 6 aylık süre içinde işlenen suçların seyri ve son ayla mukayesesi şöyle açıklandı:
“12 Eylül ile 12 Ekim 1980 arasında 1.146 suç tespit edildiği hâlde son ay içerisinde %75 azalma kaydedilerek bu rakam 292’ye düşmüştür.
Ölü sayısı 69’dan %87 azalma göstererek 9’a düşmüştür.
Yaralı sayısı 151’den 28’e düşerek %80 azalmıştır.
Silahlı saldırılarda %80 azalma olmuş, 138’den 32’ye düşmüştür.
Son bir aylık dönemde yapılan arama ve operasyonlar sonucunda 1.596 sol eylemci, 318 sağ eylemci, 444 bölücü ve 3.979 henüz yönü belirlenemeyen olmak üzere toplam 5.937 sanık yakalanmış ve haklarında yasal işlemlere başlanmıştır. Yine bu süre içerisinde 1.377 tüfek, 70 av tüfeği, 767 patlayıcı madde ele geçirilmiştir.”
Ekonomi
Kenan Evren, 12 Eylül‘den önceki sivil yönetimin aldığı 24 Ocak kararları ve o yönetimin ekonomik programının aynen uygulanacağını 16 Eylül 1980 günü yaptığı basın toplantısında açıkladı.
Bu dönemde; ihracatın ve döviz girdilerinin çoğaltılması, her sahada tasarrufa riayet edilmesi, istihdam politikası gibi tedbirler alındı.
1980’de %100’leri aşan enflasyon, 1982’de %22’ye geriledi. 1983’te ise artış göstererek %37’ye yükseldi.
Diğer yandan 24 Ocak kararları sonrası faizlerin serbest bırakılmasıyla bir anda çoğalan bankerler, zaman içinde piyasanın bu faiz yükünü kaldıramaması sonucu hızla çökmeye başladı. “Banker Yalçın” ve “Banker Kastelli” olarak anılan Yalçın Doğan ve Cevher Özden ikilisinin karıştığı skandallar kamuoyunda derin yankı buldu. Askerî Yönetim tarafından ilgili mevzuatta düzenlemeler yapıldı, bankerlerin reklam yapmaları kısıtlandı, banker olma şartları zorlaştırıldı ve bankerlik sistemi için başka sınırlayıcı tedbirler getirildi.
1981 Atatürk Yılı
12 Eylül‘den hemen sonra Kenan Evren, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk‘ün doğumunun 100. yılı olması nedeniyle 1981 yılını kanun çıkararak “Atatürk Yılı” kabul ve ilan etti. 5 Ocak 1981 günü saat 08.45’te Anıtkabir‘de saygı duruşunda bulunulduktan sonra saat 11.00’de Türkiye Büyük Millet Meclisinde tören başladı. Törende eski cumhurbaşkanları Celâl Bayar, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de yer aldı. Evren’in yaptığı uzun bir konuşmayla Atatürk Yılı kutlamalara açıldı. Yıl boyunca yapılan etkinliklerle Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı kutlandı. Yeni Atatürk anıtları, Atatürk’ün adının verildiği kültür merkezleri ve tatbikatlar yapıldı. Birinci ve İkinci Meclis binaları müze olarak faaliyet göstermeye başladı. Atatürk ile ilgili kitap ve belgeler Millî Kütüphane‘de toplanırken il ve ilçelere de Atatürk kitaplıkları kuruldu. Atatürk’ün kaldığı evler restore edilerek müze hâline getirildi. “Atatürk 100 Yaşında” sloganı ile 73 adet ilkokul yapıldı. 12 Eylül’den önceki Milliyetçi Cephe hükûmetleri döneminde sayıları büyük artış gösteren imam hatip okulu açılışı durduruldu, Evren bu dönemde imam hatip açmadı. Atatürk’ün çeşitli illere yaptığı ilk ziyaretlerin yıl dönümlerinde kutlamalar gerçekleşti. Ülkenin tanınmış sanatçılarına 100. yılı simgeleyen plaketler verildi. Ünlü ressamlardan ısmarlanan Atatürk ve Atatürk Devrimleri konulu resimler, düzenlenen sergilerde ziyarete açıldı. Tanınmış müzisyenlere Atatürk hakkında marşlar besteletildi. TRT, Atatürk’ün görüşlerini yansıtan programlara yer verdi. Ülkedeki okur yazar oranının artırılması için seferberlik başlatıldı. Ağaçlandırma çalışmaları yapıldı. Açılan birçok kurum ve kuruluş “Yüzüncü Yıl” adını aldı. 23 Nisan’daki bayramın adı “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak değiştirildi. 19 Mayıs’taki Gençlik ve Spor Bayramı’nın adı “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı” olarak değiştirildi ve 19 Mayıs 1981 günü stadyumlarda coşkulu şekilde kutlandı. Atatürk’ün 1928’de başöğretmen olduğu 24 Kasım günü “Öğretmenler Günü” olarak kutlandı. Üniversitelere zorunlu “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersi getirildi. Kara Harp Okulu ve diğer askerî okullar için üç ciltlik “Atatürkçülük-Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri” adlı kitap bastırıldı ve öğrencilere dağıtıldı.
Evren, gittiği illerde yaptığı konuşmalarda da “Atatürkçülük” vurgusu yapıyor, halkı Atatürk’te birleşmeye çağırıyordu. 17 Ocak 1981’de Gaziantep’te yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Biliyorsunuz: Yalancı devrimciler, ‘Tek yol devrim!’ diye ortaya atıldılar; duvarlara, şuraya buraya yazdılar. Evet, devrim vardır ama bu tek yol Atatürk devrimidir! Onun yoludur. Atatürk’ün koyduğu ilkelerkomünizme de faşizme de kapalıdır.”
Öte yandan Evren, komünizme karşı olsa da dışarıdan direktif almayan Avrupa komünizmi türü partilerin kurulmasına karşı olmadığını söyledi.
Evren, bu dönemde yapılanlar için 1998 yılında yayımlanan 12 Eylül belgeselinde şöyle dedi:
“Biz Atatürk’ün döneminde yetiştik. Atatürk’ün neler yaptığını yakinen biliyoruz. Onun içindir ki Atatürkçülüğün üzerinde ne kadar dursak az olduğuna inanıyoruz. Belki şu olmuştur, bir şeyi çok söylerseniz gına getirir. Ama ben ona dikkat etmeye çalıştım.”
Devlet Mezarlığı
Kenan Evren, 12 Eylül‘den sonra yine kanun çıkararak “Devlet Mezarlığı” yapımını başlattı. Zira Evren; “Anıtkabir‘in Mustafa Kemal Atatürk için yapıldığını, orada sadece Atatürk’ün mezarının bulunması gerektiğini, Anıtkabir’in mezarlık hâline gelmemesi gerektiğini” düşünüyordu. Cumhurbaşkanlığı döneminde 30 Ağustos 1988 günü Devlet Mezarlığı’nı törenle açtı. İnönü ailesi, İsmet İnönü‘nün mezarının taşınmasını istemiyordu. Ailenin bu isteği dikkate alındı ve İnönü’nün mezarı Anıtkabir’de bırakılırken diğer on iki mezar Anıtkabir’den kaldırılıp başka yerlere nakledildi. Eski cumhurbaşkanları ve Türk Kurtuluş Savaşı kumandanlarının naaşları da Devlet Mezarlığı’na nakledildi.
İdamlar
Kenan Evren, ölüm cezalarının yerine getirilmesinin, “teröristleri terör eylemlerinden alıkoyacak en tesirli tedbirlerin başında olduğunu” savundu. 12 Eylül‘den sonra, 1972’den beri infaz edilmeyen ölüm cezaları uygulanmaya başlandı. Siyasi hükümlülerin yanında adli hükümlülerin de cezaları uygulanmaya başlandı. Evren’li yıllarda 48’i askerî rejim döneminde olmak üzere 50 mahkûm (24 adli suçlu, 17 sol, 8 sağ, 1 ASALA militanı) idam edildi.
Evren, sivil idareye geçildikten sonra 3 Ekim 1984’te Muş’a yaptığı gezide, önceki gece yaşanan bir olayı örnek göstererek şöyle dedi:
“Dün gece Şemdinli civarında yine böyle bir olay oldu. Aranan anarşistlerden bazıları gece vakti vazifeden dönen bir askerî araca ateş ediyorlar ve bir subayımızla bir erimizi şehit ediyorlar. Şimdi ben bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim! Ömür boyu ona bakacağım! Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim! Buna siz razı olur musunuz?”
Evren, Anıları‘nın ilk cildinde de idam konusuna şöyle değindi:
“… suçsuz ve masum insanları bile tavuk keser gibi öldüren ve ülkeyi kan gölüne döndüren insanların da Avrupa Konseyi ülkelerine hoş görüneceğim diye idam edilmemelerini vicdanım kabul etmiyor. Bu hainler 5.000 civarında insanın canına kıydılar. Bunların içerisinde; kahvede oturup birbirleriyle güzel güzel muhabbet edenler, otobüsle evine gidenler; sokakta dolaşan, parkta oturan vatandaşlarla toplumun güvenliğini sağlamaya çalışan polis, jandarma, asker, subay, astsubaylar da var.”
TSK Mehmetçik Vakfı
Kenan Evren, 17 Mayıs 1982’de kurulan Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının kurucuları arasında yer aldı. Türk Silahlı Kuvvetlerinde yaptığı vatan hizmeti esnasında öldürülen veya herhangi bir nedenle ölen Mehmetçiklerin bakmakla yükümlü oldukları yakınları ile gazi ve engelli Mehmetçiklere yardım eden; Türk halkı, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ve yardımsever firmalar tarafından finanse edilen vakıf, Evren ve diğer Millî Güvenlik Konseyi üyesi komutanların aralarında topladıkları biner TL ile kuruldu.
Evren, 2011 yılında vakfın kendisiyle yaptığı söyleşide şunları söyledi:
“Beni davet ettiğiniz hâlde toplantılarınıza katılamadım tabii. Ama her zaman kalbimde yaşattım. En büyük yaptığım işlerden, hayırlı da yaptığım işlerden birisi de budur. İyi ki yapmışız. Mehmetçik Vakfını çok başarılı buluyorum. En başarılı vakıfların başında gelir. Benim izlenimim bu. Kurban bağışlarımı da hep Mehmetçik Vakfına yaptım. Vatandaşın askere karşı, Mehmetçik’e karşı olan sevgisini hepimiz biliyoruz. İçinde yaşadık bunun. Türk milleti askerini sever, hele Mehmetçik’i çok fazla sever.”
1982 Anayasası
23 Ekim 1981’de açılan Danışma Meclisi, yeni anayasayı hazırlamaya başladı. Kenan Evren, Anayasa’nın ilk üç maddesinin “değiştirilemeyeceğini ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğini” dördüncü madde olarak taslağa ekletti. Cumhurbaşkanlarının iki dönem görevde kalmalarını sağlayan maddeyi “bir dönem” olarak değiştirtti. Görevini tamamlayan cumhurbaşkanlarının TBMM’nin tabii üyesi olmasını sağlayan maddeyi taslaktan çıkarttı. Anayasa’daki cumhurbaşkanı yetkilerinin “az olmasını” ise ileride, Anıları‘nın dördüncü cildinde şöyle açıklayacaktı:
“Anayasa’yı düzenlerken cumhurbaşkanına verilen yetkilerin kısıtlı olmasına ben sebep oldum. İleride bu makama gelecek olanlar bu yetkileri suistimal eder diye düşündüm, onun için fazla yetki ile donatılmasını uygun görmedim.”
Hazırlanan ve son şeklini alan 1982 Anayasası, 18 Ekim 1982 tarihinde Evren’in başkanı olduğu Millî Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi. Anayasa’nın halkın onayına sunulmasından önce Evren bazı illere gidip konuşmalar yaptı. Anayasa’nın çeşitli başlıklarını halka anlattı. Evren, referandumdan iki gün önce de radyo ve televizyondan bir konuşma yaparak Anayasa’ya destek istedi. Anayasa, 7 Kasım 1982 Pazar günü yapılan halk oylamasında %8,63 “RED” oyuna karşılık %91,37 “KABUL” oyuyla kabul edildi. Evren, yürürlüğe giren Anayasa’nın 1. geçici maddesi uyarınca yedi yıllık bir süre için Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı sıfatını kazandı ve 9 Kasım 1982 günü göreve başladı. Hemen sonra 21 Kasım 1982’de Ordu’ya giden Evren, oylama sonuçlarını şöyle değerlendirdi:
“Bu reyler Orgeneral Kenan Evren’e verilmedi. Bu reyler bizlere, Konsey üyelerine verilmedi. Bu reyler şunun için verildi: Millet huzur ve güven istiyor, huzur ve güven için verildi! Bu oylar devlet otoritesinin sağlanması için verildi! Bu oylar Atatürkçülük için verildi! Ve yine bu oylar birbirleriyle kavga eden, her gün birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döken ve değil selamlaşmak, el sıkmayı bile yapamayan kişilerden memnun kalınmadığını belirtmek için verildi. Bu millet artık kavga değil, kardeşlik ve huzur bekliyor.”
Kürtaj hakkı
Kenan Evren, Türkiye’de uzun yıllardır var olan kürtaj yasağını kaldırdı. Askerî rejim döneminde 27 Mayıs 1983’te çıkarılan yasayla kürtaj yasal hâle geldi.
Sivil idareye geçiş
Kenan Evren, 1 Temmuz 1983’te genelkurmay başkanlığı görevini Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin‘e devrederek askerlikten emekliye ayrıldı. 4 Kasım 1983’te, seçimlere iki gün kala, TRT‘de üstü kapalı bir biçimde Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı Turgut Özal‘ı eleştiren bir konuşma yaptı. Millî Güvenlik Konseyinin varlığı, 6 Kasım 1983’teki genel seçimlerin ardından TBMM Başkanlık Divanının oluştuğu 7 Aralık 1983’te sona erdi. Sivil dönem resmen başladı.
“Kendi okulunu kendin yap.”
Cumhurbaşkanlığı döneminde Kenan Evren, “Kendi okulunu kendin yap.” kampanyasını başlattı. Yurt çapında okul sayısı giderek arttı. Evren, yaptırılan okulların açılışında yaptığı konuşmalarda eğitimin ve okuma yazmanın öneminden, kız çocuklarının okutulmasının gerekliliğinden bahsetti.[48][49] Buna karşılık bu dönemde açılan imam hatip okulu sayısı 8 olarak kaldı. 12 Eylül‘den sonra Evren, Milliyetçi Cephe hükûmetleri döneminde büyük artış gösteren imam hatip okulu açılışını durdurmuş, askerî rejim boyunca imam hatip açmamıştı.[50][51]
İrtica uyarısı
Kenan Evren, 1983 genel seçimleri sonucunda iktidara gelen Turgut Özal‘ı ve Özal’ın kurduğu hükûmeti “irticaya karşı gidişatın iyi olmadığını” söyleyerek uyardı. İrtica ile mücadele edilmesi gerektiğini çeşitli defalar belirtti. 25 Temmuz 1986 günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında şöyle konuştu:
“Fethullah Hoca isimli bir adam türedi. Bana, Atatürk‘e ve tüm ilericilere küfrediyor. Yakalandı, mahkemeye verildi. Fakat mahkeme kendisini serbest bıraktı. Ayrıca ortalıkta Mahmut Hoca diye bir şahıs daha görülmeye başladı. Mahkeme onu da serbest bıraktı. Bu gelişmeler, bu gibi mürtecileri cesaretlendiriyor.”
28 Kasım 1986 günü yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısından ise Anıları‘nın beşinci cildinde şöyle bahsetti:
“Ben irticanın yurt sathında tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladığını; bir taraftan Süleymancıların, diğer taraftan Nurcuların yurtlar açarak buralarda çocukların taze beyinlerini yıkadıklarını ve yurtlara zeki çocukları alarak gerekli eğitimden geçirdikten sonra bunları askerî liselere soktuklarını, Bursa Askerî Lisesi ile Kuleli Askerî Lisesinde bu şekilde yetiştirilmiş öğrencilerin meydana çıkarıldığını, bu duruma mâni olunması gerektiğini, böyle yurtların idaresinin devlete ait olmasını gerektiğini, eğer mevcut kanunlar buna imkân vermiyorsa icap ederse yeni kanun çıkarmak suretiyle bu şekil yurtların idaresinin Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmasını istedim.”
Dış ilişkiler

Kenan Evren, devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı sırasında yurt içinde ve yurt dışında birçok geziye çıktı. Evren ile Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak arasında karşılıklı ziyaretlerle pekiştirilen büyük bir dostluk kuruldu. Eylül 1982’de bir Uzak Doğu gezisine çıkan Evren; Bangladeş, Pakistan, Güney Kore, Çin ve Endonezya‘yı ziyaret etti. Bu ülkelerle Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinde önemli bir adım atılmış oldu. Ocak 1984’te toplanan IV. İslam Zirve Konferansı’na Türkiye ilk kez cumhurbaşkanı düzeyinde katıldı. Evren, konferans başkan yardımcısı seçildi. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Ekonomik ve Ticari İşbirliği Komitesi Başkanı olarak İslam ülkeleri arasında ekonomik bağların güçlendirilmesini, alınan kararların bir an önce uygulanmaya konmasını istedi. (15 Kasım 1984) V. İslam Zirve Konferansı’na katılan Evren, konferansın sonuç bildirisinde Kıbrıs Türkleri ve Bulgaristan’daki Türk azınlığın durumu gibi konulara yer verilmesinde etkin rol oynadı. (30 Ocak 1987) 1988 yılında İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth‘in davetlisi olarak İngiltere’ye resmî ziyarette bulundu.
Görev bitişi
1983 Türkiye genel seçimleri sonucu iktidara gelen ANAP‘ın lideri Turgut Özal ile genel olarak uyum içinde çalıştı. 9 Kasım 1989’da cumhurbaşkanlığı görevi sona eren Kenan Evren, yerini Özal’a bıraktı ve Marmaris’e yerleşti.
Fethullah Gülen karşıtlığı
Kenan Evren, cumhurbaşkanlığı döneminde 25 Temmuz 1986 günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında Fethullah Gülen‘den şöyle bahsetti:
“Fethullah Hoca isimli bir adam türedi. Bana, Atatürk‘e ve tüm ilericilere küfrediyor. Yakalandı, mahkemeye verildi. Fakat mahkeme kendisini serbest bıraktı. Ayrıca ortalıkta Mahmut Hoca diye bir şahıs daha görülmeye başladı. Mahkeme onu da serbest bıraktı. Bu gelişmeler, bu gibi mürtecileri cesaretlendiriyor.”
Bu sözlerin Kenan Evren’in Anıları‘nın 1991 yılında basılan 5. cildinde yer alması üzerine Gülen mahkemeye başvurdu ve tekzip aldı. Gülen’in vekili avukat Feti Ün, “Kenan Evren’in anılarına mahkeme kararıyla aldığımız tekzip metni, Hukuk saygı ister müslüman küfre karşıdır” başlıklı yazılı bir basın açıklaması yaparak, “devlet başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı yapmış da olsa bir kişinin, milletin bir ferdinin temel hak ve hürriyetlerini, haysiyet ve şerefini ulu orta karalamaya hakkı olmadığını” söyleyerek Evren’e tepki gösterdi. “Gülen’in kimseye küfretmediğini, gerici ve akımcı olmadığını” söyledi.
Evren, 2006 yılında katıldığı Genç Bakış adlı televizyon programında, “yıllar önce Gülen’in kendisiyle görüşmek istediğini fakat bu teklifi reddettiğini, Gülen’in saat göndererek bir kez daha teklifte bulunduğunu, saati almadığını ve teklifi yine reddettiğini” anlattı. Gülen’in gönderdiği saatten “rüşvet” diyerek bahsetti. “Çok ısrar edilmesi üzerine görüşme şartı olarak Gülen’in kravat takmasını ve görüşmede kameraların da bulunmasını istediğini ve böyle söyleyince bir daha aranmadığını” ifade etti. Gülen’in, “cumhuriyetin temsili diye kravat takmadığını” belirtti. Kravat konusunda açıklama yapan Gülen’in avukatı Orhan Erdemli, “Gülen’in kravat taktığını” açıkladı. Zaman gazetesi de Gülen’in kravatlı çekilmiş bir fotoğrafını yayımladı.
Marmaris’teki evinde Gülen eleştirisine devam eden Evren, “Gülen’in başka yollardan para kazandığını, dinci örgütler tarafından toplanan paralarla okullar yapıldığını, bu nedenle okulların ucuz olduğunu, okullara alınan çocukların beyinlerinin yıkandığını” söyledi. Bu açıklamalara Gülen adına yine Gülen’in avukatı Erdemli bir basın açıklaması yaparak tepki gösterdi.
Kitapları
- Kenan Evren’in Anıları (6 Cilt) (1990-1991)
- Zorlu Yıllarım (2 Cilt) (1994)
- Unutulan Gerçekler (1995)
- 12 Eylül’den Önce ve Sonra: Ne Demişlerdi? Ne Dediler? Ne Diyorlar? (1997)
- Seçme Konuşmalar: 12 Eylül 1980-6 Kasım 1989 (2000)
Ressamlığı
Resme ilgisinin ortaokul yıllarında başladığını, 13 yaşındayken Menemen Olayı‘ndan etkilenip ilk portre resmini Mustafa Fehmi Kubilay‘ı çizerek yaptığını anlatan Kenan Evren, cumhurbaşkanlığından sonra kendini resme verdi. Bu dönemde yağlı boya ve sulu boya tabloları yapmaya başladı. Satışa çıkan ilk tablosu, 1992’de yaptığı “Marmaris’te Dar Bir Sokakta Bir Adam” adlı yağlı boya tablosu oldu. 1994 yılında ilk sergisini Marmaris’te açtı. 1997 yılında Ankara’da sergi açtı. “Hamamda Kızlar” adlı tablosu 600 milyon liraya satıldı. 1998 yılında düzenlenen ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel‘in de katıldığı Cumhuriyet Balosu’nda açık artırmaya çıkarılan “Atatürk” adlı yağlı boya tablosu 105 milyar liraya satıldı. Bu durum, Evren’i yaşayan en pahalı Türk ressamı yaptı.[3] 1999 yılında dünya ve olimpiyat şampiyonu Alman buz patencisi Katarina Witt‘in çıplak resmini yaptı. 2002 yılında Hande Ataizi‘ni model alarak yaptığı bir diğer nü çalışmasını sergiledi. 2000’li yıllarda sergi açmaya devam etti.
Özel yaşamı
27 Mayıs 1944’te Sekine Evren ile evlenen Kenan Evren’in bu evlilikten Şenay, Gülay ve Miray adlarında üç kızı oldu. Sekine Evren 1982’de öldü.
Evren, Fenerbahçe taraftarıydı ve Kulübün 5200 sicil numaralı üyesiydi.
Dans etmeyi seven, Topçu Okulu döneminde hafta tatillerinde “dans zevkini gidermek için barlara gittiğini” ifade eden Evren, vals yapardı.
12 Eylül Davası
Darbe sonrası hazırlanan 1982 Anayasası‘nda yer alan geçici 15. madde ile 12 Eylül’ü gerçekleştiren Millî Güvenlik Konseyi ile bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş Hükûmet ve Kurucu Meclis üyeleri hakkında dava açılması engellenmişti.
Sacit Kayasu’nun iddianamesi
2000 yılında Adana Savcısı Sacit Kayasu, Kenan Evren hakkında iddianame hazırladı. Fakat Kayasu’nun iddianamesi kabul edilmedi. Kayasu ilk olarak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kınama cezası aldı. Daha sonra Yargıtay tarafından “görevi kötüye kullanmak” ve “askerî kuvvetleri tahkir ve tezyif” suçundan mahkûm edilen Kayasu’yu Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu meslekten ihraç etti. Avukatlık yapma hakkı dahi elinden alınan Kayasu, ihraç kararı üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava açtı. 2008’de sona eren davada “ifade özgürlüğünü kısıtladığı” için Türkiye 41 bin avro tazminata mahkûm edildi.
2010 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
Mayıs 2010’da Meclisten geçen ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından halkoyuna sunulan 26 maddelik anayasa değişikliği paketindeki maddelerden biri de “geçici 15. madde”nin kaldırılmasıyla ilgiliydi. Bu maddenin kaldırılmasıyla 12 Eylül Darbesi ile ilgili iddia edilen suçların zaman aşımına uğrayıp uğramayacağı konusunda farklı görüşler ortaya atıldı.
Referandum sonucu değişikliklerin kabul edilmesiyle (%57,88 EVET) 13 Eylül 2010 tarihinde çeşitli sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler ve bazı kişiler 12 Eylül Darbesi’ni yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundu.[67] Bütün suç duyurularını toplayan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, “Millî Güvenlik Konseyi (MGK) adı altında 12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el koyan ve 7 Aralık 1983 tarihine kadar bu statüsünü sürdüren askerî cunta yönetiminin hayatta kalan üyeleri Kenan Evren, Nejat Tümer ve Tahsin Şahinkaya‘nın işlediği (A) Nürnberg Şartı ile kabul edilmiş ve tüm devletlerin kendi kanunlarında yer almasa dahi suçun oluşumu hâlinde takip etmek zorunda oldukları uluslararası hukukun buyruk kuralı niteliğine sahip insanlığa karşı suçlar (B) 765 Sayılı Ceza Kanunu’nun 146, 147, 153, 174, 179, 180, 181. maddeleri kapsamında, insanlığa karşı suçlar ve resen takdir edilecek suçlar nedeniyle haklarında başsavcılık tarafından ceza dava açılması ve haklarında gerekli önlemlerin alınması istemi…” ile 7 Nisan 2011 tarihinde ilk soruşturmayı başlattı. 4 Nisan 2012 tarihinde darbenin yargılanmasına başlandı. Davaların sonucunda, 2014 yılında, Evren ve Şahinkaya mahkeme tarafından müebbet hapis cezası aldı. Karar sonrası temyize gidildi, bu süreçte hem Evren hem Şahinkaya öldü. Bunun üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesi kamu davasını ortadan kaldırdı, sanıkların ölümünden dolayı davanın düşürülmesine karar verdi. Kararlar kesinleşmedi. Ayrıca Yargıtay, Evren ve Şahinkaya’nın rütbelerinin sökülmesine ve mal varlıklarına el konulmasına yer olmadığını hükmetti. Davanın müdahillerinden olan Devrimci 78’liler Federasyonu, davadan vazgeçmeyeceklerini ve 57 ilde “işkence” iddiasıyla açılan davaları yakın takipte tutacaklarını belirtti.
15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası
Kenan Evren’in ifadesini alan dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya‘ya dava açan dönemin Ankara Cumhuriyet Savcısı, açılan davaya ilk bakan hâkimler ve iddia makamında bulunan savcılar, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrası “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturması” kapsamında meslekten ihraç edildi.[76] Daha sonra bazıları yargılandı ve mahkûm oldu.
Evren ve Şahinkaya hakkındaki davayı 3 Ocak 2012’de özel yetkili eski Ankara Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin açmıştı. Çetin, iddianamesinde, hayatta olan dönemin Millî Güvenlik Konseyi Başkan ve Üyesi olan iki şüphelinin “Anayasa’yı değiştirmek” suçundan ayrı ayrı ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmasını talep etmişti. Hayatta olmayan MGK üyesi emekli orgenerallerden Osman Sedat Celasun, Nurettin Ersin ve Mehmet Nejat Tümer hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Davayı açan Savcı Çetin, 15 Temmuz’dan sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararıyla önce açığa alındı, 31 Ağustos 2016 tarihli kararla meslekten ihraç edildi, ardından tutuklandı.
12 Eylül Davası’na ilk bakan mahkeme, özel yetkili Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi olmuştu. Mahkeme Heyetine Hâkim Süleyman İnce başkanlık ederken hâkimler Gürcan Acar, Abdulkadir Çakır, Muhammet Alabaş ve Ali Ertan üye olarak aynı mahkemede görev yapmışlardı. Mahkeme Başkanı İnce ve üye hâkimler Acar, Alabaş ve Ertan HSYK’nin 24 Ağustos tarihli kararı, diğer bir üye hâkim Çakır ise HSYK’nin 31 Ağustos tarihli kararıyla meslekten ihraç edildi. Hâkim İnce yargılandı ve 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Mahkemede iddia makamında, eski Ankara Cumhuriyet Savcıları Cemil Tuğtekin ile Selçuk Kocaman görev yapmıştı. Tuğtekin 24 Ağustos 2016, Kocaman 31 Ağustos 2016 tarihli HSYK kararlarıyla meslekten ihraç edildi. Kocaman, Evren ve Şahinkaya hakkında ağırlaştırılmış müebbet verilmesini içeren esas hakkındaki mütalaayı da vermişti. Kocaman daha sonra tutuklandı ve hakkında iddianame düzenlendi.
Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Albay Muharrem Köse, 15 Temmuz sonrasında, “darbe girişiminin planlayıcısı olduğu” gerekçesiyle tutuklandı ve Millî Savunma Bakanlığı kararıyla meslekten ihraç edildi. Yargılama sonucunda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Evren’in ifadesini alan kişi, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hüseyin Görüşen olmuştu. Görüşen, “FETÖ soruşturması”nda HSYK kararıyla önce açığa alındı, sonra da 24 Ağustos 2016’da meslekten ihraç edildi. Tutuklanıp yargılanan Görüşen, 7 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Ölümü ve cenazesi


9 Mayıs 2015 tarihinde beyin ölümünün gerçekleşmesiyle Gülhane Askerî Tıp Akademisinde (GATA) 97 yaşındayken öldü. Ölümünden bir hafta önce kalçasında oluşan kırıktan dolayı hastaneye kaldırılarak ameliyata alınmıştı. Ameliyattan sonra ilerleyen saatlerde durumu ağırlaşmıştı. 12 Mayıs 2015 tarihinde naaşı, askerî cenaze aracıyla GATA’dan alınarak Genelkurmay Başkanlığına götürüldü ve askerî tören düzenlendi, törene sivil olarak sadece ailesi katıldı. Cenazesi Ahmet Hamdi Akseki Camii‘nde kılınan öğle namazını müteakip Devlet Mezarlığı’nda toprağa verildi. Kenan Evren’in cenaze namazı için camiye gelenler arasında Eski Başbakan Bülent Ulusu, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, eski Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Şen, eski Fenerbahçe İkinci Başkanı ve iş adamı Nihat Özdemir; eski Meclis Başkanları İsmet Sezgin, Kaya Erdem; eski Genelkurmay Başkanları Necdet Üruğ, Işık Koşaner, Hilmi Özkök; eski Genelkurmay II. Başkanları Çevik Bir, Hulusi Akar ve kuvvet komutanları vardı. Yurt dışı yolculuğu olduğundan törene katılamayan Celâl Şengör, Evren’in cenazesine, “Sana müteşekkiriz, nur içinde yat komutanım.” yazılı bir çelenk gönderdi. Öte yandan Evren’in cenaze merasimi sırasında usulen cemaatten helallik istendiğinde iki kadının, “Haram olsun!” diye bağırdığı duyuldu. Derhâl cami dışına çıkartılan kadınlardan birinin, 1980 öncesi dönemin Ülkücü liderlerinden ve Ülkücülerce lakabı “Doğu’nun Başbuğu” olan Yılma Durak‘ın eşi Lamia Durak olduğu anlaşıldı.
Hatırası
Vakıflar
Kenan Evren, 1982 yılında kurulan Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfının kurucuları arasında yer aldı. Vakıf, kendisinin ve diğer Millî Güvenlik Konseyi Üyelerinin aralarında topladıkları biner TL ile kuruldu.
Evren, 1999’da ise kendi adını verdiği “Kenan Evren Eğitim Kültür Vakfı”nı kurdu. Daha sonra bu vakfın bünyesinde bir kolej yaptırdı.[87] Vakıf günümüzde de üniversite öğrencilerine burs vermek, okullara teknoloji atölyesi yaptırmak gibi faaliyetlerle çalışmalarına devam etmektedir.
Müzeler
Kenan Evren’in doğduğu iki katlı ev, Manisa Kula Belediyesi tarafından “Kenan Evren ve Etnografya Müzesi” olarak düzenlenmiş ve 23 Kasım 1985’te ziyarete açılmıştır.
İstanbul Harbiye Askerî Müzesi‘nde “Kenan Evren Salonu” bulunmaktadır.
Devlet Mezarlığı‘ndaki “Devlet Büyükleri Anıt Mezarlığı Müzesi”nde Evren’e ait resim, eşya ve belgeler sergilenmektedir.
Adının verildiği yerler

12 Eylül 1980 sonrası Kenan Evren’in adı birçok sokak, mahalle, cadde ve bulvara verilmeye başlandı. İstanbul Maltepe’deki kışlaya “General Kenan Evren” adı verildi. Ankara’daki Çıkınağıl ilçesinin adı 1982 yılında “Evren” adını aldı.[92] Evren’in adı okullara da verilmeye başlandı. 1983 yılında adı “Kenan Evren Lisesi” olarak değiştirilen Kadıköy Lisesi bunlardan biriydi. 1998 yılında Anadolu lisesi olan okul yine bu adla eğitim öğretime devam etti, 2010 yılında ise Evren’in adı kaldırıldı ve “İstanbul Anadolu Lisesi” adını aldı.
TBMM’deki tüm partiler 25 Kasım 2019 tarihinde Evren’in adının okul, cadde, sokak, mahalle, köy ve kışlalardan silinmesi konusunda anlaştı.
- 2019 – Christchurch cami saldırıları: Yeni Zelanda‘nın Christchurch şehrindeki El Nur Camii ve Linwood İslam Merkezi’ne gerçekleştirilen saldırılarda, 51 kişi hayatını kaybetti, 49 kişi ise yaralandı. Olay anı, saldırgan tarafından sosyal medyadan canlı yayınlandı.
- 2023 – Şanlıurfa ve Adıyaman‘da sel felaketi yaşandı. 21 kişi öldü.