Herhangi bir metni seçin ve dinlemek için simgeye tıklayın!

Tarihte 14 Mart olayları

14 Mart, Tarihte Bugün Miladi takvime göre yılın 73. günü.
Şubat – Mart – Nisan
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31

Olaylar

Eli Whitney’nin pamuk ayrıştırma makinesi.
  • 1489 – Kıbrıs Krallığı’nın Kraliçesi Catherine Cornaro, Ada’yı Venedik Cumhuriyeti’ne sattı.
Kıbrıs Krallığı
Royaume de Chypre
Regnum Cypri
1192-1489
Kıbrıs Krallığı bayrağı
Üst: Kral Janus’un 15. yüzyılda kullandığı Kraliyet sancağı
Alt: Tüm Krallıkların bilgisi Kitabına göre krallığının bayrağı (1350)
{{{arma_açıklaması}}}
Arma
  1192-1360 Kıbrıs Krallığı   1360'de krallığın satın aldığı arazi   Kilikya Ermeni Krallığı

 1192-1360 Kıbrıs Krallığı
 1360’de krallığın satın aldığı arazi
 Kilikya Ermeni Krallığı

Başkent Lefkoşa
Yaygın dil(ler) Latince (Resmî/Tören)
Eski Fransızca (Popüler)
Yunanca
Ermenice
İtalyanca
Resmî din

Katolik (Resmî)
Ortodoksluk (Popüler)
Hükûmet Feodal Monarşi
Kral veya Kraliçe
• 1192-1194
Lüzinyanlı Guy
• 1474-1489
Catherine Cornaro
Tarihçe
• Kuruluşu
1192
• Dağılışı
1489

Öncüller

Ardıllar
Bizans İmparatorluğu
Venedik Cumhuriyeti

Kıbrıs Krallığı, Üçüncü Haçlı Seferi sırasında, 1192 yılında Lüzinyanlı Guy tarafından Kıbrıs adasında kurulmuş bir Haçlı devletidir. 1489 yılında Kıbrıs’ın kraliçesi olan Caterina Cornaro tarafından adanın Venedik’e satılmasıyla varlığı sona ermiştir.

Tarihi

1191 yılında Üçüncü Haçlı Seferine çıkan İngiltere kralı I. Richard yol üstündeki Kıbrıs adasına çıktığında ada Bizans valisi İsaakios Komnenos tarafından yönetilmekteydi. Richard adayı ele geçirdikten sonra 100.000 bezanta (Bizans sikkesi) Tapınak Şövalyelerine sattı. Şövalyelerin adadaki yerli halka yaşadığı anlaşmazlıklar neticesinde Ricard tarafından geri alınan ada, o sırada Kudüs Krallığının Haçlıların elinden çıkması nedeniyle ülkesiz bir kral durumuna düşen Guy de Lusignan’a 1192 yılında satıldı. Guy de Lusignan’ın 1194’te ölümünden sonra yerine kardeşi Amaury de Lusignan geçti. Kutsal Roma Germen İmparatoru VI. Heinrich, Amaury de Lusignan’ı resmen Kıbrıs kralı olarak tanıdı. Kıbrıs kralları, 1291 yılında Akka’ nın Memlüklerin eline geçmesine kadar Kudüs kralı olarak da adlandırılmıştır.

Kıbrıs Krallığı 14. yüzyılda Cenevizli tüccarların eline geçti. 1426 yılında Memluklular adayı kendilerine bağladılar. 1489’da da son kraliçe Caterina Cornaro’nun adayı Venediklilere satmasıyla Kıbrıs Krallığı son buldu. Ada, 82 yıl Venediklilerin elinde kaldıktan sonra 1571 yılında Osmanlıların eline geçti.

Ekonomi

Kıbrıs ekonomisi, Lüzinyan döneminde esas olarak tarıma dayalı bir ekonomi olmaya devam etti. Bununla birlikte, ada bu dönemde Batı Avrupa ile Orta Doğu’yu birbirine bağlayan ticaret ağında bir “antrepo” işlevi görerek önem kazandı. Bu, Kıbrıs ürünlerine (başta şeker olmak üzere, bunun yanı sıra şarap, buğday, yağ, keçiboynuzu) talepte artışa yol açtı ve tarım ekonomisi daha ihracata yönelik hale geldi. Bu, Kıbrıs’ın Bizans dönemine göre refah seviyesini arttırarak, liman şehri Mağusa’nın ve başkent Lefkoşa’nın gelişimini hızlandırdı, bugüne kadar ayakta kalan mimari eserlerin inşasını sağladı. Bu iki şehrin gelişimi diğer kasabaları gölgede bıraksa da, Limasol, Baf ve Girne gibi kasabalar da değişen ekonomik ortamda rol aldı. Özellikle Limasol, tarım ürünlerinin ihraç edildiği bir liman haline geldi ve Hristiyan hacılar için Kutsal Topraklar’a gidişte durak yeri oldu. Adadaki ekonomik durum, Batı’dan (Cenova, Venedik, Provence, Katalonya) ve Doğu’dan (Suriye) Kıbrıs’a göçü teşvik etti. Latin göçmenler, tüccar, esnaf, tersane işçisi, gemi kaptanı ve meyhaneci olarak ekonomik hayata katıldı ve bu sayede ekonomide nüfuslarından daha büyük bir paya sahip oldu.[1]

Bu dönemde Kıbrıs’ta yeni endüstriler de ortaya çıktı. Kıbrıs çömlekçiliği kendine münhasır özellikler geliştirdi, çömlekler 1291’de Akka Müslümanların eline geçinceye dek Haçlı Devletlerine ihraç edildi. 13. yüzyılın sonları ve 14. yüzyılın başlarında adada tekstil endüstrisi gelişti; Lefkoşa’da yeni kumaş boyama atölyeleri açılırken, Kıbrıs’ta üretilen ipekli kumaş ve kıyafetlere hem Doğu’da hem de Batı’da talep arttı. Mağusa gemi yapımı için bir merkez haline geldi. Bu gelişmeler, Peruzzi ve Bardi ailesi gibi Floransalı bankacıların temsilcilerin adaya gelmesine neden oldu. Endüstrinin büyümesi, yoğun emek gerektiren şeker ve şarap üretimi kölelere olan talebi artırdı. Bu talebi karşılamak adına Lefkoşa ve Gazimağusa’da köle pazarları bulunmaktaydı.

Kıbrıs Krallığı arması.

Kıbrıs kralları listesi; Kıbrıs Krallığı hükümdarlarının listesidir. Kıbrıs Krallığı’nda 2 adet kraliçe ve 16 adet kral hüküm sürmüştür. Son hükümdar olan Kraliçe Catherine Cornaro 1489 yılında Kıbrıs Krallığı’nı Venedikler’in koruması altına vererek krallığı sona erdirmiştir.

Kıbrıs kralları (1192-1489)

Sıra Fotoğraf İsim Hanedan Saltanat Başlangıcı Saltanat Sonu Notlar
1 Lüzinyanlı Guy
(1150-1194)
Lüzinyanlar 1192 1194 İlk Kıbrıs kralı, KardeşiII. Amalrik tarafından tahtı işgal edilmiştir.
2 II. Amalrik
(1145-1 Nisan 1205)
1194 1205 Lüzinyanlı Guy’ın erkek kardeşi, 1194 yılında tahtı abisinden alarak Kıbrıs kralı oldu.
3 I. Hugh
(1194 veya 1195-10 Ocak 1218)
İbelin Hanedanı 1205 10 Ocak 1218 II. Amalrik’in ölümü üzerine 9 veya 10 yaşında Kıbrıs tahtına çıktı.
4 I. Henri
(3 Mayıs 1217 – 18 Ocak 1253)
1218 1253 I. Hugh’un oğludur.
5 II. Hugh
(1252 veya 1253 – 1267)
1253 1267
6 III. Hugh
(1235-24 Mart 1284)
1267 1284 Ayrıca 1268-1284 yıllarında Kudüs Kralı.
7 I. John
(1259 veya 1267-20 Mayıs 1285)
1284 1285 III. Hugh’un oğlu, bir yıl tahtta kalmıştır.
8 II. Henri
(Haziran 1270 – 31 Mart 1324)
Lüzinyanlar 1285 1324 Lüzinyan Hanedanı’ndan gelen II. Henri 39 yıl Kıbrıs tahtında kalmıştır.
9 IV. Hugh
(1293 veya 1296 – 10 Ekim 1359)
Lüzinyanlar 31 Mart 1324 24 Kasım 1358
10 I. Peter
(9 Ekim 1328 – 17 Ocak 1369)
Lüzinyanlar 1358 1369 Ayrıca Kudüs kralı.
11 II. Peter
(1354 veya 1357 – 13 Ekim 1382)
Lüzinyanlar 1369 1382 Ayrıca Tripoli Kontu ve Kudüs kralı.
12 I. James
(1334 – 9 Eylül 1398)
Lüzinyanlar 1382 1398 Ayrıca Kilikya Ermeni Kralı, Kudüs kralı’dır.
13 Janus
(1375 – 29 Haziran 1432)
Lüzinyanlar 1398 1432 Ayrıca Kilikya Ermeni Kralı, Kudüs kralı’dır.
14 II. John
(1418 – 1458)
Lüzinyanlar 1432 1458 Babası ve dedesi gibi o da Kilikya Ermeni Kralı, Kudüs kralı’dır.
15 Charlotte
(28 Haziran 1444 – 16 Temmuz 1487)
Lüzinyanlar 28 Temmuz 1458 1464 1458-1464 yılları arasında Kıbrıs kraliçesi. 1464 yılında tahttan çekilmiş yerine abisi II. James, Kıbrıs tahtına çıkmıştır.
16 II. James
(1438 veya 1439 – 1473)
Lüzinyanlar 1464 1473 Kız kardeşi Charlotte’den sonra tahta çıkmıştır ve ölene kadar tahtta kalmıştır.
17 III. James
(6 Temmuz 1473 – 26 Ağustos 1474)
Lüzinyanlar 1473 1474 Ayrıca Kudüs kralıdır. Henüz bebekken tahtın vârisi olarak kral ilan edilmiştir ancak 26 Ağustos 1474’te 1 yaşında ölmüştür.
18 Catherine Cornaro
(25 Kasım 1454 – 10 Temmuz 1510)
Lüzinyanlar 26 Ağustos 1474 26 Şubat 1489 1474-1489 tarihlerinde Kıbrıs Krallığı’nın kraliçesi ve kocası II. James’in ölmesinden sonra “Venedik Cumhuriyeti’nin kızı” olarak Ada’yı Venediklilerin koruması altına vererek krallığı sona erdirdi.[1]

  • 1794 – Eli Whitney, pamuk ayrıştırma makinesinin patentini aldı.
  • 1827 – II. Mahmut döneminde, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane kuruldu.
Günümüzde Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Haydarpaşa Kampüsü olan, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binası

TıphaneMekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane veya Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Osmanlıca: مَكْتَبِ طبیە شاهانە), kökü Osmanlı Padişahı II. Mahmud’un 14 Mart 1827’de açtığı Tıphaneye uzanan Türkiye tarihindeki ilk tıp fakültesidir. Bugünkü İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve İstanbul Tıp Fakültesinin Osmanlı’nın son dönemlerindeki adıdır.[1][2]

Tarihçe

III. Selim döneminde başlayan Osmanlı ordusundaki yenileşme hareketi II. Mahmud döneminde de artarak devam etti. 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılması ile yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun her tertibine bir hekim ve bir cerrah tayin edilmesi gerekirken hekim sayısının yetersizliğinin yanı sıra modern anlamda ehliyetli hekim bulunamaması da sorun oldu. Bu dönemde geleneksel usta-çırak usulü ile hekim yetiştirilmesine dayalı olan darüşşifalardaki eğitim sistemi artık çağın gereklerini karşılayamamaktaydı. Bu dönemde Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, Sultan II. Mahmud’a verdiği üç takrirle yeni bir Tıphane kurulmasını ve hoca tayin edilerek yetenekli çocuklara tıp okutulmasını önerdi.

14 Mart 1827’de Sultan II. Mahmud tarafından Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure, Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda açıldı. Okulun ilk nazırı (dekanı) Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi oldı. Konağın üst katı Tıphane, alt katı Cerrahhane halinde düzenlenerek eğitime başlandı. Ancak binanın zamanla yetersiz gelmesi ile Cerrahhane, 1832’de Topkapı Sarayı sahilindeki yeni yerine taşındı. 1836’da Tulumbacıbaşı Konağı’nın satılması üzerine Tıphane-i Amire de Topkapı Sarayı’ndaki Otlukçu Kışlası’na (Kırmızı Kışla) taşındı. Tıphane ve Cerrahhane burada tekrar birleştirildi, hocalar ve kadrolar genişletildi, eğitim programı yeniden düzenlendi ve öğrencilerle birlikte okulun kadrosu 230 kişiye ulaştı. Zamanla Otlukçu Kışlasının da yetersiz gelmeye başlaması ile günümüzde Galatasaray Lisesinin bulunduğu yerdeki Enderun Ağaları Mektebi binasının tamir edilmesi ile Ekim 1838’de Galatasaray’daki yeni binaya taşınıldı.[3]

14 Mart 1827’de açılan Tıphane, 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanı Viyana’dan getirtilen genç doktor Charles Ambrose Bernard tarafından reforme edilmesiyle, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Ecole Imperiale de Medicine) adıyla anılmaya başlandı. Sultan Abdülmecid, Mekteb-i Tıbbiye ile yakından ilgilenir; sene sonundaki sınavları bizzat takip ederdi. Avrupa’da bazıları kesimlerin fakülteyi küçümsediğini duyan Sultan Abdülmecid, 1847 yılında Tıbbiye mezunlarını, Viyana’ya gönderdi. Tıbbiyeliler buradaki hocaların huzurunda açık bitirme imtihanlarına girerek başarılı oldular ve böylece İstanbul’daki Mekteb-i Tıbbiyenin, Avrupa standardında tıp eğitimi verdiği ispatlanmış oldu.[4]

Mekteb-i Tıbbiye 1839’dan 1903’e dek çeşitli binalarda tedrisat yaptıktan sonra, Haydarpaşa’da Sultan Abdülhamid’in 1903’te İstanbul Güzel Sanatlar Mektebi hocaları Mimar Alexandre Vallury ve Raimondo d’Aronco’ya oryantalist üslupta yaptırdığı ve bugün hala ayakta olan binaya taşındı. 1867’de sivil öğrenciler için ayrıca Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye kuruldu. 1909 yılında, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye ile askeri tabip yetiştiren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane ile birleştirilerek Darülfünun Tıp Fakültesi adını aldı.

1924’te Haydarpaşa’daki binanın merkezden uzak olması ve yetersiz hasta sayısından dolayı öğrencilerin klinik staj öğrenimleri Cerrahpaşa, Gureba ve Haseki hastanelerinde yapılmaya başlandı. 1933’te Üniversite Reformu’ndan sonra okul tekrar Avrupa yakasına taşındı ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ismini aldı. Bu dönemde Beyazıt, Cerrahpaşa, Gureba, Haseki, Şişli ve Bakırköy’de eğitim veren okul 1967’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ve İstanbul Tıp Fakültesi olarak ikiye bölündü. Haydarpaşa’daki bina 1934’te Haydarpaşa Lisesine, ardından 1984’te Marmara Üniversitesine[5] ve 2015’te Sağlık Bilimleri Üniversitesine[6] tahsis edilmiştir.

  • 1919 – Tıp Bayramı ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin kuruluş yıldönümü; Hikmet Boran
    Hikmet Boran
    Doğum 1901
    Savaştepe, Balıkesir, Osmanlı İmparatorluğu
    Ölüm 1945 (43-44 yaşlarında)
    İstanbul
    Defin yeri Karacaahmet Mezarlığı, İstanbul
    Milliyet Türk
    Meslek Doktor, Subay
    Hikmet Boran heykeli.

    Hikmet Boran (1901, Savaştepe – 1945, İstanbul), Türk doktordur.

    Tıbbiye öğrencisi iken İstanbul’un işgaline karşı okulda direniş örgütlenmesinde aldığı rol ve Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’nde yaptığı manda karşıtı konuşma ile tanınır. Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmış; savaştan sonra genel cerrah olarak görev yapmıştır. Gazeteci ve sanatçı Orhan Boran’ın babasıdır.

    Yaşamı

    1901 yılında Balıkesir’in Savaştepe bucağında dünyaya geldi. Babası, Posta-Telgraf memurlarından Hakkı Bey’dir. Abhazya’dan sürülen Çerkes göçmenleri arasında Trabzon’a gelmiş bir ailenin çocuğudur.[1]

    Yükseköğrenimini İstanbul’da Tıbbiye Mektebi’nde yaptı. İstanbul’un işgale uğradığı günlerde İngiliz birliklerinin işgali altında bulunan okulda düzenlenen gösterilerde öncü rol oynadı. Üçüncü sınıf öğrencisi iken Sivas Kongresi’ne katılmak üzere Tıbbiyelilerin temsilcisi olarak seçilen Hikmet Bey, İstanbul’dan kaçarak Sivas’a gitti. Kongreye İstanbul’dan katılan üç delegeden birisiydi. Sivas Kongresi’nde, Mustafa Kemal’e hitaben yaptığı konuşması ile tanındı.

    TBMM kurulunca arkadaşı Yusuf Bey (Balkan) ile birlikte eğitimini yarıda bırakarak Ankara’ya gitti. İki arkadaş, Cebeci’deki Asker Hastanesinde İbrahim Talî Bey’in başkanlığında tifüse karşı aşı üretmek için çalıştılar.

    Sıhhiye subayı olarak Büyük Taarruz’a katılan Hikmet Bey, İzmir’e giren ilk birlikte subay olarak görev aldı.

    Savaş yıllarından sonra İstanbul’a dönüp tıp eğitimini tamamladı (1922). Hayatını genel cerrah olarak sürdürdü. 1940’lı yıllarda gönüllü olarak “şark hizmeti”ne gitti; Sarıkamış’ta görev yaptı. Bu görev sırasında vereme yakalanan Hikmet Bey, İstanbul’da bir senatoryumda bir yıl kadar tedavi gördü fakat sağlığına kavuşamadı; 1945 yılında öldü. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.

    14 Mart Tıp Bayramı’ndaki rolü hakkında

    1919’un Mart ayında, İstanbul’da, Darülfünun Tıp Fakültesi, İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti. İşgalcilere karşı ayaklanmak ve okulu kurtarmak için çareler arayan öğrenciler; okulun kuruluş yıldönümü olan 14 Mart’ı topluca kutlamaya karar verdiler. Tıbbiye 3. sınıf talebesi olan Hikmet Bey önderliğinde büyük bir gösteri yaparak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk Bayrağı astılar. İşgal kuvvetleri bu duruma müdahale ettilerse de durduramadılar. Olayın yıldönümü olan 14 Mart, tıp camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışının yıldönümü ve bugünkü Tıp Bayramı’nın sebebini oluşturdu.

    Sivas Kongresi’ndeki manda karşıtı konuşması

    Hikmet Bey, tıp öğrencilerinin temsilcisi olarak katıldığı Sivas Kongresi’ndeki konuşması ile tanınır. 7 Eylül 1919’da yapılan ikinci celsede verilen önergede Hikmet Beyin de imzasi vardır Kongrenin 9 Eylül 1919 gecesi, mandacılık tartışmasında bu konuyla ilgili olarak Atatürk’e hitaben yaptığı konuşmada

    Paşam, murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz. Farz-ı mahal (örnek olarak), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).[2]

    demiştir. Duyduğu coşku ve heyecanla söylenmiş bu sözler, kongre salonunda büyük etki yaratmıştır.

    Bu konuşmayı Mustafa Kemal şu sözleriyle değerlendirmiştir:

    Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır,’” diyerek Hikmet Bey’e donmüş ve “Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!

    Mustafa Kemal’in bu sözleri üzerine Hikmet Bey de yerinden fırlayarak: “Var ol Paşam!..” demiş ve Mustafa Kemal’in elini öpmüştür.

    Mustafa Kemal Atatürk, millî meselelerde askeri tıp öğrencilerinin öncü olduğu kanaatini çeşitli zamanlarda dile getirmiştir. Sivas Kongresi’nde Hikmet beyi alnından öperek; “Daima ilerici ve devrimci fikirlere alemdarlık etmiş olan tıbbiyenin mümessili olan genç.” diye tanıtması, Türk hekimleri için bir övünç kaynağı kabul edilir.[3]

    Tifüs aşısı denemeleri

    Sivas Kongresi’nden sonra Hikmet Boran, yakın arkadaşı Yusuf Bey (Balkan) ile birlikte, Dr. Adnan Adıvar’ın başhekim olduğu Ankara Cebeci Askeri Hastanesi’nde, bakteriyoloji uzmanı Tabip Albay İbrahim Tali Bey (Öngören)’in başında bulunduğu laboratuvarda aşı yapımında çalıştılar.[4] İki arkadaş, İbrahim Tali Bey’le beraber kendi üzerlerinde tifüs aşısı denenmesini, gönüllü olarak kabul ettiler. Gösterdikleri bu fedakârlık üzerine, Mustafa Kemal tarafından Hikmet ve Yusuf Beyler’e rütbe verilmiş ve maaş bağlanmıştır.

    Milletvekilliği teklifi

    Cumhuriyetin ilanından sonra bir gün sofra sohbetlerinde Mustafa Kemal Paşa, Hikmet beyi hatırlayarak, kendisinin bulunup milletvekili teklif edilmesini emretti. Hikmet Bey bulunamadı ve Cumhurbaşkanına yanlış bir haber olarak öldüğü bilgisi ulaştı. Buna çok üzülen Atatürk, sofra sohbetini sona erdirdi.

    Atatürk’ün 1938’de vefatından sonra ise Hikmet Bey’in sağ olduğu ve Albay rütbesiyle bir askerî hastanenin başhekimliğini yapmakta olduğu öğrenildi.

  • önderliğinde, tıp    camiasının emperyalist güçlerin karşısına resmen çıkışı nedeniyle bugün Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır.
1950’li ve 60’lı yıllarda, tıp fakültelerinin öğrenci dernekleri tarafından her 14 Mart günü bir dergi çıkartılması gelenek haline gelmişti. Bu dergilerde öğrencilerin ve hekimlerin sorunları ön plana çıkartılıyordu. 1960 tarihli bu derginin kapağında da fakülte dersleriyle boğuşan bir tıp öğrencisi karikatürize edilmiştir.

Tıp Bayramı, her yıl 14 Mart’ta kutlanan, Türkiye’de tıp doktorlarının hizmet sorunlarının tartışıldığı, bilime katkılarının ödüllendirildiği bir anma ve kutlama günüdür.

Yalnıza Türkiye’de kutlanmasından ötürü ulusal bir nitelik taşır. İlk kez 1919 yılında İstanbul işgal altında iken Tıp öğrencileri tarafından manda ve himayeyi protesto etmek amaçlı kutlanmıştır.

Tarihçe

14 Mart 1827’de, II. Mahmud döneminde, Hekimbaşı Mustafa Behçet’in önerisiyle ilk cerrahhane, Şehzadebaşı’daki Tulumbacıbaşı Konağı’nda Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire adıyla kurulmuştur.[1] Okulun kuruluş günü olan 14 Mart, “Tıp Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Bu gün, “Tıbbiyeliler Günü”, “Tıbbiyeliler Bayramı”, “, “Türkiye’de Tıp Eğitimi Günü” ya da “Tıp Öğretimi Günü” gibi değişik adlalarla da nılmaktadır.

İlk kutlama, 1919 yılının 14 Mart’ında işgal altındaki İstanbul’da gerçekleşmiştir. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet’in önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara devrin ünlü doktorları da destek vermişti. Eyleme katıldıkları için tutuklşanan Tıbbiyeli Hikmet ve arkadaşları kendilerini “Biz okulun kuruluş yıl dönümünü; 14 Mart’ı kutluyorduk” diyerek savundular.[2] Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlamıştır.

1929-1937 yılları arasında 12 Mayıs günü Tıp Bayramı olarak kutlandı. Bu tarih, Bursa’daki Yıldırım Darüşşifası’nda ilk Türkçe tıp derslerinin başladığı tarih olarak kabul edildiği için Tıp Bayramı yapıldı. Ancak zamanla bu uygulamadan vazgeçildi ve yeniden 14 Mart Tıp Bayramı oldu. Nusret Fişek, 14 Mart Tıp Bayramı’nın 1935 yılında Tıp Talebe Cemiyeti’nin öncülüğünde kutlandığını, öğrenci demeğinin başlattığı bu eylemin gelenekselleştiğini yazmıştır.[1]

Günümüzde

1976’dan beri sadece 14 Mart günü değil, 14 Mart’ı içine alan hafta boyunca kutlama yapılmakta ve bu hafta Tıp Haftası olarak kabul edilmektedir.

Dünyada benzer kutlamalar, farklı tarihlerde yapılmaktadır. Örneğin ABD’de ameliyatlarda genel anestezinin ilk defa kullanıldığı 30 Mart 1842 tarihinin yıldönümü; Hindistan’da ünlü doktor Bidhan Chandra Roy’un doğum (ve aynı zamanda ölüm) yıldönümü olan 1 Temmuz günü “Doktorlar Günü” olarak kutlanır.

Galeri

  • 1919 – Yunanların İzmir’e çıkarma planı, İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau, İtalya Başbakanı Vittorio Emanuele Orlando ve ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından kabul edildi.
  • 1923 – Gençlerbirliği Spor Kulübü Ankara’da kuruldu.
  • 1939 – Slovakya Cumhuriyeti ve Karpatlar Ukraynası, Nazi Almanyasının baskısı altında Çekoslovakya’dan bağımsızlıklarını ilan etti.
  • 1939 – Hatay Meclisi, Türk lirası’nı resmi para olarak kabul etti.
  • 1951 – Kore Savaşı: Birleşmiş Milletler Kuvvetleri, Seul’ü geri aldı.
  • 1953 – Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Stalin’in ölümü üzerine yerine getirilen Malenkov, görevini 8 gün sonra Kruşçev’e devretti.
  • 1958 – ABD, Küba’daki Batista rejimine ambargo uygulamaya başladı.
  • 1964 – Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Barış Gücü’nün Kıbrıs’a gitmesini kararlaştırdı.
  • 1980 – ABD Hava Kuvvetleri’ne ait C-130 tipi askeri nakliye uçağı, İncirlik Hava Üssü’ne iniş yaparken düştü. 18 ABD askeri öldü.
  • 1983 – Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasını öngören yasa tasarısı, Danışma Meclisi’nde kabul edildi.
  • 1998 – İran’da Richter ölçeğine göre 6,9 büyüklüğünde deprem oldu.
  • 1998 – YÖK, başörtüsü takmanın ve taktırmanın suç olduğunu açıkladı.
  • 2000 – Naim Süleymanoğlu, Ankara’da devam ettiği idmanlarda koparmada 145 kg kaldırarak dünya rekoru kırdı.
  • 2003 – Türkiye’nin 59’uncu Hükümeti, Siirt Milletvekili Recep Tayyip Erdoğan Başkanlığında kuruldu.
  • 2008 – Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı.
Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılma davası
Esas no: 2008/1 (Siyasî Parti Kapatma)
Mahkeme Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi
Davacı Kamu adına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı[1]
Davalı Adalet ve Kalkınma Partisi
İstem Adalet ve Kalkınma Partisinin temelli kapatılması
Uygulanan kanun Anayasa md. 68/4, 69/6
Siyasî Partiler Kanunu md. 101/1-b, 103/2
Mahkeme başkanı Haşim Kılıç
Başkanvekili Osman Alifeyyaz Paksüt
Üyeler

AYM Üyeleri
Karar tarihi 30 Temmuz 2008
Karar Partinin, 2008 yılında aldığı Devlet yardımı miktarının yarısından yoksun bırakılması
 Vikikaynak’ta Adalet ve Kalkınma Partisinin Temelli Kapatılması İstemine İlişkin Savcılık İddianamesi

Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatma davası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın, AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle, partinin kapatılması ve ilgili dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame Anayasa Mahkemesine 14 Mart 2008’de sunulmuş olup, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etmiştir. 16 Haziran günü Adalet ve Kalkınma Partisi esas hakkındaki savunmasını vermiştir.[2] 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması, fakat hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına varılmıştır.[3] 6 üye kapatılması, 5 üye kapatılmaması yönünde oy kullanmışken, hazine yardımının kesilmesi hakkındaki oylamada 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştır.[4] Kapatma talebi en az 7-4 şeklindeki nitelikli çoğunluk koşulu sağlanamadığı için reddedilmiştir.

İddianame

Siyasi partilerin demokratik siyasi yaşamın öğesi olarak devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle ilişki içinde bulunmaları dolayısıyla uyacakları esasların Anayasa’da yer aldığı, çalışmalarının anayasa ve yasalara uygunluğunun kanunlarla belirlenen şekillerde denetlendiği ve kanunen partilerin eylemlerinin yoğunluğu ve sosyal gereksinim göz önüne alınarak, demokrasi düşüncesiyle bağdaşmayan eylemlerin odağı olması durumunda partinin kapatılmasını istemek Cumhuriyet Savcılığının hizmet alanında olduğunu iletmiş.

Adalet ve Kalkınma Partisi

Bu konudaki temel ayrıntılar için Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Temelli Kapatılması İstemine İlişkin Savcılık İddianamesi maddesine bakınız.

Davalı AK Parti, 14.08.2001 tarihinde 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 8 inci maddesine göre tüzel kişilik kazanmıştır. Tüzel kişilik kazanmasından sonra 03 Kasım 2002 ve 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel seçimleri sonucunda Parlamento çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar olmuştur.

Laikliğe aykırı eylemler yüzünden kapatılma koşulları

Bu konudaki temel ayrıntılar için hukuksal yönden irdelenmesi, siyasi partiye isnat edilebilirliği ve kapatılan siyasi partiler maddelerıne bakınız.

Laikliğe aykırı eylemlerin odağı durumuna gelmek Anayasa’nın 69 ncu maddesinin altıncı fıkrası, yoluyla, 68. maddesinin dördüncü fıkrasında düzenlenmiş bulunmaktadır. İddanamede laik düzen, devlet dinlere karşı tarafsız olup, davalı partinin söylemi olan devletin tarafsızlığı dinsel özgürlüklerin sınırsızlığı anlamında olmadığı, Anayasa’da lâiklik ilkesi ile devletin akla ve bilim kurallarına göre kurumsallaşması amaçlandığı belirtilmektedir. Dinî kurallar Devlet yönetim ve prensiplerinden tamamen ayrı olduğu belirtilmektedir.

Eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan üyeler

Bu konudaki temel ayrıntılar için eylemleriyle siyasi partinin kapatılmasına neden olan üyeler maddesine bakınız.

Davalı partinin, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmesi ile ilgili olarak eylem ve beyanları bulunan T.C. Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in laiklik ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu, ayrıca diğer milletvekillerinin laikliğe aykırı eylem ve demeçleri olduğu ve hükûmet faaliyetlerinde laiklik ilkesine aykırı diğer eylemleri olduğu, en son olarak yerel yöneticiler ile partinin il, ilçe ve belde teşkilatı yöneticilerinin laik devlet ilkesine aykırı eylem ve demeçleri olduğu iddianame bulunmuştur.

Eylemlerin değerlendirilmesi

Bu konudaki temel ayrıntılar için İç Hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Siyasî Parti Kapatma Davalarında Esas Aldığı Ölçütler de Nazara Alınarak Eylemlerin Değerlendirilmesi maddesine bakınız.

İddianamede altı çizilen bazı hususlar şu şekilde:[5]

Suç unsuru Örneklem
T.C. Devletinin temel ilkelerini değiştirecek zemini oluşturmak niyetini ortaya koyduğu
  • Anayasa ile Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik içeren teklifleri
    • Başörtüsünün serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliği ile anayasanın laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmak istendiği savunuldu.
  • Devlet kadrolarının, parti yandaşı, siyasal İslami düşünceye sahip kişilerle doldurulduğu.
    • Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bakan olduğu dönemde Nur cemaatinin liderlerinden Fethullah Gülen ve Milli Görüş’ü desteklediği.
  • Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı sözleri laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak gösterildi.
Laik sistemlerde dini simgelerin siyasi amaçla kullanılamayacağı
  • Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da yaptığı “(Başörtüsünü) velev ki siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz?” şeklindeki demeci.
  • İstanbul Haseki ve Vakıf Gureba hastanelerinde baş örtülü doktorların çalışması,
  • Bazı bölgelerde içkili yerler için ‘kırmızı sokak’ uygulaması,
  • İstanbul’da bazı afişlerin sansürlenmesi.
Toplumu dindar olanlar – olmayanlar diye ikiye ayırmak
  • Laik Cumhuriyet’i yeni bir yaşam ve Devlet düzenine dönüştürme kararlılığı içinde olduğu söylemleri.
  • Danıştay’ın “öğretmenin baş örtülü okula giremeyeceği” yönündeki kararı üzerine, Danıştay’a gerçekleştirilen kanlı saldırıyı da iddianameye koydu.
Ülkenin laik hukuk yapısını aşamalı olarak yeniden biçimlendirip yönlendirmeye çalıştığı,
  • Erdoğan’ın “Başörtüsü konusunda söz söyleme hakkı yargının değil ulemanındır” açıklamasına dikkat çekilerek, partinin şeriat amacı doğrultusunda dini hükümleri referans olarak gösterdiği savunuldu.
  • Başbakan Erdoğan’ın Danışmanı ve İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın Başörtüsü, kamusal alan ve üniversitelerin dışında Meclis’te de geçerli olmalıdır sözleri
  • Cüneyt Zapsu’nun Başörtüsünü çıkar demek, sokaktaki bir kadına donunu çıkar demekten farksızdır açıklamasına yer verildi.
Rejimin ve Cumhuriyet’in geleceğini tartışmaya açtığı
  • AK Parti’nin kapatılan Refah ve Fazilet partileri ile bağını koparmadığı, AK Partinin nihai hedefinin şeriat düzeni olduğu vurgulandı.
  • “AK Parti’nin eğilimi siyasal İslâmdır. Siyasal İslam’ın temel düsturu şeriattır. AK Parti, şeriatı amaç edindiği için kaynağını şeriattan alan takiyyeyi kullanıyor” denildi.

Dava öncesi

Politik sistem üzerine

Meclis’te hükûmet olan bir partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmak istenmesinin politik sistem üzerine kuşku doğurduğu ortaya atılmış; AK Parti’nin yüzde 47 oy çoğunluğunu elde etmiş olmasının bir sorun olduğu;[6][7] partinin kapatılmasının sisteme ne kazandıracağının düşünülmesi gerektiği;[8] seçimle gelen seçimle gitmeli görüşü savunulmuş;[9][10] laiklik sebebiyle parti kapatmanın demokrasiye bir müdahale olup halk vicdanının istediğini gerçekleştirmesi gerektiği fikri ortaya atılmıştır.[11]

AK Parti’nin yüzde 47’ye yakın oyunun anlamı ve ağırlığı bulunduğu ve demokrasilerde oy çokluğu ile yürütmeyi ele geçiren, yasaların yeniden yazılması üzerinde de ağırlığı olacağı, ama çoğulcu ve çağdaş demokrasilerde siyasi iktidarın gücünün, basit oy çoğunluğuna olmadığı iddia edilmiştir. Bir parti anayasal suç işlemişse, 47’ye yakın oyla bile olsa, Anayasa Başsavcısının görevini yerine getirmesinin lazım olduğu;[12] yargının demokrasinin bir ayağı olduğu ve hiçbir partinin yasaya uymama hakkı olmadığını belirterek, bu yüzden Anayasa sadece yönetilen değil, özellikle yönetenlerin, siyasetçilerin de uyma gereği bütün partileri bağlar denildi[13] AKP’nin 6 yılını yargılayan 170 sayfalık iddianamenin ciddi bir olgu olduğu. Parti ve suçlanan 70 kişi, bu belgeye çok ciddi cevaplar hazırlamasının asıl olduğu. İddianame tenkit edilebilir, ama iddianameyi, Mahkeme’yi ve anayasayı ciddiye almanın gerekliliği ortaya atılmıştır. Anayasa Mahkemesi üyelerinin önünde savunma yaparak, partinin temize çıkmasının önemli bir fırsat olduğu. Eğer AKP ‘Ben laikliğe karşı değilim, laiklik benim dönemimde tehlikeye girmeyecek’ diyorsa bunun fırsat olduğu Hüsamettin Cindoruk tarafından ortaya atılmıştır. Yargı süreci başladığından, sonucun saygı ile beklenmesi gerektiği ifade edilmiştir.[14]

Ekonomi üzerine

Türkiye AK Parti döneminde ekonomik alanda istikrarı sağlamıştır diyen Ertuğrul Günay, bu davanın istikrarı bozacak iddiası ortaya atmıştır.[15] Davanın açıldığı gün İMKB ulusal 100 endeksi %7,46 düşmüştür. 1,23 olan dolar-TL kuru 1,2720’ye 1,92 olan euro-TL kuru 2 liraya çıkmıştır.[16]

Anayasa üzerine

Başsavcının iddianamesinde davanın amacının ne olduğununu kapatma yaptırımı yasal bir amaca dayanmaktadır diyerek özetlemiştir. Prof. Dr. Ergun Özbudun dünyanın hiçbir yerinde böyle davalar açılmadığını savundu.[17] Onur Öymen parti kapatma girişimleri sadece uzak geçmişte kalan tarihi olaylar gibi görülemez; Almanya’da son parti kapatma girişiminin 1950’li yıllarda beri gerçekleşmediği ifadesinin eksik olduğunu ortaya atmıştır ve Almanya’dan örnekler vermiştir[18] Vural Savaş İspanya’da bulunan koşulları açıklamış ve sorunun kanunlardan çok ülkelerin özel koşullarında aranmasını öngörmüştür.[19]

Başsavcının iddianamesinde yaptırım yasayla öngörülmüştür diyerek hangi koşullarda ve kanunlara bağlı kalarak hareket ettiğini belirtmiştir. Yetkili Cumhuriyet Başsavcısının gizli amacı olduğu, sekreterinin başının örtülü olduğu ve Cumhuriyet Başsavcısı yaptığı işle değil bireysel olarak halk önünde tartışılmış dır. Bülent Arınç iddianamenin Başsavcının elinde yeterli kanıt olmadan bir iddianame hazırladığı ve “kin ve garez ürünü”; eski bir bakan ise “Askeri darbelerdeki tankların, silahların yerini artık savcılar, hakimler almaya başladı” dedi. Sami Selçuk SPK’nin halkın iradesini hiçe saydığını iddia etti ve savcıya kızmanın bir manası olmadığını çünkü o da, hukuku kurallarına uymak zorunda olduğunu söyledi.[20] SPK yerine hukukun gereğini yapmakla yükümlü Başsavcı’ya saldırmak, hedefte yanılgıdır/sapmadır fikri ortaya atıldı. Hikmet Sami Türk SPK’da kusur arama gereği olmadığını, asıl sorunun partiler ne yaparlarsa yapsınlar istediklerini söylesinler, isterse bölünmeyi savunsunlar, isterse şeriatın geri getirilmesini savunsunlar diyebilmekten geçtiğini önermiş, zamanın ve koşulların hazır olmadığı yargısında bulunmuştur.[20] Gelişmeler sonucu hukuk fakülteleri adına yapılan açıklamada, herkesin ve özellikle siyasi parti temsilcilerinin kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda yargı organlarını yıpratacak, hakim ve savcıları baskı altına alacak yaklaşımlardan özenle kaçınmaları ve kanuni görevleri üzerine hareket eden Cumhuriyet savcıları, açtıkları davalarda kişisel olarak taraf değillerdir demişlerdir.[21]

Başsavcının iddianamesinde davanın demokrasiyle olan ilişkisini kapatma yaptırımı demokratik toplum gereklerine uygun diyerek gerekçeleriyle incelemiştir. Açılan davanın siyaset kurumunu daraltma, hukuku siyasallaştırılmak, anayasa mahkemesinin böyle bir hakkı olmadığı ve siyasi partileri cezalandırma da, takdir etme de halkın egemenliğinde olduğu fikri Süleyman Soylu tarafından söylenmiştir.[22] Davanın baz aldığı Anayasa maddeleri tartışma konusu olmuştur. AK Parti’nin başörtüsünü savunduğu için kapatılmak istendiği buna dayanak olan Anayasanın 69. maddesinin değiştirilmesi gerekliliği Nazlı Ilıcak tarafından ortaya atıldı[23] 19 Mart 2008 tarihinde AK Partinin hukukçu kurmayları Cemil Çiçek, Sadullah Ergin, Bekir Bozdağ, Burhan Kuzu Ahmet İyimaya, davanın gidişatını değiştirmek için farklı formüller öne sürmüşlerdir. Üç önemli düzenleme üzerinde durulmuş; birincisi siyasi partilere kapatma davasını açma yönteminde de değişiklik; ikincisi kişilerin işlediği suçların sorumluluğunu siyasi partilerin üzerine yüklememeyi ve üçüncü olarak ortak sonuç bulunamazsa referandum sandığı ortaya atılmış dır. Bu bağlamda tartışmaya açılan bir kavram ise siyasi partilerin ancak terör ve şiddete destek verdiğinde kapatılabilir fikri ortaya atılmıştır.[24]

MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli, Başsavcı’nın kapatma davası açma yetkisini elinden alacak ve Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’nin de üstüne çıkacak şekilde yanlış yorumlanan yetkilerinin, sınırlandırılmadığı takdirde rejimi tehlikeye atabilecek çok vahim bunalımlara davetiye çıkarma ihtimali olduğunu ve siyasi ve anayasal krize yol açabileceği fikrini belirtmiştir.[25] Anayasa değişikliklerinin teklif edilebilirlik açısından da denetlenmesi gerektiğini ileri sürenler, aksi takdirde Cumhuriyet’in ve onun temel niteliklerinin korumasız kalacağını söylemektedirler.

Amerika’da yayımlanan Newsweek dergisindeki bir yazıda bu dava “millet iradesi”ne karşı yapılan bir “yargı darbesi” (judicial coup d’etat) olarak nitelendirmiştir.[26][27]

Başsavcının iddianamesinde iddianamesinde “Odak olma” kavramını kapatma yaptırımına konu eylemler ve siyasi partiye isnat edilebilirliği başlığı altında açıklamıştır. Anayasal tartışmaları “Odak olma” tanımı üzerine yoğunlaşmıştır.[20] SPK’deki Odak olma tanımı Başsavcılığa hem Anayasa Mahkemesine geniş bir şekilde takdir hakkı verdiği iddia edilmiştir.[20]

Parti davasında bireysel savunma

Zafer Üskül başta olmak üzere AK Partililer bireysel başvuru yapmak için hazırlıkları Anayasa mahkemesinin aynı dönemde görülmekte olan DTP’nin kapatılma davası için 10 Nisan 2008 tarihinde aldığı kararın emsal oluşturmasına takılmıştır. Mahkeme kapatma davasının partinin tüzel kişiliğine açıldığını bu nedenle, bireysel savunma hakkı bulunmadığını hükmümdedir.

Anayasa Mahkemesi bir önceki laiklik karşıtlığı üzerine açılan Fazilet Partisi davasında siyasi yasak getirilen dönemin milletvekili Nazlı Ilıcak’ın da bireysel savunma talebini reddetmişti. Ilıcak konuyu 2001’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşımış, AİHM, Türkiye’ye herhangi bir yaptırım kararı almamıştı.

Ergenekon üzerine

Başbakan Erdoğan davanın açılmasının Ergenekon çetesiyle ilişkilendirmiştir. Ertuğrul Günay “derin devletin” Ergenekon çetesi soruşturmasının gidebileceği yerler ve isimlerden rahatsız olarak Başsavcı’ya kapatma davası açtırdığı imasında bulunmuştur.

Davanın Ergenekon çetesiyle ilişkisinin maddesel olarak kurulmadığı ayrıca dava süresi boyunca AK Parti’nin Ergenekon çeteleşmesinin üzerine gitmesine ve yargı karşısına çıkarmasına bu davanın engel olamayacağı ortaya atılmıştır.

AB ve dış ilişkiler üzerine

Parti kapatma davaları AB parlamentosuna gelmiştir. Türkiye faaliyetlerinde “AB katılım belgesi”nde anlaşmaya varılan “kanunen geçerli ve insan hakları ve temel özgürlüklerle uyumlu”[28] olduğuna dair açıklama durumunda kalmıştır. Türkiye Dışişleri, aynı zamanda AB sorumlu bakanı T.C. Devletini imzaladığı anlaşmalara uyduğuna karşı pozisyon belirler ve karşı kurumlarla bu konu da iletişime girer. Hükûmette olan ve dış ilişkilerini yönlendiren bir partinin kapatılma süreci boyunca faaliyetleri dış ülkelerle olan ilişkileri olumsuz etkileyeceği ortaya atılmış. Dış ilişkilerden sorumlu bakanın bu durum da devlet ve partisi arasında kalma ihtimali olduğu öne sürülmüştür.[29]

30 Mart 2008 Avrupa Birliği Slovenya’da yaptığı iki günlük gayri resmi dışişleri bakanları toplantısında, Türkiye-AB ilişkilerine etkisi üzerinde gelişmiştir. Açılan dava da partinin laiklik pozisyonunun hukuksal yönden irdelendiğinde Anayasada belirlenen formla bağdaşmadığı partinin öne sürdüğü kavramın “iktidara gelişinin henüz birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması” iddia edilmiştir.[30] AB üyesi ülkelerin bakanları da, Bakan Babacan’a dini kurallar ve devlet yönetim ile pozisyonu sorulmuş ve Babacan “Anlayışımıza göre laiklik, din ve devlet işlerinin kesin çizgilerle ayrılmasıdır. Laiklik, hiçbir dinî kuralın devlet yönetimine etkide bulunmamasıdır. AK Parti olarak çalışmalarımız bu çerçevede yapılmıştır. Son beş yılda yapılanlara bakılırsa, kadın-erkek eşitliği ile ilgili yapılan reformlar, yeni Medeni Kanun… Bütün bu adımlar, Türkiye’deki laiklik çerçevesini güçlendiren adımlardır; yıpratan adımlar değildir. diye partisini ve buna bağlı olarak Türkiye’yi savunmuştur. İddianamede temel kanıt olarak gösterilen üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasını öngören anayasa değişikliğine Ali Babacan, söz konusu düzenlemenin “özgürlükler adına” yapıldığı fikrini iletmiştir.[31] Ali Babacan’ın ileri sürdüğü pozisyonun devletin resmi görüşü olup olmadığı belirlenmemiştir. AB ülkeleri dışişleri bakanları toplantı sonrasında Batı Balkanların entegrasyonuna devam etme söz verdiler, yukarıdaki tartışmalar toplantı açıklama belgesinde bulunmamaktadır.[32]

Olli Rehn davanın Türkiye Anayasası ve Hukukunda “systemic error (Sisteme bağlı hata)” olduğunu ve bunu Avrupa Parlamentosuna 2 Nisan (Çarşamba Günü) getireceğini ve Türk Anayasal düzenini Avrupa da tartışacağını belirtmiş.[33] Avrupa Parlamentosu Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili gerekçeli kararını inceleyecek ve pozisyon belirleycektir.[34] Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, “Türkiye’de siyasi sürece yargı darbesi yapılıyor” argümanını ortaya atmış dır. AB parlamentosu bağımsızlığını tartışamadıkları Anayasa Mahkemesi’ne karşı söylemlerinde “systemic error” tanımı ve yargı darbesi tanımlamasını kullanması Avrupa birliğinin Türk hukukunu baskı altında tutma amacına hizmet ettiği ileri sürülmüştür.[35]

ABD’deki “Musa’nın on emri” yazılarının sınıflarda asılıp asılamayacağı davası demokrasilerin, bir anlamda yargı ve siyaset sınırlarının birbirini ihlal etiği iddiası üzerine kurulu büyük davalar üzerinde olgunlaşmaktadır. Bu dava ya yargının, ya siyasetin ya da her ikisinin sınırlarının yeniden tanımlanması ihtiyacı olduğunu göstermektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı kapatılma davasını demokratik yapıya uymadığını ama Türk demokrasi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi (güçlü olduğunu gösterdiği) bu testi de atlatacaktır.[36]

Protestolar

Dava

Dava süreci

AK Parti’nin kapatılması istemiyle açılan dava sürecinin resmen 17 Mart 2008 gününde başladı. İddianame üyelere 18 Mart 2008 verildi. Raportör olarak Doç. Dr. Osman Can görevlendirildi. Raportör dosya ile analizini 29 Mart 2008 günü tamamladı. İddianamede herhangi bir eksiklik tespit edilmedi ve dava 31 Mart 2008 günü kabul edilip AK Parti’ye gönderildi. AK Parti yasal olarak 1 ay içinde ön savunmasını hazırlayacak. Bu savunma Anayasa Mahkemesine verilmesinin ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya, esas hakkındaki görüşünü bildirecek. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının esas hakkındaki görüşü AK Parti’ye gönderilecek. Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AK Parti yetkilileri de sözlü savunma yapacaklar.

Davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak raportör, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, gerekse davalı AK Parti ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi Heyeti kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacaklar. AK Parti’nin savunma aşamalarında yasal sürenin dışında ek süre talebinde bulunması halinde Anayasa Mahkemesi bu istemleri de değerlendirecek.

Anayasa’ya göre bir siyasi partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak. Buna göre, kapatma kararı için Anayasa Mahkemesinin 11 asıl üyesinin en az 7’sinin oyu gerekecek. Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 69. maddesine göre, temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre Devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakma kararı da verebilecek.

İnceleme raporu

Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can iddianame ile ilgili inceleme raporu 29 Mart de sunmuştur. 70 sayfalık ön inceleme raporunda iddianamenin iade ve kabul şartlarının bulunduğu seçenekleri sıraladı. Tarafsız olarak hazırlanan inceleme raporları bağlayıcı doküman olarak kabul edilmiyor.

Ön inceleme raporunda Cumhuriyet Yüksek Mahkemesi’nin Kuruluş Kanunu’nu 33. maddesine mahkemenin görüş bildirebileceği ama önüne sunulan iddianamenin reddi müessesesinin bulunmadığını kaydetti. Cumhuriyet Yüksek Mahkemesi iddianameyi iade koşulu ancak iddianamede eksiklikler halinde olmakta ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı mahkemenin işaret ettiği eksiklikleri gidererek yeniden iddianame düzenleme yetkisine sahip. Anayasa Mahkemesi Kuruluş Kanunu’nda CMK’ya değil CMUK’a atıfta bulunulduğu Anayasa mahkemesinin kararıyla ilk defa belirlenmiş olacak.

Ön inceleme raporunda davalı Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olarak faaliyetlerinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle dava iddianamesinde olup olamayacağı (Şekil yönünden iade) veya iddianamenin iadesine etkisi yönünde bir analiz bulunmadığı. Anayasanın Cumhurbaşkanıyla ilgili hükümlerinin özellikle suçla ilgili kısımlarının ‘vatana ihanet’le sınırlandırılması geçmiş suçların (hükûmette iken) bu makama taşınıp taşınamayacağı sorusu öne sürülmekteydi.

İddianamenin kabulü

Anayasa Mahkemesi Başkan Haşim Kılıç ve Başkanvekili Osman Alifeyyaz Paksüt üyeler Serdar Özgüldür, Sacit Adalı, Serruh Kaleli 31 Mart 2008 gününde toplanmış, iddianame ve raportör raporu üzerin üyeler fikirlerini 4 saat süre ile belirtmişlerdir. İddianamenin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında kalan bölümü oy birliği ile kabul edilmiştir.

Raportörün Gül’ün Cumhurbaşkanı olması sebebiyle şekil yönünden sorunlara kanuni yaklaşımı öne sunmadığı ve mahkeme üyeleri arasında bu konuda bireysel görüş ayrılığı oturumun ana konusunu oluşturmuştur. Gül bölümü ancak oy çokluğu (Haşim Kılıç, Serdar Özgüldür, Sacit Adalı ve Serruh Kaleli’nin ret oylarıyla) kabul edildi. Anayasa Mahkemesinin bu kararına göre, Cumhurbaşkanları, cumhurbaşkanı seçilmeden önceki fiilleri nedeniyle yargılanabilirler. Bu konuda gerek akademik çevrelerde, gerek siyasi çevrelerdeki dava öncesi tartışmalara son verilmiştir. Yargı sonuçlarının, vatana ihanet olmadığı durumlarda, Cumhurbaşkanlarına uygulanması ise başka bir soru olarak kalmaktadır. Ceza hukukunda Cumhurbaşkanının vatana ihanet tanımı olmadığı halde Anayasa’ya böyle bir hüküm konulması davanın sonucunun Cumhurbaşkanı suçlu bulunduğunda ceza hukukunda yeni bir tanımın gelişmesine yol açacaktır.

Ön savunma

AK Parti yürütme kurulu mahkeme sürecinin nasıl yürütüleceği konusunda kanaatlerini ve savunma stratejisi 7 Nisan 2008’de belirlemiştir. Savunma sürecinde toplumda oluşan laiklikle ilgili kaygıların giderilmesi yönünde gereken düzenlemeler yapılması, bu kapsamda muhalefetle görüşmelerde ortak bir paydanın belirlenmesi AK Parti yürütme kurulunun ikincil kararını oluşturmaktadır. Erdoğan sürecin koordinasyonunu üstüne almıştır. Erdoğan’ın tayin edeceği çalışma gruplarınca mahkeme sürecinin yürütülmesi kararlaştırılmıştır.

1 Mayıs 2008’de AK Parti ön savunmasını sundu.[37] 98 sayfa ve 35 Ek’ten oluşan 3 klasörlük ön savunmada Adalet ve Kalkınma Partisi adına yöneltilen suçlamalara karşı şu başlıklar altında cevap verildi:

  1. Giriş 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  2. I. Bu dava hukuki değil, siyasi bir davadır 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  3. II. Demokrasilerde siyasi parti özgürlüğü ve sınırları 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  4. III. Dava hukuki temelden yoksundur 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  5. IV. İddianame yanlış bilgiler, çarpıtmalar ve kurgulamalardan oluşmaktadır 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
  6. Sonuç ve talep 22 Eylül 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.

Esas savunma

Adalet ve Kalkınma Partisi kendisine tanınan sürenin tamamını kullanmadan dava hakkındaki esas savunmasını 17 Haziran 2008’de Anayasa Mahkemesine verdi.[38]

Sonuç

30 Temmuz 2008 tarihinde 18.00’de başlayan basın toplantısında Başkan Haşim Kılıç, AK Parti’nin kapatılmamasına ancak laiklik karşıtı eylemlere odak olmaktan hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verildiğini açıkladı.[3][4]

Temelli kapatılma isteminin oylanması:

  • Kabul (6): Fulya Kantarcıoğlu, Mehmet Erten, Necmi Özler, Osman Alifeyyaz Paksüt, Şevket Apalak, Zehra Ayla Perktaş
  • Ret (5): Ahmet Akyalçın, Haşim Kılıç, Sacit Adalı, Serdar Özgüldür, Serruh Kaleli
    • Nitelikli çoğunluk sağlanamadığı için istem reddedildi.

Hazine yardımının kesilmesi hakkında oylama:

  • Kabul (10): Ahmet Akyalçın, Fulya Kantarcıoğlu, Mehmet Erten, Necmi Özler, Osman Alifeyyaz Paksüt, Sacit Adalı, Serdar Özgüldür, Serruh Kaleli, Şevket Apalak, Zehra Ayla Perktaş
  • Ret (1): Haşim Kılıç
    • Partinin hazine yardımının 1/2 oranında kesilmesi kararına varıldı.

Gerekçeli karar

Kronoloji

  • 14 Mart 2008 Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.Başsavcı Yalçınkaya, akşam saatlerinde iddianameyi Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderdi.[39]
  • 17 Mart 2008 AK Parti’nin kapatılması istemiyle açılan dava sürecinin resmen başlama tarihi.
  • 18 Mart 2008 İddianame mahkeme üyelerine verildi. Raportör olarak Doç. Dr. Osman Can görevlendirildi.
  • 29 Mart 2008 Raportör dosya ile analizini tamamladı.
  • 31 Mart 2008 iddianamede herhangi bir eksiklik tespit edilmedi ve dava kabul edilip AK Parti’ye gönderildi.
  • 7 Nisan 2008 AK Parti Yürütme Kurulu mahkeme sürecinin nasıl yürütüleceği konusunda kanaatlerini ve savunma stratejisi belirledi.
  • 1 Mayıs 2008 ‘de AK Parti ön savunmasını sundu.[37]
  • 16 Haziran 2008 AK Parti esas savunmasını Anayasa Mahkemesine sundu.[38]
  • 1 Temmuz 2008 Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi’nde sözlü açıklamada bulundu. Sözlü açıklamasında iddianamedeki görüşlerini tekrarlayan Yalçınkaya, AK Parti’nin kapatılmasını ve aralarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Erdoğan’ın da olduğu 71 kişiye siyasi yasak getirilmesini istedi.[40]
  • 3 Temmuz 2008 Ak Parti Anayasa Mahkemesi’nde sözlü savunmasını yaptı.[41]
  • 16 Temmuz 2008 Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can raporunu mahkemeye sundu.[42]
  • 22 Temmuz 2008 Anayasa Mahkemesi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kapatılması istemiyle açılan davayı 28 Temmuz Pazartesi günü esastan görüşmeye başlayacağını açıkladı.[42]
  • 28 Temmuz 2008 Bugün görüşülmeye başlanacak dava ile ilgili ilginç bir dış gelişme:İzmir’den Ali Sezer’in yaptığı “AK Parti kapatılmasın” başvurusunu işleme koyan AİHM davaya öncelikli olarak bakacak. Sezer’in avukatı, Başkan Kılıç, Başkanvekili Paksüt, üyeler Kaleli ve Özgüldür için reddi hakim talebinde bulunacak.[43]
  • 28 Temmuz 2008 Anayasa Mahkemesi heyeti, Avukat Mustafa Kemal Turan’ın 4 asıl üye hakkındaki reddi hakim talebini reddetti.[44]
  • 30 Temmuz 2008 Anayasa Mahkemesi başkanı Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi yaptığı açıklamada Adalet ve Kalkınma Partisi’nin temelli kapatılması isteminin kabul edilmediğini; ancak laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne verilecek hazine yardımında yarı yarıya kesintiye gidileceğini açıkladı.[3][4]
  • 31 Temmuz 2008 Yorumlar

1 Yekta Güngör Özden (Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı)

Aslında Anayasa’nın 69. maddesinde yapılan son değişiklikle bu kapatma yerine getirilen bir yaptırımdır. Bunu da kapatma anlamında değerlendirmek gerekir. Başkanın ihtar demesi de buradan kaynaklanıyor. Partilere ihtar farklı bir konudur. Başkan oradan yararlanarak kendi içindekileri yavaşlıklarını burada bu ihtar sözüyle gidermeye çalışıyor. Kaldı ki Hazine yardımından yoksun kılınca oda kapatma yerine olduğundan buna neden olan eylemler söylemler içinde siyasetten yasaklanma kararını verilmesi gerekirdi. Bundan da kaçındıkları ortaya çıkıyor. Artık karar yayımlandığında gerekçeleri daha iyi yapacağız.

[45]

2 Ahmet Türk (DTP Eş Başkanlarından)

Burada bir genel değerlendirme yapmak lazım. Önemli bir karar olarak değerlendiriyoruz. Türkiye ve demokrasi için çok önemli. Karar ötesinde Sayın Başkan’ın yaptığı açıklamalar çok önemli. Anayasa Mahkemesi’nin hiçbir üyesi kapatılmasını istemez. Ortak bir diyalog ve ortak aklı ortaya koyarak bu yönde adımlar atılmalıdır. Parti kapatılmasına karşıyız.

 

wikipedia.org

Ayrıca Kontrol Edin

14 Martta ölenler

Ölümler Karl Marx’ın mezar taşı (Highgate Mezarlığı, Londra) 1457 – İmparator Jingtai, Çin’in Ming Hanedanı’nın yedinci imparatoru (d. 1428) …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Seç ve dinle