osmanlı İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1593 yılındaki durumunu gösteren ayrıntılı bir harita

Osmanlı İmparatorluğu ya da Osmanlı Devleti (Osmanlıca: دَوْلَتِ عَلِيَّهٔ عُثْمَانِیَّهromanize: Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye),[4][5] resmî olarak Devlet-i Aliyye ve yine resmî olarak antlaşmalarda ve uluslararası kullanımlarda Türkiye, Batı kroniklerindeki kullanımlarda ise Türk İmparatorluğu, 1299 yılında Oğuz Türklerinden Osman Gazi’nin kurduğu Osmanoğlu Hanedanı’nın hükümdarlığında Orta Çağ’dan Yakın Çağ’a kadar varlığını sürdürmüş bir imparatorluktur.

Osmanlı Devleti, bugünkü Türkiye’nin Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde bir beylik olarak kuruldu. Bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması, yaygın kabule göre 1299 yılında oldu. Ancak Prof. Dr. Halil İnalcık ve bazı diğer akademisyenler, Osmanlı Devleti’nin 1299’da Söğüt’te değil, 1302’de Yalova’da, Bizans’a karşı yapılan Koyunhisar Muharebesi sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia etti.

İslam’dan kaynaklanan gaza ve cihat anlayışıyla sürekli genişleme eyleminde bulunan devletin egemenliği altındaki topraklarda yaşayan halklar, zaman zaman toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıktılar.[19] Osmanlı İmparatorluğu meşruiyet kaynağını dinde bulması ve hukuk kurallarının oluşumu bağlamında, laik bir devlet değildi; Müslüman ve gayrimüslimlere yaklaşım farklılıkları bağlamında, seküler bir devlet değildi; dinin devlete hakim değil, devletin kontrolünde olması bağlamında, teokratik bir devlet değildi. Vicdan özgürlüğü Müslümanlara kıyasla gayrimüslimlere daha geniş kapsamda tanındı; inancını açıklama özgürlüğü ise gayrimüslimlere kıyasla Müslümanlara daha geniş kapsamda tanındı.

Osmanlı İmparatorluğu dönemi; Osmanlı Hanedanı’nın ve saray erkanının, Rum kadınlarla ve Slav Hristiyan halklardan (Sırplar, Bulgarlar, Ukraynalılar gibi) kadınlarla evlilik yapması, iskan politikası sebebiyle devşirilen Hristiyan çocukların Türk-İslam örf ve gelenekleri ile yetiştirilip yeniçeri ordusuna ve devlet kurumlarına alınmasıyla beraber, Türk tarihinin Roma-Doğu Roma tarihi ile kaynaştığı dönem olarak görülür.

1453 yılında II. Mehmed Konstantinopolis’i fethedip Bizans İmparatorluğu’na son vererek “Roma İmparatoru” (Kayser-i Rûm) unvanını üstlendi. 1517 yılında, I. Selim Büyük Mısır Seferi sırasında Ridâniye Muharebesi’nde Memlûk Devleti’ni yıkıp “İslam Halifesi” unvanını üstlendi ve Osmanlı hükümdarlarının unvanlarına yeni bir unvan daha ekledi.

Osmanlı İmparatorluğu 29 eyaletten ve özerklik tanınmış olan Boğdan, Erdel ve Eflak prensliklerinden oluşmaktaydı. Osmanlı Devleti, zaman zaman deniz aşırı topraklarda da söz sahibi oldu. Atlantik Okyanusu’ndaki kısa süreli toprak kazanımları Lanzarote (1585), Madeira (1617), Vestmannaeyjar (1627) ve Lundy (1655) bu duruma örnek olarak gösterilebilir.

Osmanlı İmparatorluğu gücünün doruğunda olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa, Asya ve Afrika’nın bazı bölgelerine yayıldı ve Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika’nın bir bölümü ve Doğu Avrupa’nın küçük bir bölümünü egemenliği altında tuttu. Bu yüzyıllarda ülkenin sınırları batıda Cebelitarık Boğazı, doğuda Hazar Denizi ile Basra Körfezi’ne; kuzeyde Avusturya, Macaristan ve Ukrayna’nın bir bölümüne ve güneyde ise Sudan, Eritre, Somali ve Yemen’e kadar uzanmaktaydı.] İmparatorluk 1699 yılında Karlofça Antlaşması sonrası gerileme dönemine girdi, toprak kayıplarının sonucunda sınırları sürekli daraldı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı saltanatını kaldırdı ve 3 Mart 1924 tarihinde hem Osmanlı halifeliğini kaldırdı hem de Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye’den sürgün edilmesi kararını aldı. Günümüzde hanedan ile soy bağı olanların bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı ise yurt dışında farklı ülkelerde yaşamaktadır.

Arnold Joseph Toynbee gibi bazı tarihçiler, Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nin tek ardıl devleti sayılması gerektiğini savunurlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osman Gazi zamanında Anadolu’da yer alan tüm beyliklerde iktidarın babadan oğula geçtiği ataerkil bir yönetim biçimi hakimdi. Bu tip yönetim anlayışını benimseyen beylikler de ülke ve halk tabakasını hanedanın kurucusunun mirası şeklinde kabul görmekte ve beylikler, hanedanın kurucusunun adını almaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu da hanedanın kurucusu olan Osman’ın adını aldı ve Osmanlı Devleti şeklinde anıldı. Osman’ın adı, Arapça عثمان (Othman) kelimesinin Türkçe formudur. Bazı kimselere göre hanedan, adını “Ataman” (İngilizcede Ottoman) adından almıştır.

Devlet, Osmanlı Türkçesinde “imparatorluk”, günümüz Türkçesinde “yüce devlet” anlamına gelen Devlet-i Aliyye (Osmanlıca: دولت عليه) ve devleti yöneten hanedanı belirtmek için “Osmanlı Hanedanı” anlamına gelen Hanedan-ı Âl-i Osman isimlerini kullandı. Tanzimat Fermanı ilanının sonrasında ise adın sonuna eklenen Osmānīye (Osmanlıca: عثمانیه) kelimesiyle beraber “Yüce Osmanlı Devleti” anlamına gelen Devlet-i Alīyye-i ʿOsmānīye (Osmanlıca: دولت عليه عثمانیه) olarak isimlendirildi. Bu isimlendirme, 19. yüzyılın Türkçe belgelerinde de geçmektedir. Cumhuriyet sonrasında kullanılan Türkçede ise Osmanlı İmparatorluğu ya da Osmanlı Devleti isimleri de kullanıldı.

19. yüzyıldan önceki İngilizce kaynaklarda TurkeyTurkish Empire ve Ottoman Turkey şeklindeki kullanımlara da rastlanır. Uluslararası antlaşmalarda devlet hem Osmanlı hem de Türkiye ismini resmî olarak kullanmaktaydı. Tuncer Baykara İmparatorluğun modernleşme ve batı ile daha sıkı ilişkilere sahip olma sürecine girdiği 19. yy’dan itibaren elitler arasında devletin isminin sorun oluşturmaya başladığını belirtir. Fransa’ya eğitim almak için giden Şinasi bu kişilerden ilkidir. Şinasi, Mustafa Reşid Paşa’ya yazdığı bir şiirinde bu durumu Rûma bir Avrupalı büt vereli revnak ü şan, Reşk-i iklim-i frenk olmadadır Türkistan diyerek dile getirir. Tanzimat elitleri arasında Türklük düşüncesi önem kazandıkça bu durum devletin başına da sirayet eder. Sultan Abdülmecid 1856 Paris Anlaşması’nda ülkenin adını Türkistan olarak belirtir, aynı uygulamayı II. Abdülhamid 1879 Berlin Anlaşmasında devam ettirir. V. Mehmed’e kadar devam eden bu uygulama zamanla yerini Türkiye ismine bırakmaya başlar. 1918 Mondros ve 1920 Sevr antlaşmalarında artık Türkiye adı geçmeye başlar.

Batı Avrupa’da ise, Osmanlı İmparatorluğu (İngilizce: Ottoman Empire) ve Türkiye (İngilizce: Turkey) olmak üzere iki isim birbirinin yerine resmî olarak kullanıldı. “Türkiye” adı, hem resmî hem de resmî olmayan ortamlarda gitgide daha çok yaygınlaştı. Bu ikilem, Ankara merkezli yeni kurulan Türk hükûmetinin Türkiye’yi ülkenin resmî adı olarak seçtiği 1920-1923 yıllarında sona erdi. Günümüzde bazı tarihçiler, imparatorluğun çok uluslu karakterinden dolayı, Osmanlı’dan bahsederken TürkiyeTürkler ve Türk terimlerini kullanmazlar. Ancak İmparatorluk 19. yüzyıldan itibaren yaptığı uluslararası anlaşmalarda TurkeyTurquie ve Turkei isimlerini kullanmakta ve Osmanlı diplomatları bu anlaşmaları imzalamaktaydı.

Günümüzde modern Türkiye için de Turkey kullanımının yaygın olmasının yanı sıra Republic of Turkey kullanımıyla, Osmanlı İmparatorluğu dönemi (Ottoman Turkey) ile Cumhuriyet dönemi birbirinden ayrılır.

Kayı boyu ve Osmanlı ailesi

 

Kayı boyu damgaları

Genel görüşe göre Osmanlı ailesinin, Oğuzların Bozok kolunun Gün Han soyuna mensup olan Kayı boyundan geldiği kabul edilmektedir. Osmanlıların etnik kökenleri hakkında bilgi veren ilk dönem Osmanlı kronikleri, genel anlamda aynı görüşü paylaşmaktadırlar. İlk dönem kroniklerinde verilen bilgiler, Oğuz Kağan Destanı ile aynıdır. Destana göre Oğuz Han’ın Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han olmak üzere altı oğlundan ilk doğan üç tanesi (Gün Han, Ay Han, Yıldız Han) Oğuz boylarının sağ kolunu, diğer üçü ise sol kolunu oluşturuyorlardı. Oğuz Han’ın her bir oğlunun dört boyu mevcuttu. Oğuz boyları ise toplamda yirmi dört boydan meydana gelmekteydi. Oğuz Han’ın altı çocuğunun oluşturduğu bu boyların Gün, Ay ve Yıldız kollarına Bozoklar (ya da Bozoklu); Gök, Dağ ve Deniz kollarına ise Üçoklar (ya da Üçoklu) denmekteydi. Orduda ve şölen adı verilen ziyafetlerde Bozoklar Han’ın sağ tarafında, Üçoklar ise sol tarafında yer alırlardı. Bozoklar’da en başta Gün Han’a mensup olan boylar, Üçoklar’da ise Gök Han’a ait boylar gelirlerdi. En başta yer alan Gün Han’ın derecelerine göre sırasıyla Kayı, Bayat, Alkaevli ve Karaevli adlı dört boyu gelirdi.

Kayı, kelime anlamı olarak “muhkem, kuvvet ve kudret sahibi” demektir. Damgaları  ya da  şeklinde olup, bunlar “iki ok arası bir yaylı ok”u temsil etmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu hakkındaki bilgilerin büyük çoğunluğu, geç 15. yüzyıl ve erken 16. yüzyılda yazılmış Türkçe eserlere dayanmaktadır. Türk şair Ahmedî’nin İskendernâme isimli eseri, bu konuda yazılan ilk Osmanlı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Yazıcızâde Ali’nin Tevârih-i Âl-i Selçuk isimli eserinde de Osmanlılar’ın Kayı boyundan geldiği kabul edilmektedir. Ahmedî’nin İskendernâme isimli eserinin Âğâz-ı Dâsitân bölümünde, Ertuğrul Gazi’nin Oğuzlardan Gök Han’ın soyundan geldiği yazmaktadır. Osmanlı tarihçisi Enverî ise, Osmanlıların Oğuz soyundan geldiğinden bahsederek Kayıların soyunu Nuh’a kadar götürdüğünü söylemiştir. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Şükrullâh ise Behcetü’t Tevârîh isimli eserinde, Kayıları Nuh, Yafes, Kayı Han, Kara Han, Oğuz Han, Gök Alp, Kızıl Buğa, Kaya Alp, Süleyman Şah, Ertuğrul, Osman, Orhan, Murad, Bayezid, Murad ve Mehmed olarak sıralamıştır. II. Mehmed devrinde yaşayan Osmanlı tarihçisi Âşıkpaşazâde ise, Osmanlıların tarihini anlattığı Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eserinde, Şükrullâh gibi Osmanlıları Nuh’a kadar götürmüştür. Ancak Şükrullâh’tan daha fazla isme yer vermiştir. Bunların dışında İbn-i Kemal, Naîmâ, Mahmûd el-Bayâtî, Oruç Bey, Neşrî, Kâtip Çelebi ve Mustafa Nuri Paşa gibi kronik yazarlarının kaynaklarında da bu silsileler hemen hemen benzerdir.

20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Herbert Adams Gibbons’un Osmanlıların gayrimüslim tebaadan geldiği iddiasıyla, Osmanlıların kuruluş ve etnik kökenleriyle ilgili yeni bir tartışma başladı. Gibbons’un iddiasına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olan Osman Gazi, daha sonra kayınpederi olacak olan Şeyh Edebali’nin evinde onun verdiği Kur’an’ı sabaha kadar ayakta okur ve bir rüya görür. Rüyasında melek ona; bu ebedi sözleri büyük bir saygıyla okuduğundan dolayı, çocuklarının ve çocuklarının çocuklarının neslinin büyük bir onura sahip olacağını söyler. Osman bu sayede Müslüman olur. Gibbons’a göre Osman, Moğol istilasından kaçarak Söğüt’e gelen küçük bir aşiretin beyidir. Yine yazara göre Osmanlılar, özellikle İslam dinini kabul eden Rumlar ile birlikte Türk ırkının dışında yeni bir ırk oluşturmuşlardır. Gibbons bu düşüncesiyle Osmanlıların Oğuz ve Kayı soyundan geldikleri görüşünü kabul etmemiştir.

Alman tarihçi Josef Markwart, Dîvânü Lugati’t-Türk’te geçen Kayları Kayı olarak kabul etmiştir ve bununla birlikte Osmanlıların Moğolların Kay kabilesinden geldiklerini ve Türkleşmiş bir Moğol olduklarını iddia etmiştir. Mehmet Fuad Köprülü ise Dîvânü Lugati’t-Türk’te hem Kaylardan hem de Kayılardan (Kayığ) bahsedilmesi nedeniyle Markwart’ın bu tespitinin yanlış olduğunu belirtmiştir.

Tarihçi Paul Wittek ise, Osmanlıların şecerelerinin Oğuzların Kayı boyuna bağlı olmadığını savunmuştur. Wittek’e göre Kayı boyu ile ilgili şecereler, devletin kuruluşundan 150 yıl sonra yazılmaya başlanan Osmanlı kroniklerine dayanan efsaneleştirilmiş öykülerdir. Paul Wittek çalışmalarında Osmanlı kroniklerini sık kullanan tarihçilerden bir tanesi olsa da, Osmanlı’nın etnik geçmişi hakkında kroniklere güvenmemiştir. Osmanlı’nın toplama bir kabile olduğunu ve devleti Anadolu’nun uçlarında yaşayan gazilerin kurduğunu savunmuştur. Ayrıca II. Murad devrinden sonra Kayı ve Oğuz unsurlarının diğer beylikleri kontrol altına almak ve üstünlük kurmak amacıyla çokça vurgulandığı görüşünü belirtmiştir. Rudi Paul Lindner da Kayı boyu şecerelerinin II. Murad devrinde diğer beyliklere karşı üstünlük sağlamak için uydurulduğunu iddia etmiştir. Lindner, 15. yüzyıl kroniklerine dayanarak Osmanlıların soyunu Oğuzlara çıkarmanın inandırıcı olmayacağını söylemiştir. Lindner, Osman’ın devleti yanındaki göçebelerle birlikte kurduğunu iddia etmiştir.

Türk tarihçi Prof. Dr. Feridun Emecen, 15. ve 16. yüzyıla ait bazı tahrir defterlerinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Kayıların mevcut olduğunu belirtmiştir. O yıllarda Kayı boyuna mensubiyetin çok cazip olmadığı için, Osmanlıların diğer Anadolu Türkmen beyliklerine karşı üstünlük kurmak amacıyla böyle bir iddiada bulunmayacaklarını söylemiştir.[71] Mehmet Fuad Köprülü de Feridun Emecen ile hemen hemen aynı görüşleri paylaşmıştır. Köprülü, Osmanlıların meşruiyet kazanmak amacıyla sonradan bir silsile uydurmadığını söylemiştir. Köprülü, böyle uydurma bir iddiada saray tarihçilerinin de ortak bir anlatıyı yazacaklarını savunarak, günümüzdeki kroniklerde bu konuyla ilgili farklılıkların olduğunu ve bunun sonucunda Kayı boyu görüşünün uydurma olmadığını belirtmiştir.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı da Kayıların varlığını kesin olarak kabul eden tarihçilerdendir. Uzunçarşılı’ya göre Osman Gazi’nin ele geçirdiği toprakları Oğuz geleneğine göre yakınlarına ve silah arkadaşlarına dirlik olarak pay etmesi, Kayı görüşünün gerçek olabileceğinin en önemli işaretlerinden birisidir.

Prof. Dr. Halil İnalcık ise II. Murad zamanında, Timur’un Cengiz Han’ın soyundan gelmesini üstünlük unsuru sayarak Osmanlılar’a karşı egemen olmak istediğini ve buna karşı ise Osmanlıların Kayı boyu ve Oğuz hikâyesini uydurduklarını söylemiştir. Bu tarihten sonra ise dünyaya gelen şehzadelere Oğuz ismi konulmaya başlanmış, çeşitli silah ve topların üzerine de Kayı damgası işlenmiştir. Mehmet Ali Kılıçbay’a göre, I. Murad zamanında Osmanlıların Anadolu beyliklerinin üzerine gitmeye başlamasıyla ortaya çıkan soylu-soysuz tartışmaları sonucunda, Osmanlılar Kayı boyunu ortaya atarak diğer beyliklere üstünlük sağlamak istemiştir.

Oğuz Han
Gün Han
Kayı
Saçıkaralılar
Kurtlu
Kızılkeçili
Karakeçili
Atçekenler (Tanrıdağı Türkmenleri)
Sarıkeçili
Haculu
Osmanlı Hanedanı

Tarihçe

Osmanlı İmparatorluğu belirli tarihsel dönemlere ayrılarak incelenir. Dönemler, Osmanlı Devleti’nin yönetim yapısına ve dünya siyasetindeki yerine göre belirlenmiştir. Toprak büyüklüğünü temel alan ayrıştırmalardan daha detaylı bir bakış açısına izin vermektedir.

Beylik Dönemi

Anadolu’ya Oğuz-Türkmen göçleri ve Anadolu Selçuklu Sultanlığı

Selçuklu Devleti dağıldıktan sonra, Oğuz Türkmen boylarının bir araya gelerek yaptığı toplantı ve Ertuğrul Gazi’nin kılıç kuşanmasını anlatan tablo

Oğuzların ve Türkmenlerin batıya doğru göç hareketleri başlıca iki aşamada gerçekleşti. Birincisi, Türkmenlerin Selçuklu Hanedanı önderliğinde 1020’lerden itibaren Azerbaycan’ı istilâ etmeleri ve Anadolu’ya akınları, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Sultanı Alp Arslan’ın 1071 yılındaki Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’yu Türklere açmasıdır. Bu zaferle birlikte Türkmenler, Ege Denizi’ne kadar Anadolu’da birçok yeri istilâ ettiler. Bu yerlerde yaşayan Rum halk ise kıyılara kaçıyor ya da Türkmenlerle uzlaşarak yaşamak zorunda kalıyordu.

Moğol istilaları sonucunda Moğol İmparatorluğu’nun 1259’daki sınırları

Asıl ikinci büyük göç hareketi ise, 1220’lerden sonra doğuda başlayan büyük Moğol istilası sebebiyle Türkmenlerin Orta Asya’dan ve yoğun olarak yaşadıkları Azerbaycan’dan Anadolu’ya doğru başladı. Moğol istilası sebebiyle Mâverâünnehir, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya gerçekleşen göçler ile beraber Anadolu’daki Türk nüfusu büyük bir artış gösterdi. 13. yüzyılda Anadolu’da tam anlamıyla bir Türk yurdu görünüşü hakimdi. İtalyan gezgin Marco Polo, 1279 yılında Doğu Anadolu’dan geçerken, Anadolu’yu Turkmenia ismiyle anmıştır. Türkmenlerin bir kısmı kendilerine uygun buldukları yerlerde köyler kurarak yerleşik düzende yaşamaya başladılar. Türkmenler 1240 yılında Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde Selçuklu idaresine karşı büyük bir ayaklanma gerçekleştirdi. Üç yıl sonra ise Moğol kumandanı Baycu Noyan Anadolu’yu istilâ etti. Bu ayaklanma, Anadolu’nun şekillenmesinde önemli bir yer tuttu. Vefâ’îyye tarikatından Baba İlyas’ın soyundan gelen Âşık Paşa, Muhlis Paşa ve onların halifeleri Babaîler, batı taraftaki sınır bölgelere yerleşerek, Osmanlı’nın toplum ve kültür hayatında önemli bir rol oynadılar. Bunlardan bir tanesi, Osmanlı Hanedanı’nın kuruluşunda önemli rol oynayan ve Osman Gazi’nin hocası ve kayınpederi olan Şeyh Edebali’dir.

Kösedağ Savaşı’nda Selçuklu askerlerini kovalayan Moğol öncü birlikleri

Moğol kumandanı Baycu Noyan, 1243 yılında kalabalık ordusuyla Anadolu’yu istila etti. Baycu Noyan komutasındaki Moğol öncü birlikleri, 3 Temmuz 1243 tarihinde Sivas’ın doğusunda yer alan Kösedağ mevkiinde, II. Gıyaseddin Keyhüsrev yönetimindeki Anadolu Selçuklu ordusunu Kösedağ Muharebesi ile bozguna uğrattı. Anadolu Selçuklu Devleti bu savaşın ardından Moğol İlhanlı Devleti’ne bağımlı bir hâle geldi.

13. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise Anadolu’daki Moğol baskısı giderek arttı. Bu baskı sonucunda ise Türkmenler Batı Anadolu’da Bizans topraklarını istilâ etmeye başladılar. Batı tarafında Bizans’a karşı en güçlü beylik Germiyanoğulları Beyliği’ydi. 1260 yılında Malatya’dan Kütahya’ya yerleştiler. Osman’ın babası Ertuğrul Bey’in de aşiretiyle beraber bu tarihlerde Eskişehir-Sakarya bölgesine yerleştiği tahmin edilmektedir.

Türkmenler, Anadolu’da Moğollara karşı direnen en önemli güç konumundaydılar. Moğol istilâlarına karşı koymak amacıyla İslam’ın gaza anlayışını benimseyerek Memlûk Sultanlığı ile iş birliği içerisine girdiler ve Anadolu’daki Moğollara karşı Türk bağımsızlığının kazanılmasında siyasî liderliği ele aldılar. Anadolu Selçuklu’nun sınır bölgeleri Akdeniz, Karadeniz ve Batı ucu olmak üzere üç hudut bölgesi olarak organize edildi. Her bölgeye, Selçuklu sultanının atamış olduğu bir emîr (bey) bulunuyordu. Dağlık bölgelerde ise yarı göçer Türkmenler mevcuttu. Bunlar, merkezi devlet siyasetinin etkisinden uzak bir yaşam sürüyorlardı. Uçlarda dinsel yaşam, dervişler ve Orta Asya Türk gelenekleri (Yesevîye ve Babaîyye) hâkimdi.

Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkışı

 

İslam devletlerinde, özellikle Anadolu’da gazâ ideolojisi ve hareketlerinde artış başlaması ve 1261 yılında Anadolu’daki Moğollara karşı başlayan geniş bir Türkmen hareketi, Osmanlı’nın da aralarında bulunduğu birçok Türkmen beyliğinin kurulmasına sebep oldu. Bu tarihten itibaren Anadolu, İran merkezli İlhanlı Devleti’nin egemenliğini kabul etmiş olan Selçuklu sultanlarının hüküm sürdüğü doğu kısmı ve Türkmenlerin hakimiyeti altında olan batı kısmı olarak iki siyasî bölgeye ayrılmıştı. Selçuklu’nun batı sınır bölgesinde kurulan Eşrefoğulları Beyliği, Hamitoğulları Beyliği, Sâhib Ataoğulları Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği ve Çobanoğulları Beyliği ile Bizans topraklarını fethederek kurulan Batı uç beylikleri (Menteşe Beyliği, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karesioğulları ve Osmanoğulları), Türkmen yönetimindeki yarı bağımsız Anadolu’yu temsil ediyorlardı.

Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu’da kurulan Türk beylikleri

Moğol İlhanlı yönetiminin merkezi kontrolüne ve mali sistemine karşı olan yarı göçer Türkmen boyları, Moğollar tarafından gelişigüzel bir şekilde Selçuklu tahtına geçirilen sultanlara karşı çıktılar. 1284 yılında Moğolların II. Gıyaseddin Mesud’u (1284-1296) tahta geçirip, onun saltanat rakibini destekleyen Germiyanoğulları’na karşı saldırmaları sonucunda Türkmen boyları hedeflerini Bizans topraklarına yönelttiler. Bunun sonucunda Batı Anadolu, Germiyanoğulları tarafından fethedildi. 1270 ile 1310 yılları arasında bölgede Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi gibi gazî Türkmen beylikleri kuruldu. Bölgede kurulan ilk beylik, 1269 yılında Teke Türkmenleri tarafından desteklenen Menteşeoğulları’dır. Bu beylikler, Osmanlı Beyliği gibi Selçuklu sınırlarının ötesinde Bizans topraklarının fethedilmesiyle ortaya çıkan yeni bir Türkmen beylikleri zincirini meydana getirmekteydi.

Osmanlı Beyliği, Batı Anadolu’da kurulan bu beylikler arasında en kuvvetli ve en zengini konumuna geldi. Daha sonra, ilki 1345’lerde Karesi Beyliği olmak üzere diğer beylikleri işgal etmeye başladı. Osmanlı Beyliği, Osman Gazi’nin yönetimi altında çevreye düzenlenen akınlarını çoğaltarak devam ettirdi ve iç bölgelerden gelen insanların da beyliğe katılmasıyla, Bizanslıların elinde olan kale ve kasabaları alabilecek kadar güçlendi. Osmanlılar, Karacahisar’ı ele geçirmelerinin ardından ilk defa 1299 yılında Söğüt ile birlikte Yarhisar, Yenişehir ve İnegöl’ü topraklarına kattı. 1299 yılında Karacahisar’ı ele geçiren Osman Gazi, rivayete göre kendi adına hutbe okutarak oraya bir kadı atadı ve kendi töre ile kanununu ilan ederek bağımsızlık iddiasında bulundu. Öz Türk geleneğine göre devletin kuruluşu, her şeyden evvel, egemenliğini Tanrı’dan aldığına inanılan karizmatik bir liderin ortaya çıkışına bağlı olduğu inanışına göre, Osmanlı’nın resmî kuruluşu yaygın olarak 1299 yılı olarak kabul görür.

Kuruluş (1299-1453)

 

 

İlk kumandanlardan Akçakoca Bey ile Konur Alp ve ortada beyliğin kurucusu Osman Gazi

1299 yılına gelindiğinde Anadolu’da hüküm süren Anadolu Selçuklu Devleti yıkılma süreci içindeydi. Bu yıllarda Osman Gazi, yakın arkadaşları ile birlikte Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ü fethetti. 1301’de Yenişehir fethedildi. Başta Âşıkpaşazâde olmak üzere Osmanlı kaynaklarına göre Osman Gazi, 1299 yılında resmen bağımsızlığını ilan etti. Bu tarih, birçok tarihçi tarafından beyliğin kuruluşu olarak nitelendirildi. Bunun yanı sıra tarihçilerin bazıları beyliğin kuruluşunu 1301 kabul eder. Halil İnalcık ise 1299 tarihinin daha sonraları Osmanlılar tarafından uydurulmuş bir tarih olmasının muhtemel olduğunu söyleyerek Bizans kaynaklarından, dönemin tarihçisi Paleologos Hanedanı’ndan Pahimeres’in yazdıklarını kanıt göstererek kuruluşun 1302 yılında yapılan Koyunhisar Muharebesi ile gerçekleştiğini öne sürdü.

1302’de Bizans İmparatorluğu kuvvetleri, Osman Gazi’yi durdurmak için yola çıktı. Osman Gazi, Bizans İmparatorluğu ile yaptığı ilk savaş olarak kabul edilen Koyunhisar Muharebesi’nin kazananı oldu.

1326’da Osman Gazi, Bursa’yı kuşattı. Fakat kendisinin rahatsızlanması üzerine kuşatmaya oğlu Orhan devam etti. Aynı yıl Bursa fethedildi ve başkent yapıldı. Orhan Bey, döneminde kendi adına para bastırarak beyliği devlet hâline getirdi. 1329’da III. Andronikos’un başında bulunduğu Bizans ordusu ile yaptığı Pelekanon Muharebesi’ni kazandı. 1331’de İznik’i, 1337’de İzmit’i topraklarına kattı. Ayrıca kendisinin döneminde devletin sınırları, komşu Türk beyliklerinin toprakları yönünde de genişlemeye başladı. 1345’te Karesioğulları Beyliği Osmanlı egemenliği altına girdi. Böylece Osmanlı, hem beyliğin donanmasından yararlandı, hem de Rumeli’ye geçiş için alınması gereken önemli bazı noktalara sahip olmuş oldu. 1352’de, taht kavgaları ile mücadele eden Bizans yöneticilerinden Matheos Kantakuzinos’a isteği üzerine yardım kuvveti gönderen Orhan Bey, yardımın karşılığı olarak Gelibolu Yarımadası’nda bulunan Çimpe Kalesi’nin sahibi oldu. Çimpe Kalesi’nin ele geçirilmesi ile Osmanlı Devleti, ilk Rumeli toprağını kazandı.

I. Murad döneminde Osmanlı Devleti sınırlarını gösteren harita

Orhan Bey’den sonra yerine I. Murad geçti. Murad Hüdavendigâr olarak da bilinen I. Murad, Osmanlı topraklarını Balkanlar yönünde genişletmeyi sürdürdü. İlk olarak Edirne yakınlarında yapılan Sazlıdere Savaşı ile Türk ilerleyişini durdurmak isteyen bir Bizans-Bulgar ordusunu yenilgiye uğrattı ve zaferin ardından Edirne’yi ele geçirdi. Kısa bir süre sonra, Edirne’yi geri almak isteyen Macar, Sırp, Bulgar, Eflâk ve Bosna birleşik ordusu ile Edirne yakınlarında karşılaştı. Yapılan Sırpsındığı Savaşı’nda karşı tarafı yenilgiye uğrattı. Döneminde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ı ele geçirmeyi başardı. Buna ilaveten, Hamitoğulları Beyliği’nden para karşılığı Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir, Karaağaç, Eğirdir ve Isparta’yı; Germiyanoğulları Beyliği’nden ise çeyiz yoluyla Kütahya, Simav, Tavşanlı ve Emet’i aldı.] Balkan ve Avrupa devletlerinin Osmanlı’nın Avrupa yönündeki ilerlemesini durdurma çabaları I. Kosova Muharebesi ile devam etti. Osmanlı, savaşın kazananı oldu. Fakat I. Murad, savaşın bitmesinin ardından yaralı bir asker tarafından savaş meydanında hançerlendi ve öldürüldü.

Ankara Muharebesi’ni gösteren bir minyatür

I. Murad’ın I. Kosova Savaşı sonrasında ölmesi üzerine Osmanlı tahtına daha sonraları Yıldırım Bayezid ismiyle de anılacak olan I. Bayezid geçti. I. Bayezid, Balkanlar’ın yanı sıra Anadolu’da da siyasi birlik sağlama çabasına girişti. Bu kapsamda Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Hamitoğulları, Menteşeoğulları ve Saruhanoğulları beyliklerini topraklarına kattı. 1392’de Candaroğulları topraklarını ele geçirdi. Saltanatı süresince dört kez İstanbul’u abluka altına aldı. Bunlardan üçüncüsünü 1396 yılında yaptı, fakat Haçlı ordusunun Niğbolu’ya kadar gelmesi üzerine ablukayı kaldırdı. Eylül 1396’da yapılan Niğbolu Savaşı’nı kazandı. Savaşın ardından İstanbul’u dördüncü kez abluka altına aldı, fakat bu ablukayı da doğuda beliren Timur tehlikesi sebebiyle kaldırdı. Çin’e sefer düzenlemek isteyen ve batısında güçlü bir devlet barındırmak istemeyen Timur, daha önceleri savaşarak yenilgiye uğrattığı Karakoyunlu ile Celayirîli hükümdarlarının Osmanlı’ya sığınmasını ve istediği şartların kabul edilmemesini ileri sürerek Osmanlı’ya uyarılarda bulundu. I. Bayezid ile aralarında geçen bazı hakaret dolu mektuplaşmaların ardından Timur, Osmanlı’ya savaş ilan etti. İki büyük ordu, Ankara’nın Çubuk Ovası’nda karşılaştı. 1402’de yapılan Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid, kendisine bağlı Türk beylerinin Timur’un tarafına geçmesinin de etkisi ile yenilgiye uğradı ve oğullarından Mustafa ve Musa ile birlikte Timur’a esir düştü. Yıldırım, 1403’te Akşehir’de öldü. Timur, Yıldırım’ın ölümü üzerine oğlu Musa’yı serbest bıraktı.

I. Mehmed, Fetret Devri’ne son verdi.

Yıldırım Bayezid’in esir düşmesi ve esaret hayatındaki ölümünden sonra, oğulları İsa, Mehmed, Musa ve Süleyman arasında taht kavgaları başladı. Fetret Devri adıyla bilinen dönemin başında Timur, Yıldırım tarafından ele geçirilen Anadolu beylerine eski topraklarında yeniden bağımsız beylikler kurdurdu. Tahtın sahibi olmak için şehzadeler arasında yapılan mücadelelerde ilk olarak Musa, İsa tarafından mücadelenin dışına atıldı ve ilk olarak Germiyanoğulları’na, ardından Karamanoğulları’na sığındı. 1406 yılında İsa, Mehmed’in tarafını tutan askerler tarafından öldürüldü. Böylece mücadele Süleyman ve Mehmed arasında devam etmeye başladı; Süleyman, devletin Rumeli yakasının; Mehmed ise Anadolu yakasının yöneticisi oldu. İki kardeş arasında süren çatışmalar sırasında Musa, yeniden harekete geçti ve 1411’de Süleyman Çelebi’nin bulunduğu Edirne’ye baskın yaptı. Aynı yıl Süleyman öldürüldü. 1411’den sonra çarpışmalar, Mehmed ve Musa arasında sürmeye başladı. İki kardeş arasındaki mücadele, 1413 yılında Mehmed’in Musa’yı öldürtmesi ile sonlandı ve Fetret Devri noktalanmış oldu. Aynı yıl Mehmed, Osmanlı tahtına oturdu.

I. Mehmed, saltanatı sırasında Ankara Savaşı sonrası Anadolu’da yitirilen toprakların birçoğunu yeniden ele geçirdi. Döneminde Venedikliler ile yapılan ilk deniz savaşı başarısızlıkla sonuçlandı. Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarını bastırdı. Saltanatın sonlarında, Timur tarafından esir edilen ve kardeşi Mustafa olduğunu iddia eden bir kişinin kendisini Osmanlı padişahı ilan etmesi üzerine, bu sorun ile uğraştı ve Mustafa’nın üzerine yürüdü. Mustafa, yenilmesinin üzerine Bizans’a sığındı. I. Mehmed, 1421 yılına gelindiğinde öldü. I. Mehmed, Fetret Devri’ni sonlandırdığı için bazı tarihçiler tarafından “Osmanlı’nın ikinci kurucusu” olarak kabul edilir.

Varna Muharebesi (1444)

I. Mehmed’in ölümü üzerine tahta II. Murad çıktı. I. Mehmed’in ölümü üzerine Bizans tarafından serbest bırakılan Mustafa, II. Murad’ın saltanatının başında Düzmece Mustafa İsyanı olarak bilinen isyanı çıkardı. Mustafa, 1422’de yakalandı ve idam edilerek isyan sonlandırıldı. II. Murad, aynı yıl İstanbul’u kuşattı fakat başarılı olamadı. İki taraf da teknolojik bakımdan tamamen birbirine eşitti ve Türkler “bombardıman taşlarını almak için” barikat kurmak zorunda kalmışlardı. Yine aynı yıl, kardeşi Küçük Mustafa da tahta geçmek için isyan etti. İsyan, birkaç ay içinde bastırıldı. Döneminde, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Tekeoğulları tamamen Osmanlı egemenliği altına girdi. 1444’te Macarlar ile Edirne-Segedin Antlaşması’nı imzaladı. Antlaşmaya göre, tarafların 10 yıl boyunca savaşmamaları kararlaştırıldı. Barışın hemen ardından, yaşadığı buhranlar ve sıkıntılar yüzünden Manisa’ya çekildi ve yerini, kendi isteği ile 12 yaşındaki oğlu II. Mehmed’e bıraktı. Osmanlı tahtına henüz 12 yaşındaki bir şehzadenin geçmesini fırsat olarak değerlendiren Haçlı birliği, Edirne-Segedin Antlaşması’nı yok sayarak Osmanlı’ya savaş açtı. Kasım 1444’te gerçekleştirilen Varna Muharebesi için II. Murad tekrar ordunun başına geçti ve bu muharebeyi kazandı. Ancak, savaşın hemen ardından tekrar tahta geçmedi; ikinci kez tahta geçmesi 1446 yılında gerçekleşti. 1448’de Osmanlı’nın Balkan hâkimiyetine son vermek amacıyla kendisine saldıran Eflak ve Macaristan orduları ile II. Kosova Muharebesi’ni yaptı ve muharebenin kazananı oldu.[113] 1451 yılına gelindiğinde öldü. Ölümünün üzerine tahta tekrar oğlu II. Mehmed geçti.

Yükselme (1453-1683)

Yayılma ve doruk noktası (1453-1566)

 

Fausto Zonaro’nun “Osmanlı Donanması’nın Haliç’e İndirilmesi” adlı tablosu (İstanbul’un Fethi)

Babasının ölümü üzerine tahta çıkan II. Mehmed, ilk iş olarak babasının Venedikliler, Cenevizler, Macarlar ve Sırplar ile yaptığı barış anlaşmalarını yeniledi. Ardından İstanbul’u kuşattı. Yaklaşık iki aylık yoğun bir kuşatmanın ardından, 29 Mayıs 1453’te şehri fethetti. 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıktı. İslam dünyasında büyük bir itibar kazanan Osmanlılar, Ortodoks Kilisesi’ni de himayesi altına aldı. Bu önemli fetih, tarihçilerin birçoğu tarafından Orta Çağ’ın sonu ve Yeni Çağ’ın başlangıcı sayılan olaylardan biri olarak kabul edilir. II. Mehmed, fetihten sonra Fatih unvanıyla anılmaya başlandı.

II. Mehmed, 1460’ta Mora Despotluğu’na, 1461’de ise Trabzon Rum İmparatorluğu’na son verdi. Balkanlar’da Osmanlı topraklarını genişletmeye devam etti. 1468’de, Karamanoğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdı. Karamanoğulları’nı koruyan ve Venedik’le iş birliği yapan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ı 1473’teki Otlukbeli Savaşı’nda yendi. Böylece devletin sınırlarını Fırat Nehri’nin batısındaki Anadolu topraklarına kadar genişletmiş oldu. Girit hariç Ege Denizi’ndeki tüm adalarda Venedik hâkimiyetini sonlandırdı. Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’nın Toroslar’ı ve Akdeniz kıyılarını ele geçirmesiyle Memlûk Devleti ile sınır komşusu oldu. Yine Gedik Ahmed Paşa’nın Kırım’a yaptığı seferler ile Kefe, Sudak ve Kırım Hanlığı Osmanlı himayesine girdi. Böylece Karadeniz’deki Ceneviz hâkimiyeti sonlandırıldı ve Karadeniz, bir Türk gölü hâline geldi.

II. Mehmed’in ölümünde Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını gösteren harita

Eğitim, kültür ve bilime de oldukça önem veren Fatih Sultan Mehmed, inşaatı 1462 ile 1470 yılları arasında süren Sahn-ı Seman Medresesi’ni kurmuş ve medreseye müderrislik yapmak için gök bilimci Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etmiştir. Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hatta bunun “Kânûnnâme” şeklinde yapıldığı bilinmektedir. II. Mehmed, 1474’te Fatih Camii mihrabının kenarlarına yerleştirttiği, iki dolaba koyulan 800 cilt ile başlamış bir kütüphane de kurmuştur.

II. Mehmed, döneminde çıkardığı kanunları Fatih Kanunnamesi adıyla kitaplaştırdı. 1480’de düzenlenen Otranto Seferi sonucunda Napoli Krallığı’nın elinde bulunan Otranto, Osmanlı topraklarına katıldı. Fakat 1481’de, II. Mehmed’in bir sefer sırasında ölümü sonucunda sefer yarım kaldı. Osmanlı birliklerinin geri çekilmesi üzerine Otranto, Napoli Krallığı tarafından yeniden ele geçirildi.

II. Mehmed’in ölümü üzerine tahta, Yeniçerilerin desteğini alan II. Bayezid geçti. Fakat kardeşi Cem Sultan, kendisinin padişahlığını tanımadı. Böylece iki kardeş arasında taht mücadelesi başladı. Bayezid, Cem’i yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Cem, sırasıyla Memlûklar’a, Rodos Şövalyeleri’ne ve papaya sığındı. II. Bayezid, 1483’te Hersek’i, 1484’te Kili ve Akkerman’ı Osmanlı topraklarına kattı. Döneminde Memlûklar ile yapılan savaş sonuçsuz kaldı. Cem’in 1495’te ölümünden sonra Avrupa’da seferler yapmaya devam etti. Venedikliler ile 1499-1503 yılları arasında yaptığı savaşlar sonucunda devlete Modon, Koron, Navarin ve İnebahtı limanlarını kazandırdı; ülkeyi vergiye bağladı. 1500’lerin başında güçlenmeye başlayan Safeviler, Anadolu’da Şii mezhebini yaymak için çalışmaya başladı. Bu çalışmalar sonucunda 1511’de Osmanlı’ya karşı Şahkulu İsyanı çıktı. İsyan, aynı yıl Şahkulu’nun yakalanıp öldürülmesi ile bastırıldı.] Nisan 1512’de, yoğun baskılar sonucunda tahtı oğlu Selim’e bırakmak zorunda kaldı. Olaydan bir ay sonra ise öldü.

Daha sonradan Yavuz Sultan Selim adıyla da anılacak olan I. Selim, ilk olarak babasının döneminde başlayan  tehdidine karşı mücadeleye girişti. Safevi hükümdarı Şah İsmail ile 23 Ağustos 1514 yılında yaptığı Çaldıran Muharebesi’ni kazandı ve ülkenin başkenti Tebriz’e kadar ilerledi. 1515’te, Sadrazam Hadım Sinan Paşa öncülüğünde gerçekleşen Turnadağ Muharebesi ile Dulkadiroğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdı ve Anadolu’daki Türk siyasi birliği tam anlamıyla sağlandı. Seferden sonra İstanbul’a dönen I. Selim, bundan sonra Memlûklar’a karşı harekete geçmek için planlar yapmaya koyuldu.

I. Selim’in ölümünde Osmanlı İmparatorluğu

Suriye önlerine gelen I. Selim komutasındaki Osmanlı ordusu, Ağustos 1516’da Halep civarında Memlûk ordusunu Mercidabık Muharebesi ile yenilgiye uğrattı; Memlûk Sultanı Kansu Gavri savaş meydanında öldü. Bu durum üzerine Memlûk tahtına hemen II. Tomanbay çıktı. Osmanlılar, Aralık 1516’daki Gazze Muharebesi ile Filistin’i aldılar, Ocak 1517’de ise Ridaniye Muharebesi ile Mısır’a dayandılar. I. Selim, hemen beş-altı gün sonra Memlûklar’a Kahire Muharebesi ile son darbeyi vurdu ve Kahire’nin düşmesiyle birlikte Osmanlılar şehre girdi; ayrıca son Memlûk Sultanı II. Tomanbay da savaş alanında öldü. Memlûk Devleti yıkıldı ve Suriye, Filistin, Mısır, Hicaz gibi mühim yerler Osmanlı’nın topraklarına katıldı. Devlet, Hint Okyanusu’na açılma olanağına kavuştu. Yavuz Sultan Selim, bu sefer esnasında hiçbir hükümdarın göze alamadığı bir işi yaptı ki, Sina Çölü’nü 13 günde geçti. Muhammed’in Kutsal Emanetler olarak kabul edilen eşyalarını İstanbul’a getirtti ve hilâfetin Osmanlı Hanedanı’na geçmesini sağladı. Böylece halife unvanını kullanan ilk Osmanlı padişahı olmuş oldu. 1520’de, batıya sefer düzenlemek amacıyla yola çıktığı sırada Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde öldü. Döneminde Osmanlı topraklarını 2,5 kat genişletti, hazineyi ağzına kadar doldurdu ve oğlu Süleyman’a iç karışıksız büyük bir devlet miras bıraktı.

Mohaç Muharebesi’ni gösteren bir minyatür
I. Süleyman’ın ölümünde Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını gösteren harita

Babasının ölümü üzerine tahta çıkan I. Süleyman, Yavuz Sultan Selim’in tek erkek çocuğu olduğu için herhangi bir iç karışıklıkla karşılaşmadı. Saltanatının ilk yıllarında Belgrad’ı ve Rodos’u fethetti. 1526’da, Macaristan ordusu ile yaptığı Mohaç Muharebesi sonucunda krallığı kendisine bağlı bir hale getirdi. Ardından 1529’da Avusturya’nın başkenti olan Viyana’yı kuşattı, ancak başarısız oldu. 1533’te Cezayir hükümdarı Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul’a geldi ve devlete bağlılığını ilan ederek imparatorluğun hizmetine girdi.] Bir sonraki yıl ise kaptan-ı derya olarak görevlendirildi.] Aynı yıl Süleyman, Bağdat ve Tebriz’i imparatorluğun topraklarına kattı. 1536’da Fransa ile ittifak kurdu; bu ittifakın bir parçası olarak yapılan Nice ve Korsika kuşatmalarını yaptı (İtalya Savaşı). 1538’de, Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Preveze açıklarında gerçekleşen Preveze Deniz Muharebesi’nden zaferle ayrıldı. 1540’ta Mora ve Dalmaçya kıyıları Osmanlı’ya katıldı. 1547’de, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile İstanbul Antlaşması imzalandı. 1560’ta Tunus’un Cerbe Adası ele geçirildi. 1565 yılında Malta’yı kuşatsa da, kuşatma başarısız oldu. I. Süleyman, 1566’da, 71 yaşında 13. seferine çıktı ve Zigetvar’a vardı. 7 Eylül 1566’da, Zigetvar’ın alınmasından bir gün önce öldü. Ölümünün ardından tahta II. Selim çıktı. I. Süleyman, Batı’da Muhteşem Süleyman, Doğu’da ise Kanuni Sultan Süleyman olarak tanındı. Saltanatının son yıllarında, üç kıtaya yayılan imparatorluğunun topraklarında yaşayan insan sayısı 15 milyona ulaştı.

Krizler ve değişim (1566-1683)

Ferhat Paşa Antlaşması ile doğuda en geniş sınırlarına ulaşan Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını gösteren harita

Bu dönem, Osmanlıların büyük bir güç olmaya devam ettiği, fakat eski gücünde olmadığının sinyallerini vermeye başladığı dönemdir. Osmanlı, yavaş yavaş Avrupalılara karşı prestij kaybı yaşadı. 1606 yılında imzalanan Zitvatorok Antlaşması, bunun bir göstergesidir. Değişen ticaret yolları ve gelişen Avrupa teknolojisi, Osmanlıların Avrupalılar karşısında güç kaybetmesine neden olmuştur. Portekizlilerin Doğu Afrika ve Hindistan’da ticaret kolonileri kurmasından sonra, Osmanlılar bunun bitirilmesi gerektiğini düşündü. Doğu Afrika’ya yapılan seferlerdeki kısmî başarılara rağmen, Hindistan’a yapılan seferler başarılı olamadı.

Bu dönemde yapılan savaşlar, Avrupalılara Osmanlı’nın “yenilemez” olmadığını göstermiştir. Her ne kadar İnebahtı Deniz Muharebesi’nden sonra çabucak toparlanılmış olsa da, Avrupalılar Osmanlı’nın yenilebileceğini de anlamıştır. Ruslara yapılan seferler istenen etkiyi yapamadı. Hatta Molodi Muharebesi’nden sonra, Ruslar güçlenmelerini hızlandırarak sürdürmüşlerdir. Bu yüzden Duraklama Dönemi’nden itibaren Ruslar, Osmanlılar dağılana kadar, Osmanlıların en büyük düşmanı olacaktır. 1593 yılındaki Osmanlı-Avusturya Savaşı, Osmanlı’yı hem ekonomik hem de askerî açıdan zayıflattı. Asker eksikliği giderilse de, ekonomik zayıflık Celali ve Yeniçeri İsyanları’na neden oldu. Nüfusun büyüklüğü, ekonomik sorunları daha da büyüttü. IV. Murad döneminde daha çok Safevilerle uğraşıldı. Erivan ve Bağdat tekrar alındı (Osmanlı-Safevi Savaşı). Bu savaş sonunda imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması ile Osmanlı’nın dağılıncaya kadarki doğu sınırı büyük ölçüde belirlenmiş oldu.

Bu dönemde, Osmanlı tarihinde ilk defa yeniçerilerin kaldırılması gündeme geldi. Ancak bunu düşünen II. Osman (Genç Osman), yeniçeriler tarafından öldürüldü. 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazam olmasıyla Kadınlar saltanatı sona erdi. Bu değişim, Köprülüler Devri’ni başlattı. Bu devirde Osmanlı, kaybettiği gücünü az da olsa geri kazanmıştır. 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması’yla beraber Kutsal İttifak Savaşları başladı.

Ayanlar Çağı: Duraklama ve Reform (1683-1827)

II. Viyana Kuşatması’nı tasvir eden bir eser (1683)

Bu dönemde deneyimsiz kişilerin tahta geçmesi ile merkezi yönetimin bozulması sonucu devlet yönetiminde otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve iç isyanların çıkmasına neden olmuştur. Özellikle Yeniçeriler, artık padişaha karşı gelmekteydi. Yeniçerilerdeki “Ocak, devlet içindir.” anlayışı “Devlet, ocak içindir.” anlayışına dönüşmüştür.

Avusturya ve İran seferleri sonucu oluşan ekonomik sıkıntılar, tımar sisteminin bozulması, nüfus artışının yarattığı sosyal hayattaki sıkıntılar ve çağın gerisinde kalınması ile eğitim alanındaki bozulmalar sonucu devlet duraklama dönemine girmiştir. Coğrafi Keşifler ile eski ticaret yollarının önem kaybetmesi, sık padişah değişmeleriyle çok verilen cülus bahşişi ve yeniçerilerin artmasıyla verilen ulufe miktarının da artması Osmanlı ekonomisini yıpratmıştır.

Osmanlı Devleti’nin duraklama döneminden gerileme dönemine girmesine neden olan Karlofça Antlaşması müzakereleri (1699)

26 Ocak 1699 tarihinde Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları’nı bitirdi. Karlofça Antlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemi başlamıştır. Papa tarafından Osmanlı Devleti’ne karşı Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu, Avusturya, Lehistan, Rusya, Maltalı Sen Jean Şövalyeleri ve Venediklilerden oluşan bir ittifak ile uzun süren savaşlar sonunda yorgun düşen Osmanlı Devleti, Banat ve Temeşvar hariç bütün Macaristan’ı ve Erdel Prensliği’ni Avusturya’ya, Ukrayna’nın kuzeyini ve Podolya’yı Lehistan’a, Mora’yı ve Dalmaçya kıyılarını da Venediklilere bırakmıştır.

Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş, ağır vergiler yüzünden yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık, tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı. Osmanlı’da ilmiyenin bozulması da devleti geriletti. Avrupa’daki gelişmelerin (Reform, Rönesans) takip edilmemesi Osmanlı için büyük bir dezavantaj olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin eğitim sisteminin bozulmasının nedeni, Beşik Ulemalığı denen sistemin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu sisteme göre müderrislerin yeni doğan çocukları, doğduğu andan itibaren medrese öğretmeni sayılıyordu.

Osmanlı’da, İstanbul’da görev yapan bir Tulumbacılar heyeti
Lale Devri’nde yapılan III. Ahmed Çeşmesi

1718 yılında Avusturya ile imzalanan Pasarofça Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nda “Lale Devri” adı verilen dönem başlamıştır. III. Ahmed’in tahtta olduğu bu dönem, “zevk ve sefâ devri” olarak da bilinir. Bu dönemde devlette birçok yenilikler yapılmıştır: Avrupa başkentlerine elçilikler gönderilmiş, “Tulumbacılar” adı verilen yangın söndürme ekipleri kurulmuş, çiçek hastalığı aşısı uygulanmış, çini atölyeler ve kağıt fabrikaları açılmış, minyatür sanatında ilerleme kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra, Avrupa’dan Said Efendi ve İbrahim Müteferrika tarafından matbaa getirilmiş ve Osmanlı matbaa ile tanışmıştır. Bu dönemde Sultan III. Ahmed tarafından Topkapı Sarayı ve Yeni Camii’nde birer kütüphane ve Üsküdar’da da padişahın adını taşıyan “III. Ahmed Çeşmesi” yapılmıştır. Bu dönemde halkın büyük bir bölümü zor durumdayken, İstanbul’da bazı devlet yetkililerinin rahat yaşamaları ve eğlenceye düşkün olmaları bazı huzursuzluklara yol açmış ve 1730’da Patrona Halil Ayaklanması ile birlikte III. Ahmed tahttan indirilmiş, Lale Devri de sona ermiştir.

Bu dönemde yaşanan diğer önemli olaylar

  • 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı
  • Küçük Kaynarca Antlaşması
  • Nizam-ı Cedid
  • Karlofça Antlaşması (1699)
  • 1723-1727 Osmanlı-İran Savaşı
  • Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826)

Askeri Yenilgiler

Banat’ın ve Belgrad’ın (1717-1739) geçici olarak kaybedilmesinin yanı sıra, Tuna ve Sava üzerindeki Osmanlı sınırı 18. yüzyılda sabit kaldı. Ancak Rus genişlemesi büyük ve büyüyen bir tehdit oluşturuyordu. Buna göre, İsveç Kralı XII. Karl, Orta Ukrayna’da 1709 Poltava Muharebesi’nde (1700-1721 Büyük Kuzey Savaşı’nın bir parçası) Ruslar tarafından yenilgiye uğratılmasının ardından Osmanlı İmparatorluğu’nda bir müttefik olarak karşılandı. Charles XII, Osmanlı Padişahı III. Ahmed’i ikna etti. Boğdan’da 1710-1711 Prut Savaşı’nda Osmanlı zaferiyle sonuçlandı.

1716-1718 Osmanlı-Avusturya Savaşı’ndan sonra, Pasarofça Antlaşması, Banat, Sırbistan ve “Küçük Walachia”nın (Oltenia) Avusturya’ya kaybını doğruladı. Antlaşma ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun savunmada olduğunu ve Avrupa’da daha fazla saldırganlık gösterme olasılığının düşük olduğunu ortaya koydu. 1739’da Belgrad Antlaşması ile sona eren Avusturya-Rus-Türk Savaşı (1735-1739), Kuzey Bosna, Habsburg Sırbistan (Belgrad dahil), Oltenia ve güney bölgelerinin Osmanlı’yı geri almasıyla sonuçlandı. Ama imparatorluk Kırım Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan Azak limanını Ruslara karşı kaybetti. Bu antlaşmadan sonra Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya ve Rusya’nın Prusya’nın yükselişi ile uğraşmak zorunda kalması nedeniyle bir nesil barışın tadını çıkarabildi.

İstanbul Teknik Üniversitesi gibi yüksek öğretim kurumlarının kurulması da dahil olmak üzere eğitim ve teknolojik reformlar gerçekleşti. 1734’te Batı tarzı topçu yöntemlerini öğretmek için bir topçu okulu kuruldu, ancak İslam din adamları teodise gerekçesiyle başarıyla itiraz etti. 1754’te topçu okulu yarı gizli olarak yeniden açıldı. 1726’da İbrahim Müteferrika, Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’yı Başmüftü olarak ikna etti ve din adamlarının matbaanın verimliliğine ilişkin görüşleri ve daha sonra Müteferrika’ya (bazı hattatların ve dini liderlerin muhalefetine rağmen) Sultan III. Ahmed Müteferrika’nın matbaası ilk kitabını 1729’da yayınladı ve 1743’te her biri 500 ila 1.000 kopya olan 23 cilt halinde 17 eser yayınladı.

Kuzey Afrika’da İspanya, Cezayir’in özerk Deyliği’nden Oran’ı fethetti. Oran Beyi Cezayir’den bir ordu aldı, ancak Oran’ı geri alamadı ; kuşatma 1.500 İspanyol’un ve hatta daha fazla Cezayirli’nin ölümüne neden oldu. İspanyollar da birçok Müslüman askeri katletti. 1792’de İspanya Oran’ı terk ederek o bölgeyi Cezayir Deyliği’ne sattı.

1768’de Rus destekli Ukraynalı Haidamakas, Polonya konfederasyonlarını takip ederek, Ukrayna’nın Besarabya sınırında Osmanlı kontrolündeki bir kasaba olan Balta’ya girdi, vatandaşlarını katletti ve kasabayı yakıp kül etti. Bu eylem, Osmanlı İmparatorluğu’nu 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’na kışkırttı. 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması savaşı sona erdirdi ve Osmanlı kontrolündeki Eflak ve Boğdan eyaletlerinin Hristiyan vatandaşlarına ibadet özgürlüğü sağladı. 18. yüzyılın sonlarında, Rusya ile yapılan savaşlarda bir dizi yenilgiden sonra, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bazı insanlar, I. Petro’nun reformlarının sona erdiği sonucuna varmaya başladılar. Ruslara bir avantaj sağlamıştı ve Osmanlılar daha fazla yenilgiden kaçınmak için Batı teknolojisine ayak uydurmak zorunda kalacaktı.

III. Selim (1789-1807) orduyu modernize etmek için ilk büyük girişimleri yaptı, ancak reformları dini liderler ve Yeniçeriler tarafından engellendi. Ayrıcalıklarını kıskanan ve değişime şiddetle karşı çıkan Yeniçeriler isyan etti. Selim’in çabaları tahtına ve hayatına mal oldu, ancak 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldıran halefi dinamik II. Mahmud tarafından görkemli ve kanlı bir şekilde çözüldü.

Sırp İsyanları (1804-1815), Doğu Sorunu sırasında Balkanlar’da bir ulusal uyanış döneminin başlangıcına işaret ediyordu. 1811’de el-Suud ailesi tarafından yönetilen Arabistan’ın köktendinci Vahhabileri, Osmanlılara karşı ayaklandı. Vahhabi isyancıları yenemeyen Babıali, Mısır Eyaleti valisi (valisi) Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı Arabistan’ı geri almakla görevlendirdi ve 1818’de Diriyah Emirliği’nin yıkılmasıyla sona erdi. Sırbistan’ın egemenliği kendi hanedanlığı altında kalıtsal bir monarşi olarak kabul edildi. 1821’de Yunanlar Sultan’a savaş ilan etti. Bir saptırma olarak Boğdan’da ortaya çıkan bir isyanı, Korint Körfezi’nin kuzey kısmıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığını kazanan ilk parçaları olan Mora Yarımadası’ndaki ana devrim izledi. 1830’da Fransızlar Cezayir Deyliği’ni işgal etti. 21 gün süren kampanya, 5.000’den fazla Cezayir askeri  ve yaklaşık 2.600 Fransız askeri zayiatı ile sonuçlandı. Fransız işgalinden önce Cezayir’in toplam nüfusu büyük olasılıkla 3.000.000 ile 5.000.000 arasındaydı. 1873’te Cezayir’in nüfusu (yeni gelen birkaç yüz bin Fransız yerleşimci hariç) 2.172.000’e düştü. 1831’de Mehmed Ali Paşa, Sultan’ın Yunan isyanını bastırmak için askeri yardım göndermesi karşılığında kendisine söz verdiği Büyük Suriye ve Girit valiliklerini vermeyi reddetmesi nedeniyle Sultan II. Mahmud’a isyan etti. (1821-1829) Ve sonunda Yunanistan’ın resmî bağımsızlığı ile sona erdi. 1827’de Navarin Deniz Muharebesi’nde donanmasını kaybeden Mehmed Ali Paşa için maliyetli bir girişimdi. Böylece 1831-1833 Osmanlı-Mısır Savaşı başladı. Oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Paşa, Anadolu’ya ilerlerken Osmanlı Ordusunu yendi ve başkent İstanbul’un 320 km (200 mil) yakınında Kütahya şehrine ulaştı. Çaresizlik içinde Sultan II. Mahmud, imparatorluğun geleneksel ezeli rakibi Rusya’dan yardım istedi ve İmparator I. Nikolay’dan kendisine yardım etmesi için bir seferi kuvveti göndermesini istedi. Ruslar, Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın imzalanmasına karşılık, İbrahim Paşa’yı İstanbul’a doğru ilerlemekten caydıran seferi kuvveti gönderdi. 5 Mayıs 1833’te imzalanan Kütahya Antlaşması hükümlerine göre , Mehmed Ali Paşa, vilayetlerin () valisi (valisi) yapılması karşılığında Sultan’a karşı yürüttüğü seferden vazgeçmeyi kabul etti. Girit, Halep, Trablus, Şam ve Sayda (son dördü modern Suriye ve Lübnan’dan oluşuyor.) ve Adana’da vergi toplama hakkı verilmiştir.  Rus müdahalesi olmasaydı, Sultan II. Mahmud devrilme riskiyle karşı karşıya kalabilirdi ve Mehmed Ali Paşa yeni padişah bile olabilirdi. Bu olaylar, Babıali’nin kendisini korumak için yabancı güçlerin yardımına ihtiyaç duyduğu tekrar eden bir kalıbın başlangıcını işaret ediyordu.

1839’da Babıali, fiilen özerk olana kaybettiklerini geri almaya çalıştı, ancak hukuken hala Mısır‘ın Osmanlı Eyaleti, ancak güçleri başlangıçta yenildiler ve bu da 1840 Doğu Krizine yol açtı. Mehmed Ali Paşa’nın Fransa ile yakın ilişkileri vardı ve onun Mısır Sultanı olma ihtimali geniş bir kesim tarafından tüm Levant’ı Fransız nüfuz alanına sokmak olarak görülüyordu.  Babıali’nin Mehmed Ali Paşa’yı, Britanya İmparatorluğu’nu ve Avusturya İmparatorluğu’nu yenmekte aciz olduğunu kanıtladığı için askeri yardım sağladı ve 1839-1841 Osmanlı-Mısır Savaşı, Osmanlı zaferi ve Mısır Eyaleti ve Levant üzerindeki Osmanlı egemenliğinin restorasyonu ile sona erdi.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu “Avrupa’nın hasta adamı” olarak adlandırılıyordu. Üç hükümdar devleti – Sırbistan Prensliği, Wallachia ve Moldavia – 1860’lar ve 1870’lerde de jure bağımsızlığa doğru ilerledi.

Gerileme ve Modernleşme Hareketleri (1828-1908)

Osmanlı’daki gerileme dönemi, Osmanlı tarihinde Karlofça Antlaşması’ndan (1699) başlayarak Yaş Antlaşması’na kadar (1792) geçen süreye denir. Bu dönemin sonlarına doğru Osmanlı Devleti’ne Avrupalılar tarafından “Hasta Adam” denmeye başlanmıştır. Çünkü bu dönemde Osmanlı Devleti büyük oranda toprak kayıpları yaşamıştır.

Bu dönemde Osmanlı Devleti, Karlofça ve İstanbul Antlaşmaları ile kaybedilen yerleri geri almak ve mevcut toprakları korumak amacıyla batıda Avusturya ve Venedik, kuzeyde Rusya ve doğuda İran ile savaşlar yapmıştır.

Bu yüzyılda Avrupa’dan geri kalındığı Pasarofça Antlaşması’ndan itibaren kabul edilmiş ve yapılan ıslahatlarda Avrupa örnek alınmıştır.

Bu yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti, kaybettiği toprakları geri alarak Avrupa’da tutunmayı ve eski gücünü korumayı amaçlamıştır. Ancak bir süre sonra bu amacına ulaşamayacağını anlayınca elindeki toprakları koruma politikası izlemeye başlamıştır. Osmanlı, imparatorluğu modernleştirmek ve Rusya’ya karşı korunmak için Britanya ile Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı (1833) imzalamıştır.

I. Meşrutiyet’in ilanı ve Meclis-i Mebusan’ın açılışı (1876)

3 Kasım 1839’da, Sultan Abdülmecid döneminde, Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane Parkı’nda okunan Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı, Batılılaşma yolunda ilk adımını atmıştır. 18 Şubat 1856 tarihinde ise, Tanzimat’ın ilanından sonraki uygulamalarla ilgili olarak özellikle gayrimüslimlere yeni haklar tanıyan Islahat Fermanı ilan edildi.

23 Aralık 1876’da II. Abdülhamid tarafından ilan edilen I. Meşrutiyet ile demokrasi yolunda büyük bir adım atılmış, Osmanlı’da ilk defa padişahın yetkileri sınırlandırılmış ve bu da anayasal monarşi rejiminin ilk dönemi olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak bu süreç çok uzun sürmedi. I. Meşrutiyet, II. Abdülhamid’in 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki yenilgiyi gerekçe göstererek Meclis-i Mebusan’ı kapatmasıyla 1878’de son bulmuştur. 1908 yılında II. Abdülhamid tarafından tekrar meşrutiyet yönetimine geçilmiş (II. Meşrutiyet), ancak bu da büyük sorunlara neden olmuştur.

13 Nisan 1909 tarihinde (Rumi 31 Mart 1325) meşrutiyet aleyhtarı olan bir grup tarafından bir darbe teşebbüsü (31 Mart Vakası) yapılmış, bu isyanda birçok sivil ve asker hayatını kaybetmiş ve Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilip yerine V. Mehmed Reşad getirilmiştir.

Bu dönemde yaşanan diğer önemli olaylar

  • 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı ve Bükreş Antlaşması (1812)
  • 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması (1829)
  • Mehmet Ali Paşa İsyanı
  • Kırım Savaşı (1853-1856)
  • 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı), Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması (1878)
  • Dömeke Savaşı (1897 Osmanlı-Yunan Savaşı)

Dağılma (1908-1922)

 

İtalyan donanması Trablus’u kuşatıyor (Trablusgarp Savaşı – 1911)
6. Osmanlı Ordusu askerleri Irak’taki Kut’ül Amare Kuşatması sırasında (I. Dünya Savaşı – 1916)
Sevr Antlaşması’na göre Osmanlı Devleti’nin paylaşılması

Osmanlı Devleti, Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanıp denge politikası izleyerek varlığını uzun süre korumayı başarmıştır. Ancak dağılmayı önlemek için Osmanlı devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış ise de, Avrupa’da çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmıştı.

1911 yılında İtalyan ordularının sömürge amacıyla Kuzey Afrika ülkesi Libya’ya saldırmaları sonucu Osmanlı Devleti ile İtalya arasında Trablusgarp Savaşı yapıldı. Savaş sonunda imzalanan Uşi Antlaşması ile birlikte Osmanlı, son Kuzey Afrika toprağını da kaybetti. Ancak tam bu sırada da Avrupa’da Balkan Savaşları patlak verdi.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra dünyada yayılan milliyetçilik akımının etkisinden Osmanlı Devleti de nasibini aldı. Balkan Savaşları sonucunda birçok Balkan ülkesi, Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti.

1914 yılında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arşidükü Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından suikasta uğrayıp öldürülmesinden sonra I. Dünya Savaşı başladı. Osmanlı Devleti, Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yanında savaşa dahil oldu. Bu savaşta birçok cephede savaşan Osmanlı Devleti büyük kayıplar verdi ve savaş, 1918 yılında İtilaf Devletleri’nin zaferiyle sona erdi.

30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu, İtilaf Devletleri ile Bahriye Nazırı Rauf Bey aracılığıyla Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Çok geçmeden İtilaf Devletleri, Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a işgal etmek için ulaştı. O gün İtilaf filosundan, çoğu İngiliz 3000 civarı asker karaya çıktı. İstanbul’da çeşitli resmî ve gayriresmî binalara yerleştirildiler. Beyoğlu ve Rumeli yakası İngilizlerin, İstanbul yakası Fransızların ve Anadolu yakası İtalyanların kontrolüne bırakılmıştı. İşgal komutanı Maitland Wilson, Beyoğlu’ndaki İngiliz Kız Lisesi’nde törenle karargâh kurdu. Ve koca şehir işgal edilmeye başlandı. Bazı milletvekilleri tutuklanıp sürgüne gönderildi ve Meclis-i Mebûsan kapatıldı.

Yaşanan tüm bu olaylar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde olduğu bu kötü vaziyet, bağımsızlık kazanma tutkusuyla girişilecek olan Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlamasına neden oldu.

23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu. Ardından, işgalci kuvvetlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı (1919-1922) başarıya ulaştı. 1 Kasım 1922 tarihine gelindiğinde ise, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 308 numaralı kararname[dn 6] ile 623 yıllık Osmanlı saltanatı kaldırıldı, son padişah VI. Mehmed Vahdettin yurt dışına sürgün edildi ve Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı.

İtilaf Devletleri’nin İstiklal Caddesi’ndeki geçit töreni (İstanbul’un İşgali)
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1920’deki sınırları
Son Osmanlı padişahı VI. Mehmed Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılması (1922)

Devlet yapısı

I. Osman’dan V. Mehmed’e kadarki Osmanlı İmparatorluğu padişahları montajı

Osmanlı İmparatorluğu, kurulduğundan itibaren bir monarşiydi. Çok uzun zaman mutlak monarşi, kısa zaman aralıklarında anayasal monarşi ülkede yürürlükte kaldı. Sultan, hiyerarşik Osmanlı sisteminde ve siyasi, askerî, hukuki, sosyal ve çeşitli başlıklarda en üstteydi. Saltanatına meşruiyet sağlanması için teorik olarak sadece Allahʼa ve yerine getirmesi gereken “Allah’ın yasaları”na (İslam’daki şeriat) karşı sorumlu olduğu ileri sürüldü. Bu meşruiyet çabasına göre onun ilahi görevi, İran-İslam geleneğinde hükümdarlara addedilen “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” (zill Allah fi’l-âlem) ve “yeryüzünün halifesi” (halife-i ru-yi zemin) olmaktı. Tüm devlet dairesi onun hükmündeydi ve verdiği her karar, ferman adı verilen kararnamelerde yayımlanırdı. Başkomutandı ve tüm yurttaki resmî unvanıydı. 1453’te, İstanbul’un Fethi’nden sonra kendilerini Roma İmparatorluğu’nun vârisi olarak görürlerdi. Bu nedenle ara sıra Kayser ve İmparator unvanını kullanırlardı. 1517’de, Mısır’ın Fethi’nden sonra Yavuz Sultan Selim, “halife” unvanını da benimsedi. Yakın zamanlarda Osmanlı hükümdarları tahta çıkmada Avrupa hükümdarlarının taç giyme törenlerine eşdeğer olarak Osman’ın Kılıcı ile kuşatılırdı. Kuşatılmayan sultanın çocukları verasete uygun değildi.

Teoride ve ilkelerde salt olmasına rağmen, uygulamada padişahın yetkileri sınırlıydı. Siyasi kararlarda hanedanın önemli üyelerinin görüş ve tutumlarını dikkate alırdı, bürokratik ve askerî kuruluşlarda aynı zamanda dini liderlerdi. 17. yüzyıldan bu yana, imparatorluk uzun süren durgunluk dönemine girdi, bu dönemde sultanlar çok güçsüzleştiler. Birçoğu, güçlü Yeniçeri Ocağı tarafından tahttan indirildi. Tahta geçmesi yasaklı olmasına rağmen Harem -özellikle hükümdarın annesi (Valide sultan olarak da bilinir)-, sahne arkası önemli politik rollerde kadınlar saltanatı dönemi boyunca etkili oldu.

Sultanların azalan güçleri, ilk sultanların ve sonrakilerin saltanat uzunluklarının farklılığından dolayı kanıtlandı. I. Süleyman, imparatorluğu 16. yüzyılda doruk noktasına çıkaran ve 46 yıllık saltanatı olan, Osmanlı tarihinin en uzun süre tahtta kalan padişahıydı. Onu 39 yıllık saltanatıyla IV. Mehmed ve 38 yıllık saltanatıyla Orhan Gazi takip etmektedir. V. Murad, 19. yüzyıl gerileme dönemine hükmeden, kayıtlardaki en kısa saltanatlı padişah idi; saltanatı sadece 93 gün sürdü.

Parlamenter monarşi, V. Murad’ın vârisi II. Abdülhamid zamanında I. Meşrutiyet ile resmîleşti.

Divan-ı Humayun

Osmanlı Devleti’nde iftihar nişanı

Osmanlı Devleti kurulduğunda bir divan vardı ve belli başlı üyeleri bulunmaktaydı. Bunlar: Padişah, Vezir-i Azam, KazaskerDefterdar, Şeyhülislam, Kaptan-ı Derya ve Nişancı idi.

Fatih Sultan Mehmed’den sonra Vezir-i Azamların görüşlerini daha rahat söylemesi için padişahlar toplantıları arka tarafta bir bölümden izlemiş ve divana Vezir-i Azam başkanlık yapmıştır. Bu meclis, Osmanlı Devleti’nin yönetiminde padişaha yardımcı olurdu.

  • Vezir-i Azam (Sadrazam): Padişahtan sonraki en yetkili devlet adamıdır. Padişahın mührünü taşırdı.
  • Vezir: Sadrazamdan sonraki en yetkili kişidir. Sadrazamın verdiği görevleri yapardı.
  • Kazasker: Anadolu ve Rumeli’de olmak üzere iki ayrı kazasker bulunurdu. Adalet işlerine bakardı. Ayrıca kadı ve müderrislerin atamasını ya da görevden alma işini yapardı. Bugünkü yargı görevini yaparlardı.
  • Defterdar: Anadolu ve Rumeli’de iki ayrı defterdar vardı. Rumeli’deki başdefterdardı. Maliye işlerini yapardı. Bugünkü Maliye Bakanlığı görevini yürütürdü.
  • Nişancı: Tapu, kadastro, fethedilen yerleri gelirlerine göre deftere kaydetmek gibi işleri yürütürdü.
  • Şeyhülislam: Devlette verilen kararların İslam’a uygun olup olmadığına karar verir, bu karara göre fetva verirdi. Sadrazamla eşit rütbedeydi. Şeyhülislam, divan aslî üyesi değildi, gerekli görülen konularda çağrılır ve fikri alınırdı.
  • Kaptan-ı Derya: Donanma ve denizcilikle ilgili işlerden sorumludur. İstanbul’dayken Divan toplantılarına katılırdı. Kaptan-ı Derya da aslî üye değildi, gerekli görülen konularda çağrılır ve fikri sorulurdu.

Divan-ı Hümayun, II. Mahmud döneminde kaldırılarak yerine nazırlıklar (bakanlıklar) kuruldu.

İdari bölümler

1899 yılında imparatorluğun idari bölünüşü

Osmanlı İmparatorluğu, ilk idari birimler olarak sancaklara bölünmüştü. Çoğu sancak, sancakbey adı verilen kişiler tarafından yönetilmekteydi. Bir kısmı ise şehzadeler ve onların lalaları tarafından yönetilmekteydi. Sancaklar da kazalardan ve nahiyelerden oluşmaktaydı. Ülkenin genişlemesiyle birlikte, sancakların birleşimiyle oluşacak olan beylerbeyliği kuruldu. İlk kurulan beylerbeyliği, Rumeli Beylerbeyliği’dir. 16. yüzyıldan itibaren, beylerbeyliği kelimesi yerine eyalet kelimesi kullanılmaya başlandı. Eyaletler, sâlyâneli (yıllıklı) ve sâlyânesiz (yıllıksız) olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Sâlyânesiz eyaletler Has, Zeamet ve Tımar olmak üzere üç dirlik arazisine bölünmüştü. Tımar dirliğinde, ordunun uzun süre ordusunun ana gücü olan Tımarlı Sipahiler yetiştirilmişti. Sâlyâneli eyaletler, genellikle devletin doğrudan kontrol edemediği, merkeze uzak eyaletlerdi. Bu eyaletler dirliğe ayrılmazdı; vergilerini doğrudan para olarak merkeze gönderirlerdi. Burada daimi Yeniçeri garnizonları olurdu.

19. yüzyılda eyalet yapısı değişmeye başladı. 1864 yılında eyalet sistemi tamamıyla yıkılarak yerine vilayet sistemi getirildi. Bu sistem, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki idari bölünüşün temelini attı.

Hukuk

Devlet, varlığı süresince birçok hukuk düzenini sentezlemiş ve Osmanlı hukukunu oluşturmuştur. Kanun, genellikle laik bir düzene sahipti. Ancak şer’i ve dini hukukla da uyumluydu.] Hukuk kuralları, yerel özelliklere göre de esneklik gösteriyordu. Toprakların yönetimi ve sivil düzen konusunda yerel idareye haklar tanınıyordu. Böylelikle imparatorluk içindeki birçok unsurun adalet anlayışına cevap veriliyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda “şerî” ve “örfi” olmak üzere iki tür hukuk vardı. Örfi hukuk, kanunlar çerçevesinde oluşan hukuk sistemidir. Şerî hukuk ise İslam dininin esasları üzerine kuruluydu.

Hükümdar unvanları

 

Roma İmparatoru

Halife

Osmanlı ve Memlûk ordularının Mercidâbık Muharebesi’ndeki çarpışmasını betimleyen bir resim

“Hilâfet” veya halifelik (Arapça: خلافة), Arap coğrafyasında dünyanın diğer coğrafyalarındaki krallık, hanlık, çarlık, imparatorluk ve şahlık gibi makamlara eşdeğer olarak kurulmuş bir devlet başkanlığı makamıdır. 632’de ölen İslam peygamberi Muhammed’in kurduğu İslam Devleti’nin liderliğini sürdüren hükümdarlar; “kral”, “çar” veya “imparator” gibi bir unvan olan “halife” (Arapça: خليفة) unvanını kullanmıştır.

Muhammed’in ölümünden sonra İslam Devleti’ni devam ettiren Râşidîn halifelerinin sahabenin önde gelenlerinin seçimi ve biat alma yoluyla; Emevî ve Abbâsî halifeleri ve halife unvanını kullanan sonraki diğer hükümdarlarda ise babadan oğula geçen veraset yoluyla intikal ettiği görülmektedir. 1453’te II. Mehmed’in İstanbul’u fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nu yıkıp “Roma İmparatoru” (Kayser-i Rûm) unvanını üstlenmesi gibi 1517’de I. Selim Ridâniye Muharebesi’yle İslam Devleti’ni devam ettiren Memlûk Devleti’ni yıkıp “İslam Halifesi” unvanını üstlenmiştir ve böylelikle Osmanlı hükümdarları sultan, han ve şah gibi çok sayıdaki unvanlarının yanına halife unvanını eklemiştir.

Halifelik makamının, tek bir toprak parçasından ibaret İslam Devleti’nin yönetim erkiyken, sonradan Papalık benzeri ulusötesi otoriteye sahip dinî-siyasi bir makam olarak algılanmaya başlayıp Sünnilerin veya “tüm dünya Müslümanlarının” temsilciliğine teşebbüs etmesi, Rus İmparatorluğu’nun Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksları himaye etmesini ve Osmanlı Devleti’nin Kırım’daki Müslümanları himaye etmesini sağlayan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlamıştır. Böylelikle 7. yüzyılda Arap coğrafyasının bir bölgesi olan Hicaz’da Muhammed’in liderliğini yürüttüğü İslam Devleti’nde yaşayan ve sayıları henüz milyonları bulmamış insanları yönetmek için kurulup 13. yüzyıla kadar sürekli genişleme eğilimi gösteren Arap İslam İmparatorluğu’nun devlet başkanlığı makamı olan hilâfet, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan çok daha sonra, Sulu Sultanlığı’ndaki Müslümanlara Amerika Birleşik Devletleri yönetimini kabul ettiren II. Abdülhamid yönetimi (1876-1909) ve bütün Müslümanları İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa teşvik etmek için Mehmed Reşad’a cihad ilan ettiren İttihat ve Terakki yönetimi (1913-1918) tarafından, kıtalararası yetkiye sahip bir kurum veya unvan gibi kullanılmak istenmiştir ancak Arap Ayaklanması örneğindeki gibi başarısız olunmuştur. 29 Ekim 1923’te Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla ülkenin devlet başkanlığı makamına kimin, hangi unvanla geçeceği sorunu çözülmüş, birkaç ay sonra, 3 Mart 1924’te ise eski rejimden kalan hilâfet makamı kaldırılmıştır.

Ordu

Osmanlı zırhı (1480-1500)

Osmanlı İmparatorluğu’nun ordu teşkilatı Anadolu Selçuklu, İlhanlılar ve Memluk devletlerinin askerî teşkilat yapılarından belirli ölçülerde yararlanılarak kurulmuştur. Osmanlı ordusunda başkomutanlık görevini hakanlar yapmışlardır.

Yaya ve atlılardan oluşturulan ordunun atsız kısmı “yaya”, süvarileri ise “müsellem” şeklinde adlandırılmıştı; bu yönetim ilk olarak Orhan Gazi döneminde yapılmıştı. Bunlar, Kapıkulu Ocakları’nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler. Osmanlı Devleti’nin temelleri atılırken, süvari olan beylik kuvvetlerinin yerine Vezir Alâeddin Paşa ile Kadı Cendereli Kara Halil’in tavsiyeleriyle Türk gençlerinden oluşan ayrı ayrı biner kişilik yaya ve müsellem isimleriyle muvazzaf ade ve süvari kuvveti kuruldu.

Kara kuvvetleri

Yaya ve müsellemlerin temelini attığı ordu teşkilatı zamanla kuvvet ve sınıflara ayrılmıştır. Osmanlı ordusu başlıca üç ana kuvvetten oluşmaktadır. Bunlar; Kapıkulu Ocağı, Eyalet askerleri ve Akıncılardır.

Kapıkulu Ocağı, Osmanlı Devleti’nin daimi ordusunu oluşturan ve doğrudan padişaha bağlı olan yaya, atlı ve teknik sınıftan asker ocaklarına verilen addır. Kapıkulu ocaklarının kurulmasından önceki dönemde Osmanlı Devleti’nin askerî gücünü yayalar ve müsellemler oluşturuyordu.

Eyalet askerleri, devletin Tımar‘a ayrılmış bölgelerinde yetişmiş askerlerdi. Kapıkulu askerleri gibi barış zamanında da askerlik yapmazlardı. Sadece savaş sırasında askerlik yaparlardı.

Donanma

Osmanlı İmparatorluğu’nun deniz kuvvetleri olan Donanma-yı Hümâyûn, 14. yüzyılda kuruldu. Osmanlı Devleti, 1323 yılında Karamürsel’i fethederek denize ulaştı. Karamürsel Bey komutasında ilk donanma oluşturuldu ve Kocaeli’de yapılan savaşlarda denizden destek sağlandı. 1327 yılında Karamürsel’de ilk Osmanlı tersanesi kuruldu ve böylece deniz gücünün kurumsallaşma çalışmaları başladı.] Osmanlı donanmasında hiyerarşik sisteme geçildi, ilk derya beyi (donanma komutanı) Karamürsel Bey oldu.] 1337 yılında Kocaeli ele geçirildi; böylece 1353 yılında gerçekleşecek olan Rumeli’ye geçişin önü açıldı. Bundan sonra donanmanın merkezi sırasıyla İzmit, Gelibolu ve son olarak da İstanbul oldu.

İstanbul’un Fethi’de II. Mehmed, donanmadan da yararlandı. Karadeniz’de ve Akdeniz’de etkisi artan Osmanlı donanması, Büyük Mısır Seferi’nde (1516-1517) Osmanlı kuvvetlerine lojistik destek sağladı.

Preveze Deniz Muharebesi (1538)
İnebahtı Deniz Muharebesi (1571)

1538 yılında Barbaros Hayreddin Paşa kumandasındaki Preveze Deniz Muharebesi kazanıldı ve Akdeniz’de Osmanlı hakimiyeti başladı. Bundan sonra, 1560’ta Cerbe Deniz Muharebesi de kazanıldı. 1565’te Malta kuşatıldı, ancak bir şey elde edilemedi. Osmanlı donanmasını büyütmek için birçok tersane kuruldu; ihtiyaç duyulan malzemeler Kocaeli’den, Biga’dan, Samsun’dan, Kastamonu’dan ve Aydın’dan getiriliyordu.

Kaptan-ı deryalara gelenek olarak Cezayir Beylerbeyliği verilirdi. Gelibolu, Akdeniz adaları ve İzmir’in bazı yerleri Osmanlı kaptanlarına dirlik olarak verilirdi.

16. yüzyılda, Hint Okyanusu’nda Portekiz Krallığı’na karşı Hadım Süleyman Paşa ve Piri Reis komutasında seferler düzenlendiyse de, Portekiz donanması üstün geldi ve Piri Reis 1554’te idam edildi.] 1571 yılında İnebahtı Deniz Savaşı’ndan gelen yenilgiyle ağır kayıplar veren Osmanlı donanması, sonraları kayıplarını telafi etmeyi başardı.

Osmanlı İmparatorluğu, duraklama döneminden itibaren deniz ticaretinde Avrupalı devletlerden geri kaldı. 18.yüzyılda Mezomorto Hüseyin Paşa’nın girişimleri ile donanmada reform yapıldı. Fakat denizlerde ciddi bir üstünlük sağlanamadı. 1773 yılında Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın Kaptan-ı derya olmasıyla Bahriye Mektebi açıldı, burada modern eğitim verilmeye başlandı ve 1776 yılında Tersane-i Amire’nin yakınlarında ikinci Bahriye Mektebi olarak Hendesehane-i Bahri açıldı.

Mahmudiye kalyonu (1829, İstanbul)

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Fransa’nın Mısır Seferi’nde İngiliz donanmasından yardım aldı. Bundan sonra, III. Selim’in reformlarını devam ettiren II. Mahmud devrinde donanma, 1827 yılında Navarin’de imha edildi. II. Mahmud döneminde Amerikalı mühendislerin yardımlarıyla reformlar devam etti; Osmanlı tersanelerine modern deniz sanayi girdi ve dönemin en büyük savaş gemisi unvanını elinde tutan Mahmudiye de o dönemde denize indirildi. II. Mahmud’un ölümünden sonra bu mühendisler İstanbul’u terk etmek zorunda bırakıldı. Tahta çıkan Abdülmecid döneminde, 1840 yılında Bahriye meclisi kuruldu ve modern donanma çalışmaları devam etti. İlk denizcilik şirketi Şirket-i Hayriye de bu dönemde kuruldu. Abdülaziz döneminde ise, 1867 yılında Bahriye Nazırlığı kuruldu. Abdülaziz döneminde, devam eden reformlar ile yabancı ülkelerden çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı.

1878’den itibaren II. Abdülhamid’in güvensizliği sonucu donanma, Haliç’te terk edildi ve denize açılmadı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda Osmanlı donanması kendini gösteremedi. 1909 yılında Donanma Cemiyeti‘nin çabaları ile modern donanma çalışmaları halkın bağışlarıyla devam etti. Bu cemiyetin çabaları ile çok sayıda modern savaş gemisi satın alındı, Alman subaylardan oluşan bir heyet ile reform çalışmaları canlandı. Trablusgarp Savaşı’nda (1911) ve Balkan Savaşları’nda (1912-1913) Osmanlı donanması etkinlik gösterdi, fakat I. Dünya Savaşı’nda Ege Denizi’nde sınırlı faaliyet göstermek zorunda kaldı, Çanakkale Deniz Savaşları’nda (1915) başarılı oldu. Donanma, I. Dünya Savaşı’nın ardından Marmara Denizi’nde İtilaf kuvvetlerinin kontrolü altına girdi.

Hava kuvvetleri

I. Dünya Savaşı’nda bir Osmanlı uçağının montajı

Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa tarafından 1909’da ilk adımı atılan Osmanlı askerî havacılığı, resmî olarak 1 Haziran 1911 tarihinde Fen Kıtaları Müstahkem Genel Müfettişliği 2. Şubesi bünyesinde Havacılık Komisyonu adıyla faaliyete geçirilmiştir. Havacılık Komisyonu’nun temellerini, Fransa’dan satın alınan biri 25, biri de 50 beygirlik iki uçak oluşturmuştur.

1912 yılında başlayan Balkan Savaşları’nda Deperdussin, Bleriot, Harlan ve Mars tipi uçaklarla Osmanlı tayyare bölükleri kendini mümkün olduğunca göstermiştir. Balkan Savaşları’nın acı hatıraları silmek ve Türk havacılığını dünyaya tanıtmak için Harbiye Nazırı Enver Paşa, iki tayyarelik bir filoyu 8 Şubat 1914’te Kahire’ye gönderdi.

I. Dünya Savaşı döneminde, müttefik olunan Almanya’dan gizlice getirilen uçaklar ve düşmandan ele geçirilen uçaklar kullanıldı. Savaşın pek çok döneminde hava harekâtı, yetersizliklerden ötürü kısıtlandı, ancak yine de kayda değer uçuşlar yapıldı.

Toplum yapısı

19. yüzyıl sonlarında Osmanlı toplumu

Osmanlı toplumu, askeri (yönetenler) ve reaya (yönetilenler) olmak üzere iki farklı tabakadan oluşmaktaydı. Askeriler dışındaki halk, “reaya”, devlete vergi ödemekteydi. Şehirler, kasabalar ve köylerde yaşarlardı. Askeriler ise kendi içerisinde seyfiye (ehl-i örf), ilmiye (ehl-i şer) ve kalemiye (ehl-i kalem) olmak üzere üçe ayrılırdı. Seyfiye sınıfı askerlik ve yönetim işlerinden, ilmiye sınıfı din, adalet ve eğitim işlerinden, kalemiye sınıfı da bürokrasi, diplomasi ve mali işlerden sorumluydular.

Osmanlı siyasal uygulamasında askeri ve reaya kesin kurallarla ayrılmıştı. Toplumsal köken, yetişme koşulları ve resmî görev bakımından askeri sınıf; kılıç ve kalem ehli olarak ikiye ayrılmaktaydı. Halk ise Müslüman ve Müslüman olmayan milletlerden oluşuyordu. Gayrimüslimler ayrıca “cizye” vergisi ödemek dışında toplumdan bir ayrıma tabi değildi. Müslüman toplumun yaşantısı şeriat ile şekillenirken, farklı milletlerin din ve örflerine göre mahalli yaşam tarzlarını koruma imkânı vardı.

Ekonomi

Orhan Bey döneminde basılmış gümüş para

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey döneminde basıldığı düşünülüyordu. Fakat yakın zamanda Osman Bey’e ait sikkenin bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına “akça” deniyordu.

Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Fatih Sultan Mehmed, döneminde ilk altın parayı bastırdı.

20 kuruş banknot (1852)

Osmanlı hazinesini en çok dolduran padişah ise Yavuz Sultan Selim’dir. Sultan Selim, 8 senelik iktidarı döneminde gerçekleştirdiği Mısır Seferi ile Mısır civarında hüküm süren Memlûk Devleti’ne son verdi ve Orta Doğu ile Afrika’daki mühim yerleri ve Kutsal Topraklar’ı Osmanlı Devleti’ne kattı. Mısır’ı ele geçirdikten sonra tüm Memlûk hazinesini başkent İstanbul’a getirtti ve Osmanlı hazinesine mührünü bastı. Daha sonradan, anlatılanlara göre şöyle bir emir verdi:

Benim altınla doldurduğum hazineyi, benden sonra gelenlerden her kim daha çok mangırla doldurursa, hazine onun mührüyle mühürlensin, yoksa benim mührümle mühürlenmeye devam edilsin!

Osmanlı hazinesi bir daha hiç o kadar dolmadı ve devlet, yıkılana kadar hazineyi Yavuz Sultan Selim’in mührüyle mühürlemeye devam etti.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomiden ve türlü mali işlerden defterdar sorumluydu.

Son padişaha kadar bütün Osmanlı paralarının üzerinde “Kostantiniye” ibaresi kullanılmıştır. Daha sonradan, Türk Kurtuluş Savaşı’nda Yunanların bunu ilk Doğu Roma İmparatoru I. Konstantin yerine Yunan Kralı I. Konstantin’i kastederek kullanmaları üzerine kullanılmasından vazgeçilmiştir.

Osmanlı’da merkezi otoritenin her yerde etkin olmasını sağlayan, devlet hazinesinden para harcanmadan asker yetiştirilen ve toprağın işlenmesini de sağlarken en uç beylere kadar güvenliği taşıyabilen bir sistem vardı. Buna Tımar sistemi deniyordu. Bu sisteme göre, reayaya (yönetilenler) verilen toprakların 3 yıl bekletmeksizin işlenmesi ve kazancından bir kısmıyla da tımarlı sipahileri yetiştirilmesi gerekiyordu. Böylece devlet hazinesi de azalmıyor, üstüne üstlük her an savaşa hazır asker yetişmiş oluyordu.

Diplomasi ve uluslararası ilişkiler

[

Demografi

Nüfus

Yıl Nüfus
1520 11.692.480
1566 15.000.000
1683 30.000.000
1831 27.230.660
1856 35.350.000
1881 17.388.604
1906 20.884.000
1914 18.520.000
1919 14.629.000

Osmanlı İmparatorluğu’nun 6 asırlık varlığının çoğunda toplam vatandaş sayısı kesin verilere dayanmamıştır. 1881’deki sayıma kadar nüfus bilgileri, vergi mükelleflerinin genel nüfusa oranlanmasıyla belirlenmekteydi. Vergiden hariç bir yöntem de, hanelerin sayılmasıydı. Her evde 5 hane halkının bulunmasına dayalı bir varsayım yapılabilmekteydi. Varsayımlara dayalı nüfus tahminlerine göre, 1520’de Osmanlı İmparatorluğu’nda 11.692.480 kişi yaşamaktaydı. 1683’te 30.000.000, 1856’da 35.350.000 nüfus olduğu düşünülmektedir.

Osmanlı Devleti’nde ilk nüfus sayımı, II. Mahmud döneminde yapılmıştır. II. Mahmud, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmıştı ve onun yerine Müslüman çocuklardan oluşan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı bir ordu kurmuştu. Bu orduya kaç asker alınacağını öğrenmek için nüfus sayımı emrini verdi. Bu nüfus sayımı 1831’de oldu ve sayımın nedenlerinden biri de halktan alınacak vergileri hesaplamaktı. Sayımda sadece erkekler kayda alınmıştır. Hicaz, bu sayımların dışında tutulmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk resmî sayım ise, 1881-1893 arasında 10 yıl süren bir çalışmayla yapılmıştır. İlk defa bu sayım vergi, askerlik ya da herhangi bir amaçla değil, demografik bilgi elde etmek için yapılmıştır. Nüfus; Müslümanlar, Yunanlar (Makedonlar, Anadolu Rumları, Pontus Rumları, Kafkas Rumları…), Ermeniler, Bulgarlar, Katolikler, Yahudiler, Protestanlar, Latinler, Asurlular, Çingeneler gibi etnik, dini ve cinsel kategorilerde belirlenmiştir. Bu sayımda 17.388.604 olan nüfus, 1919 sayımında 14.629.000 kişi olarak belirlenmiştir.

1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman, Yunan ve Ermeni nüfusu

Nüfusun 18. yüzyılda, 16. yüzyıldakinden daha düşük olmasının nedeni ise belirsizdir. Fakat, 1800’lerle birlikte nüfus yükselmeye başlamış, Avrupa illerinde (öncelikle Balkanlar’da) 10 milyon civarı, Asya illerinde 11 milyon ve Afrika illerinde de 3 milyon civarı nüfusla 25-32 milyona ulaşmıştır.

1900’lerde de nüfus, 18.5 milyon ile 1800’lerdekine yakındır. Bu süre zarfında imparatorluğun sınırları 3 milyon kilometrekareden 1 milyon kilometrekareye gerilemiştir. Bu da nüfusun iki katına çıktığı ve dolayısıyla nüfus yoğunluğunun arttığı anlamına gelmektedir.

Salgın hastalıklar ve kıtlıklar da önemli bozulmalara ve demografik değişimlere neden olmuştu. 1785’te Mısır nüfusunun yaklaşık 1/16’i vebadan öldü ve 18. yüzyılda Halep nüfusu %20 oranında bir düşüş yaşadı. 1687-1731 yılları arasında sadece Mısır’ı 6 kıtlık vurdu. Ve son kıtlık, kırk yıl sonra Anadolu’yu vurdu. 19. yüzyılda gıda maddelerinin hijyen, sağlık ve ulaşımlarında yapılan iyileştirmeler ile durum kontrol altına alındı.

Buharlı gemiler ve demiryollarının gelişimi ile yükselen liman kentlerinde bu yükseliş, nüfusun kümeleşmesine yol açtı. Kentleşme, kasaba ve şehirlerdeki büyüme ile birlikte 1700-1922 arasında nüfus hızla arttı. Sağlık ve koruma tedbirlerindeki gelişmeler, bu şehirleri yaşama ve çalışma yönünden daha cazip kıldı.

Dil

Devletin resmî dili Türkçedir. Uluslararası yazışmalar Türkçedir. Yerel yönetimlerde ise Türkçe ve bölgenin yerel dili, resmî işlerde yürürlükte olan dildir. Bu yerel diller Arapça, Arnavutça, Berberice, Boşnakça, Bulgarca, Ermenice, Farsça, Hırvatça, Kürtçe, Macarca, Rumca, Rusça, Sırpça ve birçok yerel dildir. Merkezi ilgilendiren konularda Türkçe, yereli ilgilendiren konularda yerel diller kullanılmıştır.

Bilim dili olarak Türkçe ve Arapça, edebiyat dili olarak ise Türkçe ve Farsça kullanılmıştır.

Tanzimat Dönemi’nden sonra ülkedeki Fransızca konuşan kişi sayısı da artmıştı.

Din

Sünnilik, Osmanlı İmparatorluğu’nun hakim dini (gelenekler, yasal gelenekler ve din) iken, resmî mezhep (İslam hukuk okulu) Hanefilik idi. Devletin meşruiyet kaynağı dinde bulundu, din devletin kontrolünde kaldı ve Müslümanlarla gayrimüslimler arasında ayrım gözetildi.

Gayrimüslimler, özellikle Hristiyanlar ve Yahudiler, imparatorluğun tarihi boyunca mevcuttu. Osmanlı imparatorluk sistemi, gayrimüslimler üzerindeki resmî Müslüman hegemonyasının karmaşık bir bileşimi ve geniş bir dini hoşgörü derecesi ile karakterize edildi.

15. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı tebaasının çoğunluğu Hristiyan’dı. Gayrimüslimler, 19. yüzyılda büyük ölçüde göç ve ayrılma nedeniyle önemli ölçüde azalmasına rağmen, önemli ve ekonomik olarak etkili bir azınlık olarak kaldılar. Müslümanların oranı 1820’lerde %60 iken, 1870’lerde kademeli olarak %69’a ve 1890’larda %76’ya yükseldi.  1914’e gelindiğinde, imparatorluğun nüfusunun beşte birinden azı (%19.1) gayrimüslimdi ve çoğunlukla Yahudiler ve Hristiyan Rumlar, Asuriler ve Ermenilerden oluşuyordu.

İslam

Osmanlı İmparatorluğu, geniş bir Müslüman nüfusa sahipti ve bu nüfus farklı mezheplere ve bu mezheplerin çeşitli dallarına mensuptu.

Yahudilik ve Hristiyanlık

Osmanlı yetkilisi, Hristiyan erkek çocukları devşirme için kaydediyor (1558)

İslam inancında “ehl-i kitap” olarak adlandırılan Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin mensupları, millet sistemi denilen düzende kendi toplulukları içinde yaşamayı sürdürdüler. İnançları nedeniyle ikinci sınıf vatandaş muamelesi görerek aşağılayıcı bir sıfat olan “gâvur” sözcüğüyle etiketlendiler ve tâbi tutuldukları cizye ve haraç vergilerini ödemeleri koşuluyla varlıklarını sürdürebildiler. Hristiyanlığın Ortodoks ve Gregoryen kiliseleri, millet sistemi içinde meşru bir şekilde örgütlenmiş durumdaydı. Bu inançlara mensup kişiler, kendi dini kurallarına göre yargılanırdı. Buna karşılık, millet sistemine dâhil olmayan dinlerin devlet içinde meşru bir varlığı bulunmuyordu.

14. yüzyılda I. Murad ile başlayıp 17. yüzyıla kadar uzanan bir süreçte Osmanlı İmparatorluğu, genç Hristiyan erkek çocuklarının Balkanlar’daki topluluklardan alınıp Müslüman yapıldıktan sonra Yeniçeri ordusunda veya Osmanlı idari sisteminde görevlendirildiği bir tür haraç veya zorunlu askerlik sistemi olan devşirme sistemini kullandı. En çok gelecek vadeden öğrenciler, mezunları yüksek mevkileri dolduracak olan Enderun Okulu’na kayıtlıydı. Toplanan çocukların çoğu, devşirme sisteminin “kan vergisi” olarak anıldığı imparatorluğun Balkan topraklarındandı. Çocuklar, büyüdükleri ortam nedeniyle nihayet İslami hale geldiklerinde, sahip oldukları tüm çocuklar özgür Müslüman sayılıyordu.

Misyonerlik faaliyetleri

1820 yılında başlayan ve Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar süren zaman içerisinde Osmanlı Devleti’nde misyonerlik faaliyetleri çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Misyonerlik faaliyetlerinin bu denli başarılı olmasında şüphesiz Osmanlı Devleti’nin Islahat Fermanı ile verdiği ayrıcalıklar, kapitülasyon anlaşmaları ile verilen ayrıcalıklar ve Osmanlı Devleti’nin bölgelerine ilgi göstermemesi etkili olmuştur. Başlangıçta kendilerine Anadolu’da hedef bulamayan misyonerler, daha sonradan Ermenilere odaklanıp çalışmalarında başarılı olmuşlardır. Açtıkları okullardan mezun olan kişilerin başarılı olmaları bu okulların etkilerini artırmıştır. Hatta zamanla Müslüman Türkler dahi çocuklarını bu okullara göndermişlerdir.

Misyonerlerin genel hedef kitleleri, İslamiyet’in yaygın olduğu bölgeler olmuştur. Bu çalışma Osmanlı Devleti ile sınırlı kalmayıp Afrika kıtası, Arap Yarımadası, İran ve Orta Asya halklarına yönelik de bir çalışmadır.

Ulaşım ve haberleşme

Ulaşım

Şehirler arası yollar ve ulaşım

1820’li yıllara ait bir çift öküzün çektiği bir ulaşım aracı

Osmanlı İmparatorluğu, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında sahip olduğu topraklarla birlikte, 16. yüzyıl ortalarında muazzam bir büyüklüğe ulaştı. Ekonomik ve ticari faaliyetlerin yanı sıra, ulaşım, haberleşme ve nakliye gibi birçok hizmet ulaşım yoluyla yapılmaktaydı. Çok geniş topraklar üzerinde yer alan Osmanlı İmparatorluğu ise ihtiyacına göre Anadolu ve Rumeli’de çeşitli yol sistemleri yapıyordu. Daha önceden Bizans ve Selçuklu Hanedanından kalan eski yol güzergâhlarını da kendi ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyip, bu yollara köprüler, kaldırımlar ekleyerek, sağladığı alt yapı birimleriyle daha kullanışlı hale getirdi. İhtiyaca bağlı olarak ana yollar ve bunlara bağlı tali yollar yaptı.

1594-1595 tarihli menzil ve iskele defterinde, Osmanlı Devleti’nin karada ve denizde sahip olduğu yol sistemi anlatılmıştır. Bu deftere göre Osmanlı Devleti’nin karada kullandığı altı adet ana yol güzergâhı mevcuttu. Bu yolların üç tanesi Anadolu topraklarında, diğer üç tanesi de Rumeli topraklarındaydı. Kara yollarının isimleri, o yolun bulunduğu kıta ile birlikte İstanbul’a göre konumuna bağlı olarak verilirdi. Aynı deftere göre İstanbul’dan başlatılan iki, Üsküdar’dan da iki olmak üzere toplam dört adet deniz rotası da mevcuttu. Üsküdar’dan başlayan rotada yollar Anadolu sahillerini, İstanbul’dan başlayan rotada ise Rumeli sahillerini dolanmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda yollar sağ kolorta kol ve sol kol olmak üzere üç ana koldan meydana gelmekteydi.

Filistin’de bazı yolcular (1900)

Osmanlı İmparatorluğu’nda kara ulaşım şebekesinin güvenliği de önemliydi. Bu sebeple birçok vakıf kuruluşu ve hizmet grupları mevcuttu. Bunlar, derbentçilik, köprücülük, gemicilik ve diğerlerinden nitelik bakımından farklı olan kaldırımcılıktır. Osmanlılarda şehirler arası yol inşa ve bakım çalışmaları başlıca iki şekilde gerçekleşirdi. İlki barış zamanında, bir diğeri ise seferberlik ve savaş zamanlarında ordu ve muhtelif ağırlıkların geçeceği yol güzergâhlarında gerçekleşirdi. Yol yapım ve onarımı taş döşemenin yanı sıra, olası acil durumlarda toprak tesviyesi şeklinde de gerçekleşirdi.

İstanbul’dan Belgrad’a uzanan anayol ile İstanbul’u Suriye, Mısır, Arabistan ve Irak’a (Bağdat ve Basra’ya) bağlayan anayollar, Osmanlı Devleti’nin doğu ve batı seferlerinin ana yol güzergâhları olması nedeniyle, diğer yollara göre daha bakımlı ve düzgündü. Ayrıca bu yolların hac ve ticaret yolu olarak kullanılması sebebiyle, hükûmet tarafından yolun geçtiği eyalet ve sancak idarecilerine yolun bakımlı tutulması amacıyla emirler gönderilirdi.

Sefer sırasında ordunun her türlü ihtiyacı, daha önceden belirlenen yerlerden ve belli güzergâhlar üzerinden ihtiyaç mevkilerine ulaştırılırdı. Bunun gibi zamanlarda memlekette büyük bir ekonomik hareketlilik ve yollar üzerinde de büyük bir etkinlik meydana gelirdi. Ordu, savaş için cepheye hareket etmeden çok önce, kullanılacak yolların, konaklanacak menzillerin durumu kontrol edilerek bu konuda ilgili kişilerden rapor alınırdı.

Şehir içi yollar ve ulaşım

19. yüzyıl öncesinde, günümüzdeki modern kara ulaşım araçlarının gelişinden önce, İstanbul’da şehir için kara ulaşımının bazı belirgin özellikleri vardı. Şehir içi yolların dar olmasından ötürü araba işlemesine elverişsizdi. Bunun sonucunda da kara ulaşımı deniz ulaşımına göre daha yavaştı.[194] Şehirde Bizans devrinden kalma büyük meydanlar ve görece geniş yollar mevcuttu. Şehir yolları ortalama 6-7 metre genişliğe sahipti. O zamanki şartlara göre şehirdeki yolların genişliği, nüfusun yaşayış tarzına, ulaşım ve nakil araçlarının şekline göre yeterliydi. Sahil surlarının içerisinde ve surlara yakın konumda bulunan birbirine yakın ana yollar vasıtasıyla, sahilden şehire ulaşım mümkündü. Bu güzergâh üzerinden sahilden gelen mallar tek bir araçla şehre ulaştırılabiliyordu. Bu yollar günümüzde de hâlen kullanılmaktadır.

Ana yolların temel ulaşım yükünü çekmesinden dolayı, şehrin yan sokakları çok dar durumdaydı. Yük arabaları bu ana yolları kullandıkları için, geniş ara yollara ihtiyaç duyulmamaktaydı. Bunun yanında dik, kıvrımlı yerlerde, merdivenle tamamlanan dar sokakları sadece yayalar kullanmaktaydı. Bu tür sokaklarda yükler hamallar ile taşınır, bunun yanında eşek ve katırlar da taşıma amaçlı kullanılırdı.Önceleri 6-7 metre genişliğindeki yollar, şehir nüfusunun zamanla artmasından sonra yer yer 2,5 metreye kadar düştü. Şehir yollarının darlığı sebebiyle araba kullanımı azdı. Şehirde ulaşım daha çok yaya olarak veya at ile yapılırdı. 18. yüzyılın ortalarına kadar şehirde arabaya binme hakkı, devlet adamları içerisinde yalnızca sadrazam ve şeyhülislama tanınmıştı. Sokakların araba kullanımı için müsait olmamasının yanında, Osmanlı’da ağırlıklı olarak saray mensupları ve askerî erkan araba kullanmayı hoş görmezler ve rahatlık unsuru sayarlardı. Bu sebeple araba daha çok kadınların ulaşım amacıyla kullandıkları bir vasıta olarak görülürdü. Halkın çoğunluğu yaya olarak ulaşımı tercih ederdi.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren teknik bilgisi yüksek, çizim ve ölçüm yapabilen iyi eğitimli mühendisler yol yapımlarında vazifelendirilmeye başlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda yapılan yolların bir kısmı yabancı özel şirketler tarafından yapılmıştır. Örneğin 1860 yılında Beyrut’tan Şam’a kadar olan karayolu, bir Fransız şirket tarafından yapılmıştır. Bu tarihlerde yoğun olarak Karadeniz bölgesi ile Orta Anadolu’da kullanılan kağnı arabalarının karayollarına zarar verdiği gerekçesiyle kullanımı yasaklanmış ve yerine dört tekerlekli Rumeli arabalarının kullanılması önerilmiştir.

1854 yılında kurulan Şirket-i Hayriye, Osmanlı İmparatorluğu’nda Boğaziçi’nde yolcu ve yük taşımacılığı yapacak olan bir vapur şirketi olmayı amaçlamıştır. Şirketin en önemli özelliği, Osmanlı’da kurulan ilk anonim ortaklık olmasıydı. Şirketin kuruluş Nizamnamesi Mecelle sahibi, Türk Hukuk ve Edebiyat adamı Ahmed Cevdet Paşa tarafından hazırlandı. Galatalı banker Manolaki Baltazzi, İngiltere’den yandan çarklı 6 vapur birden ısmarladı. Vapurların Osmanlı’ya gelmeleri 1854’ü buldu. İlk zamanlarda Tersane-i Amire vapurlarıyla aralarında rekabet olmaması için yalnız Eminönü ile Boğaz köyleri arasında sefer yapma hakkı verilen şirket, ilk seferini Üsküdar’a yaptı.

II. Abdülhamid tarafından 1900-1908 yılları arasında inşa edilen Hicaz Demiryolu hattı

20. yüzyılın ilk yıllarında, 1900-1908 yılları arasında, Sultan II. Abdülhamid döneminde Hicaz Demiryolu inşa edildi. Bu, Şam ile Medine şehirleri arasında inşa ettirilen 1322 km uzunluğundaki bir demiryolu hattıydı. 1908 yılından sonraki eklemelerle 1.900 km uzunluğa kadar çıkmıştır. Demiryolunun teknik işlerinin başında Alman mühendis Meissner bulunuyordu. II. Abdülhamid, demiryolu boyunca bir telgraf hattı çekilmesini de emretmiştir. Demir yolunu Arap bedevilerin saldırılarından korumak için demiryolunun yanlarına birçok karakollar inşa edildi. Birçok devlet, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu projesine karşı çıkmıştır. Bunların en başında İngiltere bulunmaktaydı. Demiryolu projesinin aleyhine birçok propaganda yaptılar. Bunların arasında, toplanan bağışların demiryoluna gitmediği ve Osmanlı Devleti’nin bu paraları hazinesine aktardığı gibi birçok şey vardı.

19. yüzyılın son çeyreğinde omnibüs adı verilen toplu ulaşım aracı, Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanılmaya başlanmıştır. İstanbul’da tramvayların işletmesine yönelik olarak Dersaadet Tramvay Şirketi ile 30 Ağustos 1869 tarihinde anlaşma yapılmış ve omnibüs işletme izni bu şirkete verilmiştir. Belli bir güzergâhta kurulan raylar üzerinde atlar tarafından çekilen ve birçok insan taşıma kapasitesine sahip olan büyük arabalar, ilk olarak 1872 yılında göreve başlamıştır. İstanbul’da yaygınlaşan omnibüsler, imparatorluğun çeşitli yerlerinde de kendini göstermiş; önce Selanik, daha sonra Şam, Bağdat, İzmir ve Konya’da hizmet vermeye başlamıştır. 1912 yılında başlayan Balkan Harbi nedeniyle tramvay şirketine ait 430 adet at, ordu için hükûmet tarafından 30 bin liraya satın alınmış ve İstanbul’da bir yıl süreyle tramvay çalışmamıştır. İki yıl sonra ise I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle sekiz ay süreyle tramvay çalışmamıştır. Atlı tramvay işletmeciliği 1914 yılında tamamen son bulurken, 11 Şubat 1914 tarihinde tramvay şebekesine ilk cereyanın verilmesiyle elektrikli tramvay işletmeciliği başlamış oldu.

Haberleşme

 

Eğitim

Osmanlı İmparatorluğu’nda her millet, üyelerine hizmet eden bir eğitim sistemi kurmuştur. Bu nedenle eğitim, büyük ölçüde etnik ve dini çizgilere göre bölünmüştü: Müslüman öğrenciler için okullara giden az sayıda gayrimüslim vardı ve bunun tersi de geçerliydi. Tüm etnik ve dini gruplara hizmet veren kurumların çoğu, Fransızca veya diğer dillerde öğretildi.

1880’lerde Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)
Darülfünun (1900)
Mekteb-i Aşiret-i Humayun (1892)

Kültür

 

 

Yeni Cami ve Eminönü pazarı (İstanbul, 1895’ler)

Osmanlı İmparatorluğu Türkleri, kuruluş öncesi yüzyıllardan beri birlikte getirdikleri Arap ve Pers İslam kültürlerinin geleneklerinden ve dillerinden büyük ölçüde etkilenmişlerdi. Anadolu’ya yerleştikten sonra başta Yunan, Ermeni ve Yahudi olmak üzere yerli halkların kültürleriyle bir ölçüde kaynaştılar. Böylece eklektik tarzda bir Osmanlı kültürü ortaya çıktı. Özellikle devlet, imparatorluk hâline geldikten sonra diğer kültürlerle değişim süreklilik kazandı.

Edebiyat, mimari, süs sanatları, müzik, sahne sanatları, mutfak, spor, bilim ve teknoloji gibi unsurlar Osmanlı kültürünün oluşumunda ve gelişmesinde etken sahibi oldular.

Osmanlı Hanedanı’nı yöneten erkekler, eşlerini çeşitli etnik gruplardan aldılar ve bu nedenle sultanlar karışık ırk ve kültürel mirasa sahip oldular.

Edebiyat

 

Hüsrev ile Şirin’i tasvir eden bir çizim

Anadolu Selçuklu Devleti’nin son yıllarında, bu devletin yıkılmasından sonra ve Osmanlı Devleti’nin başlangıç döneminde, Anadolu beyliklerinin merkezinde Arapça ve Farsçadan geniş bir çeviri hareketi gerçekleşti. Bu merkezlerde ilk yapıtlarını veren yazarlardan daha sonra Osmanlı sarayınca korunanlar oldu.[205] Garibnâme (1330) mesnevisinin sahibi olan ve Yunus Emre yolunda ilahileri bulunan Kırşehirli Aşık Paşa, Moğol İlhanlılar’ının Anadolu valisi Timurtaş’ın vezirlerindendi. Süheyl-ü nevbahar (1350) mesnevisinin sahibi Hoca Mesud, “Kelile ve Dimne”nin çevirisini Aydınoğulları Beyliği’nde kaleme almıştı. Hüsrev ü Şirin (1367) mesnevisinin yazarı Fahri, Aydınoğulları Beyliği’nde yetişmişti.

Hurşidname (1387) mesnevisinin sahibi Şeyhoğlu Mustafa; İskendername (1390), Cemşid ü Hurşid (1403) mesnevilerinin sahibi Ahmedi; Çengname (1402-1411) mesnevisiyle tanınan Ahmet Dai ve Hüsrev ü Şirin (1421-1429) mesnevisinin sahibi Şeyhi, Germiyanoğulları Beyliği’nde yetişmişlerdi. Bu dönemde, özellikle İran şairlerinin kaside ve gazellerinde işlenen içki, aşk, tasavvuf, eğlence konuları, onların kullandıkları imgeler, başvurdukları benzetmeler Türkçeye aktarıldı. Yine bu örneklere dayanan aşk, serüven, tasavvuf konularıyla ilgili mesneviler yazılıyordu. Ancak uzun ünlüsü olmayan Türkçenin aruz veznine uydurulması güçlükler yaratıyordu. Böyle olduğu hâlde başlangıçta Türkçe sözcüklere, deyimlere, hatta atasözlerine şiirde geniş yer veriliyordu. Halk diliyle kahramanlık işleyen yapıtlar, dinsel edebiyat ürünleri de vardı. Örneğin Tokat Kalesi dizdarı Arif Ali, Sultan I. Murad için Danişmentname‘yi (1311, gününüze ulaşan yazması 1577) kaleme almıştı. Aynı nitelikli dinsel ve destansı yapıtlardan Battalname ve Saltukname metinleri, sonraki yüzyılın ürünleri arasındadır. Ahmedi’nin kardeşi Hamzavi’nin gene aynı nitelikli Hamzaviname‘si, din ve kahramanlık konularını birlikte işleyen, halk diliyle yazılmış yapıtlardandır. Sadreddin’in Destan-ı geyik ve Destan-ı ejderha‘sı, Dursun Fakih’in Kıssa-i mukaffa ve Gazavat-i emir ül-müminin Ali‘si, Beypazarlı Maazoğlu Hasan’ın Feth-i kale-i Selasil ve Cenadil Kalesi cengi gibi yapıtları halk kitapları arasındadır.

Bazı Padişahların Mahlasları
Padişah Mahlas
II. Murad Muradi
II. Mehmed Avni
II. Bayezid Adli
I. Selim Selimi
I. Süleyman Muhibbi
III. Murad Muradi
I. Ahmed Bahti
III. Selim İlhami

Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların çoğu şiirle uğraşırdı ve çeşitli mahlaslar kullanırlardı. Murâdî mahlasıyla II. Murad, Avnî mahlasıyla Fatih Sultan Mehmed, Adlî mahlasıyla II. Bayezid, Selimî mahlasıyla Yavuz Sultan Selim, Muhibbî mahlası ile de Kanuni Sultan Süleyman şiirler kaleme almışlardır ve en başarılı şair yazarlar olarak da kabul edilirler. Bu padişahların şiirleri günümüze kadar ulaşmıştır. Kaynaklara göre ilk şair hükümdar, II. Murad’dır.

Mısır Seferi’nde iken, Yavuz Sultan Selim’in Mısırlı bir cariye hizmetlisi ile aralarında bir aşk münasebetinin yaşandığı rivayet edilen olayda, Sultan Selim’in bu olaydan sonra cariyeye atıfta bulunarak şöyle bir şiir yazdığı söylenir:

Merdüm-i dideme bilmem ne füsûn etti felekGiryemi kıldı hûn eşkimi füzûn etti felek

Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

Bir başka başarılı şair hükümdarlardan olan Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” dizesi ise yüzyılları aşarak günümüze ulaşmış köklü ve özlü bir sözdür.

Fatih Sultan Mehmed, çok başarılı şiirler kaleme alırdı.

Fatih Sultan Mehmed’in Muhammed’e ithafen yazdığı şu dizeleri de onun başarılı şairliğinin göstergelerinden biridir:[209]

Sen kokmayan gülü neyleyim,Neyleyim sensiz baharı?

Sen doğmayan günü neyleyim,

Neyleyim sensiz ben dünyayı?


Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem

Kalbini fethedecekse geçerim Sina’yı birden

Yoksa neyime?

Bu fethi istemem, Mısır’ı istemem, cihanı istemem.

Ben Sultan Fatih’im, önündeyim İstanbul’un

Yakarım bu şehri yüzünde bir tebessüm için.

Mimari

Osmanlı mimarisi, kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memluk mimarisinden etkilenmiştir. Erken Osmanlı mimarisi, 13. ila 15. yüzyıllar arasında birden fazla yapı tipiyle deneyler yaptı ve aşamalı olarak 16. ve 17. yüzyılların Klasik Osmanlı stiline dönüştü ve yine Ayasofya’dan güçlü bir şekilde etkilendi. Saray sanatçılarının en büyüğü, geleneksel Bizans sanatını Çin sanatının unsurlarıyla karıştırmak gibi birçok çoğulcu sanatsal etkiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu zenginleştirdi. 16. yüzyılın ikinci yarısı, özellikle İznik çinilerinin kullanımında olmak üzere bazı süsleme sanatlarının zirvesini gördü.

Erken dönem Osmanlı mimarisi

 

]

Hacı Özbek Camii (İznik)

Erken dönem mimarisinde, yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde yer aldı. Yapılar daha çok Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi etkilerini taşısa da, bu dönemde bir sonraki döneme dayanak oluşturacak fikirlerin ilk uygulamaları gerçekleşti. Bu uygulamalardan birisi, yapılarda kubbe kullanılması pratiğidir.

Klasik dönem Osmanlı mimarisi

 

İstanbul’un Fethi’den itibaren, mimari eserler İstanbul’da yoğunlaşmaya başladı. Bu dönemde daha çok yüksek ve görkemli yapılar inşa edildi. Bu yapılar daha çok dinî yapılar ve kamu binalarıydı. Klasik dönemin en önemli mimarı Mimar Sinan’dır. Başlıca eserleri Şehzade Camii, Süleymaniye Camii ve Selimiye Camii‘dir.

1478’de II. Mehmed tarafından inşa ettirilen Topkapı Sarayı (İstanbul)
Ayasofya (İstanbul)
Bayezid Camii’nin inşası (1501-1505), Klasik dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.
Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye Camii (Edirne)

Sonraki dönemler

Lâle Devri’yle beraber (1718-1730), Batılılaşmanın etkisiyle Batılı tarzda binalar yapılmaya başlandı. Bu dönemde Boğaz kıyısına köşk yapma modası ortaya çıktı.

Bu dönemlerde çeşmeler ve Aynalıkavak Kasrı gibi sahil kıyısındaki rezidanslar yaygınlaştı. Bir su kanalı (diğer adı Cetvel-i Sim) piknik alanı olarak, Kâğıthane ise dinlenme alanı olarak tesis edildi. Lâle Devri’nin Patrona Halil İsyanı ile son bulmasına rağmen, Batılılaşma davranışının bir modeli oldu.

Süs sanatları

Sultan II. Mehmed’i gül koklarken tasvir eden Nakkaş Sinan Bey’in minyatürü
Osmanlı kadın müzisyenleri
Matrakçı Nasuh’un 1537’de yayımlanan eserinde yer alan, İstanbul’u betimlediği minyatürü

Müzik ve sahne sanatları

Türk sanat müziği Osmanlı elitlerinin eğitiminin önemli bir parçasıydı. Osmanlı sultanlarının birçoğu müzisyen ve besteciydi. III. Selim’in besteleri günümüzde hâlâ icra edilmektedir. Osmanlı klasik müziği büyük ölçüde Bizans müziği, Ermeni müziği, Arap müziği ve Fars müziği birleşmesinden oluşuyordu. Besteler Batı müziğindeki ölçüye biraz benzer olan usûl adı verilen ritmik birimler etrafında düzenlenmiştir. Melodi birimlerine Batı’daki moda biraz benzeyen makam denir.

Müzik aletleri olarak ise, Anadolu ve Orta Asya enstrümanlarının (saz, bağlama, kemençe) bir karışımı, diğer Orta Doğu enstrümanları (ut, tambur, kanun, ney) ve daha sonraları geleneksel Batı enstrümanları (keman ve piyano) kullanılırdı. Başkent ile diğer alanlar arasındaki coğrafi ve kültürel ayrım nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk sanat müziği ve Türk halk müziği şeklinde iki ayrı müzik tarzı ortaya çıktı. Eyaletlerde birkaç çeşit halk müziği oluştu. Ayırt edici müzik tarzlarıyla en baskın müzikler; Balkan-Trakya Türküleri, Kuzeydoğu Türküleri, Ege Türküleri, Orta Anadolu Türküleri, Doğu Anadolu Türküleri ve Kafkas Türküleridir. Ayırt edici tarzlardan bazıları ise mehter, Roman müziği, oryantal dans ve Türk halk müziğidir.

Karagöz ve Hacivat adı verilen geleneksel gölge oyunu, Osmanlı İmparatorluğu genelinde yaygındı ve bu kültürdeki tüm büyük etnik ve sosyal grupları temsil eden karakterler içeriyordu. Tek bir usta tarafından, tef eşliğinde tüm karakterler seslendirilir ve oynatılırdı. Gölge oyununun kökeni ise belirsizdir. Yine Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan mehter takımları, dünya tarihinin en eski askeri bandolarından biridir.

Osmanlı kahvehanesinde gösterisini yapan bir meddah

Mutfak

Ekmek pişiren Türk kadını (1790)

İmparatorluğun yönetim merkezi olan saray, aynı zamanda padişahın ve hanedan üyelerinin ikametgâhıydı. Saray mutfağının birçok kişiye ve hanedan üyelerine hizmet vermesi sebebiyle, kaliteye ve çeşitliliğe önem verilmekteydi. Günümüzde ayrıntılı bilgi edinilebilecek saray mutfağı, kaynak çeşitliliği sebebiyle II. Mehmed dönemindeki Topkapı Saray mutfağıdır.

Mutfak aşçıları Acemi Ocağı’ndan seçilir ve belirli aşamalardan geçerek aşçı olurlardı. Her mutfaktaki aşçı adayları çıraklık, kalfalık gibi kademelerde görev yaptıktan sonra ustalık (aşçılık) mertebesine yükselirlerdi. Daha sonra aşçıbaşı olurlar ve başaşçıbaşına bağlı olarak görev yaparlardı.

Mutfaklarda çalışan görevlilerin sayısı, saray nüfusuna bağlı olarak değişkenlik göstermiştir. II. Mehmed döneminde (1451-1481) 100 kişi olan personel sayısı, I. Süleyman’ın (1520-1566) saltanatının başlarında 250 iken, sonlarında 500 olmuştur. 16. yüzyıl sonunda 1000 kişiye ulaşan personel sayısı, 17. yüzyıl ortalarında 1300 civarına çıkmış ve 17. yüzyılın sonlarında 1253 civarına inmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi olan saray, İstanbul’ndan ayrı bir şehir olabilecek kadar büyük bir nüfusu içerisinde barındırıyordu. Sarayın nüfusu, 16. yüzyılın ilk yıllarında 4-5 bin, 17. yüzyıl başlarında ise 10 bin civarındaydı. Tüm gıda alımlarında öncelikli olarak sarayın iaşesi düşünülmüş ve sarayın gıda ihtiyacı karşılanmadan hiç kimsenin gıda alımı yapmasına izin verilmemiştir. Böylelikle kaliteli malların saraya ayrılması sağlanmıştır. Saray mutfağına dayanıksız tüketim mallarının tamamı ile diğer besin maddelerinin bir kısmı İstanbul’dan, temel gıda maddelerinin büyük bir bölümü ise taşradan temin edilirdi.

İstanbul’un Fethi ile birlikte saraydaki Osmanlı yemeklerinde ciddi bir değişim görülmüştür. Bu dönemde deniz ürünlerinin tüketimi artarken, yemeklerde çeşitlilikten ziyade doyuruculuğa önem verilmiştir. Lahana çorbası, baklava, yoğurtlu ve ıspanaklı büryan, pekmezli yoğurt tatlısı, yoğurtlu pazı, ayran ve şerbet, sarayda görevli olan personele verilen başlıca yemeklerdi. Et, süt, yoğurt, peynir, yağ gibi besinler, hayvansal gıdalarda toplumun ana besin kaynaklarındandı.Yapılan et yemeklerinde mevsimine göre kuzu, bazı zamanlarda ise koyun eti, dana etinin yerine kullanılmaktaydı. Saray mutfak ananesinde zengin sofralarda tavuk ve piliç gibi kümes hayvanlarının yanında, güvercin, keklik, kaz, bıldırcın, ördek ve 18. yüzyıldan itibaren Amerikan kökenli hindi görülmekteydi.

Deniz ürünlerinden birisi olan balık, padişah ve yakın çevresinin sıklıkla tükettiği gıdalardan birisiydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saray mutfağına giren domatesin, bu tarihten önce Osmanlı mutfağında kullanımına rastlanmaz. Çünkü domates, Amerika’nın keşfedilmesinden (1492) sonra diğer kıtalara yayılmıştır. Günümüzde sıklıkla tüketilen sebzelerden olan fasulye, patates ve bazı kabak çeşitlerinin yanı sıra kakao, mısır ve hindi de Amerika kıtasının keşfinden sonra, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı mutfağına girmiştir.

Vakıf imaretlerinde fakirler ve yolcular öncelikli olmak üzere isteyen herkese ücretsiz yemek verilmekteydi.[222] İmparatorluk topraklarının genişlemesine paralel olarak, mutfak kültürü de bu konuda önemli gelişme göstermiştir. Sarayda önemli görevlerdeki kişilerin bir sofrada toplanıp yemek yemesi, devrin en büyük sosyal faaliyetlerinden birisi hâline gelmiştir.

II. Mehmed Döneminde Saray Mutfağında Kullanılan Gıdalar
Yiyecek türü Yiyecekler
Baklagiller ve tahıllar Bulgur, pirinç, un, mercimek, buğday nişastası, nohut
Sebzeler Pırasa, lahana, ıspanak, pazı, şalgam, hıyar, soğan
Yağlar Zeytinyağı, kuyruk yağı, sade yağ
Otlar ve baharat Misk, safran, zeytin, maydanoz, hardal, sarımsak, kişniş, nane, kimyon, Eflak tuzu, sakız, sirke, fülfül (karabiber), tarçın, karanfil, anber
Hayvansal gıdalar Yumurta, tavuk, peynir, süt, yoğurt, kaymak, istiridye, karides, paça, kaz, sığır işkembesi, bal, av kuşları, balık

 

Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda yer alan Osmanlı mutfakları ve bacaları

Saray mutfağı, Sultan II. Mehmed’in 15. yüzyılın ikinci yarısında Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna yaptırdığı mutfaklarla gelişme göstermiştir. Sarayda Matbah-ı Hümayun ve Matbah-ı Amire olmak üzere iki ana mutfak mevcuttu. Yalnızca padişahın yemeklerini hazırlamakla görevli mutfak, Matbah-ı Hümayun’du. Saray mutfağı oldukça karmaşık ve geniş bir sisteme sahipti. Günlük yemekler ayrı ayrı bölümlerde hazırlanırdı. Kuşçubaşılar, padişah için hazırlanan yemeklerden sorumluyken; has mutfak aşçıları ise Valide sultan, şehzadeler ve harem halkına yemek pişirmekle görevliydiler. Matbah- Amire olarak isimlendirilen birim ise, Birûn ve Enderûn halkı ve herhangi bir nedenle sarayda yemek yemesi gereken kişilerin yemeklerini hazırlardı.

Saray mutfağına ikinci avlu revaklarından üç kapı ile girilmektedir. Bunlar Kiler-i Âmire (Aşağı Mutfak) kapısı, Has Mutfak kapısı ve Helvahane kapısıdır. 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın ilk yarısında güney kısımdan başlayarak, mutfaklar hizmet verdikleri birimlere göre isimlendirilmiştir. Has Mutfak, padişah ve ailesi ile Has Oda’ya hizmet vermekteydi. Saray mutfağından her gün, sayısı 4-5 bin kişiyi bulan Birûn ve Enderûn halkının yemek ihtiyacı karşılanmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyun üyelerine her üç ayda bir ulûfe dağıtılırken, sayısı on beş bine kadar çıkan yeniçerilere, elçilere ve törene gelen görevlilere yemek hazırlanırdı. Ayrıca her Ramazan’ın on beşinci günü yeniçerilere baklava yapılırdı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda sofranın da belli bir düzeni ve kuralları vardı. Genellikle sofrada temiz bir örtü yere serilirdi. Üzerine yerden çok yüksek olmayan bir sehpa ve bunun üzerine de kaşık, çatal ve diğer yemek araç gereçlerinin konduğu geniş ve yuvarlak, sini olarak adlandırılan bir tepsi koyularak yemek yenirdi.[227] Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Mehmed’e kadarki tüm padişahlar, sofralarında başka insanlarla yemekler yemişlerdir. II. Mehmed’den sonra gelen tüm padişahlar, Abdülaziz’in saltanatına kadar yemeklerini tek başına yemişlerdir. Padişahlardan artan yemekler has nedimelerine ve şehzadelere verilirdi. Örneğin, yirmiden fazla erkek çocuğu olan III. Murad’dan (1574-1595) kalan yemekler, otuz büyük tepsiye konularak hareme gönderilirdi. Her biri için de ayrı sofralar hazırlanırdı.[228]

Osmanlı mutfağında kahve çok yaygındı.

Osmanlı’da mutfak kültürü, imparatorluğun son yıllarında farklı kültürlerin etkisi altında kalmıştır. Tanzimat Fermanı’nın ardından ülkede Batılılaşma hareketi başlamıştır. Bunun sonucunda sofrada minder yerine sandalye, sini yerine masa, herkesin ortak olarak kullandığı tek bir yemek kabı yerine kişisel tabak, çatal, bıçak ve su takımları saray ve konaklarda kullanılmaya başlanmıştır. II. Abdülhamid zamanında Batılı ülkelerdeki gibi yemeklerin ayrı bir oda veya salonda yenmesi yaygınlaşmıştır. 19. yüzyıl sonuna ait menülere göre, Fransız yemekleri ile Türk yemekleri bir arada sunulmaya başlanmıştır. Bu dönemdeki Osmanlı yemek kitaplarında Avrupa kökenli yemek tarifleri yayımlanmıştır.

Bir İslam ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Ramazan ayı geldiğinde bu aya özgü çeşit çeşit yemekler yapılırdı. Ramazan için değişik yerlerden özel aşçılar getirilir, bir aylık yemek listesi önceden kendilerine verilirdi. Ramazan ayının ekmeği ise pideydi. Ramazan’ın en önemli çorbası işkembe çorbasıydı. Toplumda hindi derisinden işkembe çorbası yapanlar bile görülmüştür. Hatta işkembe çorbasına o kadar rağbet vardı ki, iftar saatine beş on dakika kala kâselerini alıp işkembeci dükkânına koşanlar, hatta nöbete kalanlar bile görülmüştür. İftar sofralarının en gözde tatlısı ise güllaçtı. Halk arasında özellikle kaymaklı güllaç meşhurdu. Yemekler bittikten sonra kahve içmek, her evde değişmeyen bir adetti. Hatta tiryakisi olanlar iki, yahut üç fincan kahve içerlerdi.

Bilim ve teknoloji

Takiyüddin’in Rasathanesi’nde çalışan bilim insanları (1577)
1884’te kurulan Beyazıt Devlet Kütüphanesi
İstanbul’un Fethi’nde kullanılan şahi topları

Osmanlı İmparatorluğu, tarihi boyunca diğer kültürlerden çevrilen el yazması kitaplar ile geniş bir kütüphane koleksiyonu oluşturmayı başardı. Yerli ve yabancı el yazmaları arzusunun büyük bir kısmı 15. yüzyılda geldi. Fatih Sultan Mehmed, döneminde Trabzonlu Yunan bilim insanı Georgios Amirutzis’e Batlamyus’un coğrafya kitabını tercüme ettirdi ve Osmanlı eğitim kurumları için kullanılabilir hale getirtti. Başka bir örnek ise, aslen Semerkandlı gökbilimci, matematikçi ve fizikçi olan Ali Kuşçu idi. II. Mehmed, daha önce Akkoyunlular Devleti’nde çalışan Ali Kuşçu’yu İstanbul’a davet etti ve onu, yeni inşa ettirdiği Sahn-ı Seman Medresesi’ne müderris olarak atadı. Çeşitli diğer medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu ve hatta bunun “Kânûnnâme” şeklinde yapıldığı bilinmektedir. Ali Kuşçu, İstanbul’da sadece ölümünden önceki 2 ya da 3 yılını yaşamasına rağmen, yazıları ve öğrencilerinin faaliyetleri sonucu Osmanlı çevrelerini derinden etkiledi. II. Mehmed aynı zamanda, 1474’te Fatih Camii mihrabının kenarlarına yerleştirttiği, iki dolaba koyulan 800 cilt ile başlamış bir kütüphane de kurmuştur.

1577’de Takiyüddin, 1580’e kadar astronomik gözlem yapacağı Takiyüddin’in Rasathanesi’ni kurdu. Güneş yörüngesinin dışmerkezliğini ve apsisin yıllık hareketini hesapladı. Rasathanesi 1580’de yıkıldı.

1660’ta Osmanlı bilim insanı Tezkireci Köse İbrahim Efendi, Noël Duret’in 1637’de yazdığı Fransızca astronomik çalışmasını Arapçaya çevirdi.

Şerafeddin Sabuncuoğlu, ilk cerrahi atlas yazarı ve İslam tıbbının son majörüdür. Çalışmaları büyük ölçüde Ebû’l-Kasım Zehrâvi’nin Al-Tasrif eserine dayansa da, Sabuncuoğlu kendine ait birçok yenilik getirdi. Kadın cerrahlar da ilk defa resimlendirilmiştir.

Dakika ölçen ilk saat örneği, Osmanlı saatçisi Şeyh Dede tarafından 1702’de yapıldı.

Tahtelbahir, 1719 yılında Osmanlı Devleti tarafından yapılan dünyanın ilk denizaltısıdır. III. Ahmed zamanında tersanenin baş mimarı İbrahim Efendi tarafından yapıldı. Timsah şeklinde olan denizaltının deneme sürüşü, III. Ahmed’in çocuklarının sünnet merasimine denk getirilmiştir.

Dünyanın özellikle mühendislik eğitimini hedefleyen ilk enstitülerinden biri olan İstanbul Teknik Üniversitesi, 1773 yılında kuruldu. Bu üniversite, III. Mustafa tarafından Mühendishane-i Bahr-i Humayun adı altında gemi mühendislerini eğitmek amacıyla faaliyete geçirildi. 1795’te enstitünün alanı genişletildi ve Avrupa standartlarını yakalamak ve orduyu modernize etmek için ordu mensuplarına da teknik eğitim verilmeye başlandı. 1845’te mühendislik fakültesi geliştirildi ve buna ilaveten mimarlık eğitimi verilmeye başlandı.

Spor

19. yüzyılda Osmanlı güreşçileri

Osmanlı İmparatorluğu’nda spor büyük önem taşımaktaydı ve hâliyle spor yapan kişi büyük ilgi ve saygı görmekteydi. Osmanlı’nın uğraştığı başlıca sporlar arasında güreş, avcılık, kemankeşlik (ok atıcılığı), binicilik (cündicilik), cirit oyunları, bilek güreşi ve yüzme bulunmaktaydı.

Futbol, Osmanlı İmparatorluğu’nda 20. yüzyılın başlarında Rum ve Ermeni azınlıklar arasında oynanmaya başlamıştı. Bu sporu gören ve beğenen Türk sporseverler, kendi spor kulüplerini kurmaya başlamıştır. İstanbul’da 1905 yılında Galatasaray, 1907 yılında Fenerbahçe, 1903 yılında da Beşiktaş futbol takımları kurulmuştur. Bu üç büyük kulüp, cumhuriyetin ilanına kadar Rum ve Ermenilerin kurmuş olduğu kulüplerle İstanbul liglerinde boy göstermiş ve önemli başarılar kazanmışlardır.

 

Notlar

 

  1. ^ 1856 Paris Barış Antlaşması’nın resmî Türkçe nüshasında Türkistan, İngilizce nüshasında Turkey ve Almanca nüshasında ise Türkei ismi geçmektedir. 1920 Sevr Antlaşması’nın resmî Türkçe versiyonunda Türkiye, İngilizce versiyonunda Turkey ve Fransızca versiyonunda Turquie geçmektedir.
  2. ^ Genel görüşe göre Osmanlı Beyliği, 1299 yılında bağımsızlığını resmen ilan etti. Bunun yanı sıra, bazıları beyliğin kuruluşunu 1301 kabul eder. Prof. Dr. Halil İnalcık ve bazı diğer akademisyenler ise, beyliğin 1302 yılında kurulduğunu savunmaktadırlar.
  3. ^ Kâşgarlı Mahmud, Dîvânü Lugati’t-Türk adlı eserinde Oğuzların 22 boyunu listelese de toplamda 24 boy olduğunu belirtmiştir. Kaşgarlı, Divân’ın üçüncü cildinde “Türkmenler aslında 24 kabiledir” cümlesiyle(Kaşgarlı, I, 1992) konargöçer Türkmen olan Halaç ve Karlık boylarını Oğuzlardan ayrı saymıştır. Bknz:
    • Ataniyazov, Soltanğa. “Türkmen Boylarının Geçmişi, Yayılışı, Bugünkü Durumu ve Geleceği” (PDF). 28 Mart 2017 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi.
  4. ^ Bu görüş, 1334 yılında seyyah İbn Battuta’nın gözlemi sonucudur.
  5. ^ Halil İnalcık ve bazı diğer akademisyenler, Osmanlı Devleti’nin 1299’da Söğüt’te değil, 1302’de Yalova’da Bizans’a karşı yapılan Bafeus Muharebesi (Koyunhisar Muharebesi) sonrasında devlet niteliğini kazandığını iddia ederler. Bknz:
    • “Prof. İnalcık: Osmanlı 1302’de kuruldu”. 27 Kasım 2014 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 27 Temmuz 2009.
    • “”Osmanlı Yalova’da kuruldu””. 27 Temmuz 2009. 4 Aralık 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 22 Mart 2021.
  6. ^ “Türkiye Büyük Millet Meclisinin, hukuku hâkimiyet ve hükümraninin mümessili hakikisi olduğuna dair” adlı kararname
  7. ^ Hüseyin Paşa’ya verilen Mezomorto lakabı, Venedikliler tarafından verilmiş bir lakaptır ve “yarı ölü” anlamına gelmektedir. Bazı kaynaklarda mezomorta ve mezemorto olarak da geçmektedir.

Kaynak : wikipedia.org

Ayrıca Kontrol Edin

“Uzatılan el barış eliyse o eli tutmaya hazırız”

Devlet Bahçeli’nin açıklamaları sonrası harekete geçtiler! DEM’den ‘Hazırız’ mesajı   MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir